İstanbul Üniversitesi’nin 1202 öğretim üyesinin Raşit Tükel’e oy vermesi, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda başlı başına bir ‘mucize’ kabul edilmeli. İkinci sırada yer alan aday ile arasında yaklaşık 300 oy var.
Oylamada ikinci olan, ‘doğal olarak’ AKP’den vekil aday adaylığı için başvuran Yunus Söylet’e halihazırda vekâlet ediyor. 2015 Türkiyesi’nde beklenti, sırtını iktidara yaslamış adayın birinci çıkmasıydı. Doğrusu Türkiye akademisine yaraşan da bu olurdu. Ancak bir hekim olan Raşit Tükel birinci oldu. İ.Ü.’nün 1202 öğretim üyesi, daha konforlu olanı yapmak yerine, doğruyu tercih etti.
Üniversitelerin hali düşünüldüğünde sonucu ‘mucize’ olarak tanımlamam, bundandır.
Özerkliğin kısa tarihi
Üniversite özerkliği, 1946 yılında, savaş sonrası çok partili yaşama/demokrasiye geçiş kararı ve ardından DP (Demokrat Parti) rüzgârının etkisiyle tanındı. 1961 Anayasası, özerk üniversiteyi anayasal güvenceye kavuşturdu. Özerklik 12 Mart’ta yıpratıldı, 12 Eylül’de ‘katledildi.’
Darbenin büyük zarar verdiği alanlardan biri, hiç kuşkusuz üniversitelerdir. 1402 Sayılı Yasa’ya dayanarak memuriyetten atılanların bir kısmı ‘sakıncalı’ öğretim üyeleridir ve 1990’daki Danıştay kararına dek kurumlarından uzak kalmış, sonrasında bir kısmı dönmüştür.
Ancak dönenlerin bulduğu üniversite, artık 12 Eylülcülerin üniversitesidir. Darbeciler, üniversitelere öyle büyük önem veriyorlar ve öylesine ürküyorlardı ki YÖK Yasası Anayasa’dan önce kabul edilmiştir! Özerkliğe son verilmiş, tüm yetkiler bir üst kurula aktarılmıştır: YÖK.
YÖK, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkardı
1980 öncesinde üniversiteler çok mu sorunsuzdu? Elbette hayır. Ancak YÖK sistemi, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkardı. Bilebildiğim kadarıyla yeryüzündeki herhangi bir demokratik rejimde, yükseköğretimi planlamak, düzenlemek bir yana, üstüne bir de ‘yönetmek’ yetkisiyle donatılmış benzer bir kurum yok.
YÖK’ün başına İhsan Doğramacı geçirilmiş, aynı Doğramacı’nın üç beş yıl sonra açacağı Bilkent sonrasında ‘vakıf’ yükseköğretim kurumları üniversite adıyla pıtrak gibi çoğaldı. Bunların çoğu, üniversite değil ticarethane. Nitekim yaz aylarında yaptıkları yoğun reklam faaliyetine şöyle bir göz atmakla dahi, çoğunun beş yıldızlı otel promosyonundan ibaret olduğu görülür. Çok sayıda değerli insan, bu ticarethanelerde öğütülmekte.
Bu arada, büyük ölçüde şehrindeki ticaretin canlanmasını isteyen tüccarın baskısıyla, neredeyse her ile bir de devlet eliyle üniversite açıldı. Söz konusu tercihler, YÖK’ün sonraki üniversite siyaseti ve öğretim üyesi yetiştirme planları üzerinde belirleyici oldu.
Buna seçim demek ‘seçim’e hakaret
Tabii yazının konusu genel sorunlar değil, seçim meselesi. Buna mukabil, rektör seçimi olarak adlandırılan ve tanımlanması hayli güç bu toplu yurttaş eyleminin saçmalığı, kurulan yapının sonuçlarından biri. Türkiye üniversitelerinde ‘seçim’den söz etmek, seçim sözcüğünün kendisine çok ağır bir hakaret.
Bakınız: Dekanlar için bir tür anket yapılır ve kimin dekan olacağına önce rektör, nihai olarak YÖK karar verir. Rektör için yine ‘bir tür’ seçim yapılır. İlkinde olduğu gibi yalnızca öğretim üyeleri oy kullanır. Kurumun idari personeli, asistanı dışlanır. Adaylar aldıkları oy oranı sıralamasıyla YÖK’e gönderilir. YÖK, sıralamayı hiçbir gerekçe göstermeden değiştirebilir ve ‘üç isim’ nihai aşama için cumhurbaşkanına gönderilir.
İşin matrak yanı, TBMM’ye karşı milli eğitimin sorumluluğu hükümette olmasına karşın, siyasal sorumluluğu olmayan cumhurbaşkanı bu atamayı ‘tek imza’yla yapar! Cumhurbaşkanı, YÖK’ün sıralamasıyla bağlı değildir, üç isimden istediğini atar. Görüldüğü gibi oy veren yüzlerce öğretim üyesinin iradesinin, bağlayıcılık açısından hiçbir değeri yoktur. İşte bunun adına, yüzümüz hiç kızarmadan ‘seçim’ diyoruz.
