Sosyalist blokun yıkılışıyla başlayan 1990’lı yıllar, dünyada demokrasi rüzgârlarının estirilmesine sahne olmuştu. Liberalizmin özgüven artışına paralel olarak, liberal demokrasinin evrensel bir model olarak sunulduğu bu ortam, 1970’li ve 1980’li yıllardaki neoliberal yeniden yapılanma sürecini otoriter ve/veya muhafazakâr rejimler altında geçiren azgelişmiş ülkelerde, yeni bir demokratikleşme dalgasının başlatılmasını sağlamıştı. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye örgütlerince yönlendirilen bu demokratikleşme dalgası, ekonomik liberalizmin siyasal liberalizmle tamamlanmasını vaat ediyordu. Bu çerçevede, hukuk devletinin geliştirilip insan haklarının güçlendirilmesi, sivil toplum örgütlerinin etkinliğini artıran “yönetişim” mekanizmalarının devreye sokulması, çevreye duyarlı politikaların geliştirilmesi, yoksulluğu önleyen sosyal politikaların uygulanması gibi hedefler ortaya konuyordu. Böylece, toplumsal desteği zayıflayan neoliberalizmin, “çoğulculuk” temelinde yeniden yapılandırılmasına girişiliyordu.
1990’lı yıllarda gelişen bu süreç, finansal liberalizasyonun azgelişmiş ülkelerde geçici bir “bolluk” dönemi yaratması ve tüketim malları ithalatına dayalı yapay bir büyüme sağlanmasıyla desteklenmişti. Ancak, 1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk yılları, pek çok azgelişmiş ülkede yaşanan derin finansal krizlere sahne oldu. Bu krizlerle sarsılan azgelişmiş ülkelerde, özellikle alt sınıflar krizlerden büyük darbe yedi ve bu durum neoliberal hegemonyayı derinden sarstı. 2000’lerin başlarında neoliberalizmin hegemonyasının sarsılması, yeni arayışlara yol açtı. Bazı Latin Amerika ülkelerinde sol akımlar güçlenirken, bazı ülkelerde küreselleşme ortamına otoriter/totaliter rejimler altında uyum sağlanmaya çalışıldı. Bu dönemde ortaya çıkan üçüncü bir alternatif ise, neoliberal ekonomi politikalarının “sağ popülist” partiler eliyle yürütüldüğü yarı-demokratik rejimler oldu.
Bu türden sağ popülist partiler, 2000’li yıllarda, sermaye hareketlerinin yeniden genişlemesi sayesinde artan borçlanma olanaklarından geniş bir şekilde yararlandılar. Küresel kriz yılları olan 2008-2009 yılları dışında, bolca yabancı sermaye kullanarak, ekonomide tüketime dayalı bir büyüme yakalamayı başardılar. Böylece, toplumsal tabanlarını güçlendirmelerini sağlayan bir ekonomik ortama sahip oldular. Gelişen medya teknolojilerinin de yoğun bir biçimde kullanılması sayesinde, desteklerini arttırmayı başardılar.
Bu türden sağ popülist partilerin en önemli özelliği, muhalefete çeşitli baskı ve kısıtlamaların uygulandığı yarı-demokratik bir ortamda, seçimlerden başarıyla çıkarak iktidarlarını sürdürmeleri oldu. İktidarı seçimler yoluyla ele geçiren sağ popülist partilerin önemli bir özelliği, halkı (milleti) toplumdaki çoğunluk grubunun etnik, dinsel ya da kültürel aidiyeti üzerinden tanımlayarak, kendilerinin “halkın gerçek temsilcisi” olduğu iddiasına dayanmalarıdır. Siyasi rakiplerini ise, “halka yabancı unsurlar” olmakla suçlayan bir retorik kurarak, çatışmacı bir siyaset izlemektedirler.
Sağ popülist partilerin bir başka önemli özelliği, elde ettikleri seçim başarılarından da destek alarak, “milli irade”yi seçimlerde ortaya çıkan çoğunluğun iradesine indirgemeleridir. Böylece, kendini “milli irade”nin temsilcisi olarak sunan sağ popülist partilerde, karizmatik liderin önderliğine geniş bir alan açılması da bir diğer temel özelliktir. Liderin etrafında tek vücut olmuş bir millet ve milleti temsil yetkisini elinde tutan bir lider anlayışı popülist partilerde sıklıkla gözlenmektedir. Böylece, milli irade çoğunluğun iradesine, çoğunluğun iradesi de liderin iradesine indirgenerek, milli iradenin liderde cisimleştiği ileri sürülebilmektedir. Bütün bu siyasal kurgunun temelinde ise, sağ popülist parti ve liderinin seçimlerde çoğunluğu sağlayarak iktidarı ele geçirmesi yatmaktadır.
