“Hâlâ başörtüsü mü?”. İki yıl önce, AKP kurucularından Ayşe Böhürler, Yeni Şafak’taki yazısını (19 Ocak 2019) bu başlıkla yayınlamıştı. Yazar bu yazıda baş örtmenin ne sadece bir “giysi”, ne de bir “estetik” sorunu olduğunu söylüyor ve bu davanın, arkasında, “kadim bir tarih ve sembolize edilen birçok çatışma alanı barındırdığını” hatırlatıyordu. Üstelik bu kavgada, saflar da, sanıldığı gibi açık değildi. Hedefte Kemalist “laikçilik” olsa da, örneğin vaktiyle “Çarşafla Mücadele Kanunu”nu TBMM’ye getirenler “Demokrat Parti’den iki milletvekili hanım” olmuştu. Kaldı ki başörtüsü, “sadece bizim kendi hikâyemizin bir parçası” olmaktan çıkmış, “Batı’nın İslam’la kavgalarının” da bir parçası haline gelmişti. İşte bütün bu nedenlerle asla ‘dava kazanıldı; sorun bitti!’ havasına girilmemeli, “başörtülü sayısının ve görünürlüğünün artması” ile sorunun çözüldüğü sanılmamalıydı.
Kısaca sorun yepyeni boyutlar içinde canlılığını koruyor, fakat yeni nesil bunu idrak edemiyordu. “Yeni başörtülülerin bu bilinçte olmadığını görüyorum”, diyor Böhürler Hanım; “Bu, ne ile karşı karşıya olduklarını anlamalarını da engelliyor. Bizim aksimize, sanıldığının tersine, karşıt fikirlerle mücadele bilgi ve becerileri de yok. Kendi mahallelerinde, benzerleriyle çok konforlular”.
İlginç bir tablo ve bence yazar AKP’nin sınıf politikasının İslamcı kesimde yarattığı ayrışmayı gayet güzel özetlemiş!
***
Yine de Böhürler’in yazısı özgün bir analiz sayılamaz. Ondan birkaç ay önce Hilal Kaplan, Sabah gazetesindeki köşesinde aynı konuya değinmiş ve o da yeni nesle bir “abla” olarak hak ettiği dersi vermişti. Zaten yazısı da “Başörtülü ablalardan türbanlı fenomenlere!” başlığını taşıyordu. (18 Eylül 2018).
Peki, Hilal Hanım’ın, yazısında “ıstırap çekiyorum ve Allah’a karşı sorumluluk hissediyorum; o yüzden yazacağım!” dediği olay neydi? Şuydu: “Tesettür markaları’nın iş yaptığı, başörtülü kadınlara giyim önerilerinde bulunan, milyonlarca genç kıza örnek gösterilen bir ‘türbanlı fenomen’ poz vermiş” ve sonra da vicdanı sızlamadan sosyal medyada “bu pozu paylaşmıştı”. Sergilenen tabloda “başını bir bezle kapatmış”; “önden saçları görünen”; “açıkta kalan boynuna ince bir fular kondurmuş”, “makyajlı” bir “fenomen” vardı!
Daha ne olsun? Burjuvalaşmış “türbanlı fenomen”ler bundan daha güzel anlatılabilir mi? Yıllar önce bir sosyologumuz da bunlara benzer bir “modern mahrem” tablosu çizmemiş miydi?
Aslında hakkını yemeyelim; Hilal Hanım demokrat bir yazar, özgürlüklerden yana. Zaten “incitmemek” için adını vermediği “fenomen”e de “herkes istediği gibi giyinmekte özgür, sen de özgürsün!” diye sesleniyor. Ama şunu da ekliyor: “Ancak tesettür giyim olarak örnek gösteriliyor ve hatta ekmek paranı bundan çıkarıyorsan; toplum önüne de bu kimlikle sunuluyorsan bunun sorumluluğu vardır”. Ve bu sorumluluğu da “abla” olarak geçmişte neler çektiğini anlatarak hatırlatıyor.
Hilal Hanım, “fenomen”in resmine bakarak “seni görünce ne düşündüm biliyor musun?” diyor ve açıklıyor. En çok düşündüğü şey, lisans ve yüksek lisans yıllarında, “itfaiye çıkışı” da dahil, dersliğe “sızabilmek” için “güvenlik görevlileri” ile verdikleri kavgalar imiş ve bu on yıl boyunca, nerede olursa olsun, bir “güvenlik görevlisi” görürse “çarpıntısı” tutmuş. Bugünlerde ise “başörtüsü yasakları kalktı diye sevinirken, başörtüsünü kendiliğinden kaldıran, iptal eden bir vasata mı ulaşacaktık?” diye üzülüyor.