Teşbihte hata olmaz, üniversitenin Tanrı’sı YÖK’tür. Rektörler ise elçi konumundadır. Onların istemediği hiçbir şey olmaz ve her ne için ‘ol’ derlerse, olur. Dolayısıyla her üniversitenin kaderi, bu iki makamdaki idarecilerin ‘kişiliklerine’ terk edilmiştir. Bu kadar açık ve basit.
Yoksul yurttaş bulgura, özerkliği unutan akademisyen bilgisayara
Türkiye’de ‘üniversite’ olarak adlandırılan kurum, böyle bir kurumdur. Haliyle, demokratik geleneklerine sahip çıkmaya çalışan üç beş üniversite ya da fakülte dışında Türkiye’deki hiçbir üniversitede, ‘özgür’ bilimin kıyısından dahi geçilemez. İdare ve YÖK kaygısı/korkusu duyumsamaksızın kalem oynatılamaz, tek bir sözcük sarf edilemez. Ya da, sonucuna katlanılır!
Her sistem, içinde yer alan ‘ortalama’yı, kendisine benzetir bir süre sonra. Yoksul yurttaşın bir kısmı nasıl bulgura oy verir hale geliyorsa, artık ‘özerkliği’, yani kurumuna sahip çıkmayı ‘unutan’ akademi ortalaması da bilgisayara, çift camlı pencereye ya da kadroya oy verir. Eh koskoca akademi bulgura oy verecek değil ya!
‘Tarihsel sapma’
Rahatını bozmak, muktedirle uğraşmak, başını ağrıtmak istemez. Bilimsel özgürlük gereksinimi maaş, yayın, kadro baskıları yanında önemsizleşir. Haliyle aslolan, ‘uyumlu’ kişilerin seçilmesidir. Uyum, kurumlara ‘huzur’ getirir.
Raşit Tükel gibiler ise açık birer ‘tarihsel sapma’dır. 1202 öğretim üyesi, uyum ve huzuru değil, aksine bir ‘sapma’yı tercih etmiştir. Ancak böylesi sapmalar bir zaman sürse de kısa zamanda mutlaka ‘doğru yol’ bulunur!
Şu anda akademi, İ.Ü. mensupları, bir önceki seçimde ikinci olduğu için yarıştan çekilip (kendisi memleket insanı değil mi acaba?!) bu seçimi ‘kazanmış’ bir Hoca’nın atanıp atanmayacağını bekliyor. Bu cümleyi bir Batı diline çevirseniz, hiç kimse anlamaz.
Yüzde 99 atanmayacak
Demokratik rejimlerde ‘kimin yöneteceği’ne, demokratik yöntemlerle oluşturulmuş ‘sandık’ karar verir. ‘Nasıl yönetileceği’ne karar veren ise sandık değil, ilke ve kurallardır, hukuktur. Türkiye sağının 1950’lerden bugüne devam eden hastalıklı milli irade anlayışı, sandığın, hem ‘kim’in hem de ‘nasıl’ yöneteceğine karar vereceği iddiasında. Türkçesi: ‘Bir kez seçildiysem, her yaptığım milli iradenin isteğidir, doğrudur ve meşrudur.’ Akıl alır gibi değil, ancak Türkiye’de akıl şart değildir.
İ.Ü.’de sandık, Prof. Tükel’in rektörlüğüne karar verdi. Yeni Türkiye’nin, sandıktan çıkan bu sonucu dikkate alıp almayacağı konusunda şu aşamada yalnızca tahmin yürütülebilir. Bu satırların yazarının tahmini, yüzde 99 ‘atanmayacağı’ yönünde. Yüzde 1’lik oran ise seçim öncesi bir ‘taktik atama’ beklentisinden kaynaklanmakta. Bir de, balığın kavağa çıkma olasılığından. Olur mu olur!
Atanmadığında neler yaşanacağını da biliyoruz kuşkusuz. Seçim barajı gündeme geldiğinde ‘Ben mi koydum?’ sorusunu yöneltebilen ve bu yanıtı verdiği için takdir edilen zihniyet, adı ikinci sırada gönderilen Tükel’in atamasını yapmadığında, ‘Daha önce de oluyordu, YÖK’ün takdiridir, yetkisi var’ diyecek ve elbette yine alkışlanacak. Çünkü Türkiye’de herhangi bir konuda ‘ilkeli’ bir yönetici/yurttaş görme olasılığı, UFO görme şansı kadar. Onu da çok nadiren ve genellikle Amerikalılar görür malumunuz!
Destek de gelmeyecek
Ezcümle, balık kavağa çıkar mı, hep birlikte göreceğiz. Çok muhtemeldir ki çıkmayacak. Ardından, bir iki gün tartışılıp unutulacak. Diğer üniversite yönetimlerinden Tükel’e destek gelmeyecek. Çünkü destek verirlerse gerçek bir üniversiteye benzeme olasılıkları var. Allah muhafaza.
Bizler yine de, kavağa bakmayı sürdürelim.
Sonuç ne olursa olsun, İstanbul Üniversitesi rektörünü açık farkla seçmiştir ve rektörün adı, Prof. Raşit Tükel’dir. Saygıdeğer Raşit Tükel’i içtenlikle kutlar, saygılarımı sunar ve kabul ederse, Mülkiye’den selam ederim…
(diken.com.tr’den alınmıştır.)