Bu otoriter demokrasi anlayışı, çoğunluktaki grubun azınlıktaki gruplar üzerinde hakimiyet kurmasını ve baskı uygulamasını da, milli iradenin gereği saymaktadır. Sağ popülist partiler, toplumu bu şekilde kutuplaştırırken, kendi destekçilerine yönelik kayırmacı ve partizan uygulamalar izlemekte, azınlıkta kalan muhalif kesimlere yönelik de çeşitli baskılar uygulamaktadırlar. Bu durum, siyasetin dost-düşman kutuplaşması temelinde kurulmasına ve toplumda etnik, dinsel ve kültürel bölünmelerin şiddetlenmesine yol açabilmektedir.
Sağ popülist partilerin muhalefete karşı hoşgörüsüz tutumları sonucunda, toplumdaki azınlık gruplarının rejime yabancılaşmalarına yol açan bu ortam, giderek bir “çoğunluk despotizmi”ne dönüşmektedir. Böylece, çoğunluk oyuna sahip iktidarlar eliyle “çoğunluk despotizmi” kurulurken, kutuplaşma artmakta, özgürlükler erozyona uğratılmakta ve demokrasi yozlaştırılmaktadır.
Gerçekten de, günümüzde bazı azgelişmiş ülkelerde gözlenen bu türden sağ popülist iktidarlar, “iktidarın serbest seçimle belirlenmesi” ve “çoğunluğun yönetimi” ilkelerine dayanarak, otoriter ve plebisiter eğilimlere girmektedir. Böylece, görünüşte çok partili bir demokrasi çerçevesinde, serbest seçimle iktidara gelen ve varlığını demokratik sisteme borçlu olan iktidarlar eliyle, insan hakları ve sivil özgürlükler ihlal edilmekte, demokratikleşme açısından son derece olumsuz bir atmosfer ortaya çıkmaktadır. Bu durum, demokrasinin kurumsallaşmasına ve istikrar kazanmasına engel oluşturmaktadır.
Sağ popülist iktidarların bu eğilime girmelerinde, “milli irade”yi temsil ettikleri iddiası temelinde mutlak iktidara sahip oldukları inancına kapılarak, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olarak bütün iktidarı ellerinde toplamaları önemli bir etmendir. Demokrasiyi iktidarın seçimle belirlenmesi ilkesine indirgeyen bu iktidarlar, demokratik özgürlükleri kısıtlamaktan kaçınmamakta, demokrasinin sınırlı devlet, kuvvetler ayrılığı, kurumsallaşmış hukuk devleti, çoğulculuk, sivil haklar, muhalefete hoşgörü gibi ilkelerini zayıflatmaktadır. İktidarın seçmen çoğunluğuna dayanması da, yapılan anti-demokratik uygulamalara meşruiyet sağlamakta kullanılabilmektedir. Dolayısıyla, toplumsal uzlaşma, kuvvetler ayrılığı, sınırlı devlet, hukuk devleti, sivil özgürlükler, muhalefete hoşgörü gibi ilkeler, “milli irade”yi sınırlayan ayak bağları olarak görülmektedir.
Günümüzde bazı azgelişmiş ülkelerde sağ popülist iktidarlar eliyle kurulan “çoğunluk despotizmi” niteliğindeki yarı-demokratik rejimler, temelde kuvvetler ayrılığı ilkesiyle sınırlandırılmamış bir iktidarın sınırsız güç kullanımından kaynaklanmaktadır. Bu türden rejimlerin temel amacı, demokrasinin “çoğulcu” bir nitelik kazanmasının önlenmesidir. Bu özellikleriyle de 1970’lerin ve 1980’lerin askeri dikta rejimlerinin devamı niteliğindedirler. Dolayısıyla, 1990’larda ortaya atılan, ekonomik liberalizmin siyasal liberalizmle tamamlanması vaadinin gerçekleşme olasılığı günümüzde pek güçlü görünmemektedir. Kanımızca, bu tablonun temelinde, neoliberal küreselleşme sürecinin azgelişmiş ülkelerde yarattığı ekonomik ve sınıfsal güç dengeleri yatmaktadır. Bu tablonun değişmesi ise, çalışan sınıfların sağ popülist partilerin güdümünden kurtulmalarına bağlıdır.