Aslında İslamcı hanımlarımızın acılarını saygıyla karşılamak, onlarla empati yapmak gerektiği kanısındayım; fakat şunu da sormadan edemiyorum: acaba onlar da farklı davaların yarattığı acılara saygı duydular mı? Başka “güvenlik görevlileri” tarafından -bırakınız üniversite yasağını- yargısızca infaz edilen, işkence ile öldürülen, ya da yıllarca zindana mahkûm edilen kimselerle empati kurabildiler mi? İşte burada karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor.
Nasıl mı?
Geçelim nesillerinin en yürekli, en parlak öncüleri olan devrimci öğrencileri, farklı bir “türbancı”yla ilgili bir örnek verelim. Nazlı Ilıcak’tan söz etmek istiyorum.
Nazlı Hanım bir “türbancı” idi; fakat yaşantısı itibariyle hiç de “İslamcı” değildi. Türbanı “demokrasi” inancıyla, “laikçilik”le savaş bağlamında savunduğunu söylüyordu. TBMM’ye türbanla giren Merve Kavakçı’yı da bu inançla kanatları altına almış ve bu nedenle milletvekili sıfatını kaybetmişti. O tarihte dinci çevrelerde “kahraman” sayıldı.
Peki, sonra ne oldu?
Yıllar geçti; bir takım din dışı nedenlerle Nazlı Hanım AKP’yi eleştirmeye, bazı uygulamalara karşı çıkmaya başladı. Üstelik eleştirilerinin dozu giderek artıyor, 17-25 Aralık operasyonunun darbe girişimi olmadığını bile söylüyordu. Hatta hükümetin istifasını bile istedi. Ama artık haddini aşmıştı; araya 15 Temmuz darbe girişimi de girince “güvenlik görevlileri” harekete geçtiler ve bu “demokrasi mücahidi”, “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklandı. Sonra da tutuklu olarak “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs”le yargılandı ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
“Ablalar” üzgündü. Ama ne de olsa Nazlı Hanım kendilerinden değildi; üstelik “dava”ya ihanet de etmişti. Yine de Merve Kavakçı, Akit gazetesinde, “Nazlı Abla’yı iki yanında kadın polisler arabaya bindirilirken görünce içim yandı” diye üzüntüsünü belirtmekten kendini alamadı (5 Ağustos, 2016). Üstelik kendisini de “sorumlu” hissediyor ve “keşke” diyordu: “Keşke bu dostluğu dondurmayıp Nazlı Ilıcak’a FETÖ’nün ne olduğunu izaha çalışsaydım; belki onu ikna edebilirdim; belki görmediklerini görmesine vesile olabilirdim!”. Oysa ne yazık ki bunu yapamamış ve Nazlı Hanım da FETÖ’cülerin “pençesine düşmüştü”. Artık yapacak bir şey yoktu; “Nazlı Abla ile yollarımız siyaseten birleşmişti; yine siyaseten ayrıldı” diyor Merve Hanım. Ve Nazlı Hanım, tahliye dileğiyle hapishaneden Tayyip Bey’e yalvaran bir mektup yazarken, kendisi de “büyükelçi” olarak Malezya’nın yolunu tutuyordu.
***
“Abla”lar; “türbanlı fenomen”ler; “konforlu türbanlılar”; “türbanlı diplomatlar”.. Zaman geçiyor başörtülü hanımlarımız çeşitleniyordu. Ne var ki İslamcı cephe “türbanlı başsavcımız da oldu; artık bu iş normalleşti” diye sevinirken, feryat da koptu. Üstelik feryat eden de eski ve davaya büyük katkıları olmuş bir “abla” idi. O da HaberTürk’teki köşesinde bu davayı kazanmak için neler çektiklerini uzun uzun anlatıyor, fakat varılan noktada “normalleşme”nin “kısmî” olduğunu söylüyordu.
N.Bengisu Karaca Hanım’a göre, “hâlâ tam ve hakiki normalleşme”den söz edilemezdi; çünkü özel sektörde bazı firmalar “başörtüsü ayrımcılığını gizli gizli sürdürüyor(lardı)”. Fakat daha da önemlisi şuydu: “ ‘Başörtülü kadınların tek bir ideolojik aidiyeti ve siyasi görüşü olabilir’ dayatmasının tekeli, tüm bu olup bitenlerden sonra AK Parti’ye geçmişti”. “Başörtülü iseniz”, diyordu Nihal Hanım, “belli statülere gelebilmek ya da daha önce yaptığınız işi sürdürmek için AK Parti’yi desteklemekten ve hızlı Reisçi olmaktan başka bir seçeneğin uygun görülmediğini er ya da geç anlarsınız”. Kendisi de, Ayasofya camiye çevrilirken yazdığı bir yazı dolayısıyla bunu anlamıştı (HaberTürk, 9 Haziran 2020). Aslında dönüşüme karşı çıkmadığı, sadece bir yıl önce Erdoğan’ın da söylediklerini hatırlatarak, işin “faturası”ndan söz ettiği ve “Ayasofya cami olursa, Mescidi Aksa nasıl savunulabilir?” dediği için “mahalle linçine” maruz kalmıştı. Kısaca, “görünürdeki zafer hikayesinin arkasında hezimete dair başka bir manzume daha var(dı)”. Artık “başörtülü kadınlar, belli bazı konularda Cumhur İttifakı’nı oluşturan partilerin her gün değişen fikirlerine değil de kendi fikirlerine sadık kalmayı seçiyorlarsa, gayet ağır hakaretlere uğruyor, muzaffer kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkûm oluyorlar(dı)”. .
***
İşte Nihal Hanım uğradığı “mahalle linçi”ni altı ay önceki bir yazısında böyle anlatmıştı. Bugünlerde ise, başörtüsü yasağının çok sert uygulandığı bir dönemde Kültür Bakanı iken, yanına başörtülü bir gazeteci alarak basın toplantısı yapan Fikri Sağlar, sadece sözlü “linç”e maruz kalmıyor, hakkında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” iddiasıyla soruşturma da açılmış bulunuyor! Nereden nereye!
İyi de, Fikri Bey ne demiş, “soruşturma”ya yol açacak ne yapmıştı?
Sadece, “kendi başıma da geldi!” diyerek, türbanlı bir hâkimin kendisiyle ilgili bir davada “adaleti yerine getirebileceği konusunda kuşkusu olduğunu” belirtmişti! Üstelik “bazıları militanca ve ideolojik takılıyor” diyerek “başına geleni” de genelleştirmemişti. Kıyamet koparan cümleleri bunlardı ve kimsenin artık ona “peki, anlat bakalım; neymiş şu başına gelenler?” demesine gerek kalmamıştı. “Linç” operasyonu başladı. O kadar ki, kendi partisinin başkanı Kemal Bey bile “böyle bir ayrımcılığı asla doğru bulmuyorum; çağın neresindeyiz biz?” diyordu. “Özgürlük çağı”nda yaşıyorduk ve Fikri Çağlar “çağdışı” kalmıştı. On binlerce hukukçu, gazeteci, öğretmen, öğrenci, subay, emniyetçi zindanlarda çile dolduruyordu; ama kızlarımız başörtüsü özgürlüğüne kavuşmuştu. “Dava” için en önemlisi buydu; buna gölge düşürmemek lazımdı.
***
Yukarıdaki satırlarda hep başkalarının düşüncelerini özetledim; konu biraz da bunu gerektiriyordu. Yine de son söz olarak birkaç satırla kendi düşüncemi paylaşmak isterim.
Her din gibi İslam da “ilkeler” (akaid) ve “ayin” (ibadat) olmak üzere iki kısımdan oluşur. Tarihi evrimde ise “ilkeler” önce ilahiyata, sonra da özgür felsefeye yol açmıştır. Ne var ki İslamiyet, birçok toplumsal ve kültürel nedenle, “reform” ve “modernizm” ilkelerine genellikle karşı çıkmış, “felsefe” olarak da eski Yunan düşünürlerinin -özellikle de Aristo’nun- tefsirleriyle yetinmiştir. Böylece “ibadat” da özgür düşünce ve felsefenin önüne geçmiş, üstelik ona baraj teşkil etmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini de kendi tarihimizde görüyoruz.
Meşrutiyet yıllarında, Şemsettin Günaltay, “Zulmetten Nura” başlıklı eserinde “İlerlememize mani olan İslamiyet değil, bize öğretilen İslam’dır” diyordu (1996 baskısı, s. 99). Çok partili hayata geçerken de -bu kez CHP’nin son başbakanı olarak- okullara “seçmelik” din derslerini o koydurdu. Oysa aradan yüz yıldan fazla geçti; artık yüzden fazla ilahiyat fakültesine, binlerce imam hatip okuluna ve on binlerce de Kuran kursuna sahibiz. Yine de bu ülkede “İslam Davası” denilince, akla ilk gelen şeyler hâlâ ibadet uygulamaları oluyor. Başörtüsü tartışmaları devam ediyor; milyonlarca Alevinin yaşadığı ülkede hala cemevlerinin “ibadet mekanı” olup olmadıkları tartışılıyor; Diyanet Başkanı halkı “yağmur duası”na davet ediyor; yüz yıllık tarihi olan “Müslüman Kardeşler” akımı da ancak Cumhurbaşkanı’nın “parmak işareti”yle anlam kazanıyor! Bırakınız felsefeyi, ilahiyat bile kontrol altında tutuluyor ve özgürce bir yorum denemesinde bulunan ilahiyatçılar da “linç” kampanyaları altında öğretimlerine son vermek zorunda kalıyorlar. İşte AKP “İslamcılığı”nın bu ülkede düşünce hayatını getirdiği nokta budur.