NURETTİN ÖZTATAR
Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı hiç kuşku yok ki, tarihimizin en büyük yolsuzluk operasyonunun yıl dönümünde, operasyonu yaptıkları iddiasıyla Gülen Cemaati’nin basın yayın organlarına yönelik gözaltı ve tutuklamalar oldu.
Bir yıl önce 17-25 Aralık tarihlerinde aralarında bakanlar, bakan çocukları, iş adamlarının da olduğu kişilere, rüşvet, yolsuzluk iddialarıyla soruşturma başlatılmıştı. Daha önce, tabiri caizse, aralarından su sızmayan iktidar ortakları arasındaki kavga bu soruşturmanın ardından su yüzüne çıktı. Ergenekon, Balyoz, Oda TV ve KCK davalarını birlikte yürüten ortaklar, birden hasım haline geldiler. Dönemin başbakanının deyişiyle “ne istediyse yapılan” Gülenciler, 17-25 Aralık’ın ardından “silahlı terör örgütü” olarak nitelenmeye başlandı.
Bu sürecin ardından önce yolsuzluk yaptıkları iddia edilenler hakkındaki soruşturmalar bir bir düşürüldü. Tutuklananlar serbest bırakıldı. Bakanlar hakkındaki fezlekeler, uzun süre bekletilmesinin ardından Meclis’te görüşülmeye başlandı. Ancak buna paralel olarak, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in talebiyle mahkeme, basın yasağı getirdi.
Ayakkabı kutuları, birkaç ayet sallama, para sayma makinaları, yüz binlerce dolarlık saat, altın ticaretinde yaşandığı iddia edilen yolsuzluklar, telefon konuşmaları halkın gözü önüne seriliverdi. Hükümet, bütün bunları kendisine yönelik bir darbe girişimi olarak yansıtıp, iddiaların yalan, ses kayıtlarının montaj olduğu yönünde bir propaganda yürüttü. Operasyonu yapanlar tarafından bırakıldığı iddia edilen paraların bile faiziyle birlikte davalılara ödenmesine karar verildi.
Bu konudaki tartışmalar daha uzun bir süre devam edeceğe benziyor. Ancak geçen hafta asıl tartışılan konu, operasyonun gazetecilere yönelik olmasıydı. Zaman gazetesi ve Samanyolu TV’nin bir numaralı isimleri gözaltına alındı. Bu, basın özgürlüğü tartışmasının yeniden alevlenmesine neden oldu. Birkaç yıl önce Ergenekon davası bahane edilerek Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasını alkışlayan, onların tutuklanmasının gazeteci olmalarıyla ilgili olmadığını savunan; iki gazeteciyi daha yargılanmadan suçlu ilan eden gazete ve televizyonlara yönelik bu gözaltılar, devlet televizyonunun deyişiyle bir “eden bulur” şeklinde yorumlandı. Bu tutuklanmaların ardından Zaman gazetesi “bizim günahımız Ahmet Şık ve Nedim Şener’in yanında duramamış olmamız, özür diliyoruz” şeklinde bir açıklama yaptı. Ancak gerçekte bırakalım yanlarında durmayı, operasyonu alkışladıklarını ve hatta yönlendirdiklerini not etmek gerekiyor. Hafıza açısından sorunlu bir toplum olsak da bu gerçek henüz unutulmuş değil.
Bu olan bitenler, başka tartışmaları da gündeme getirdi. Örneğin Ahmet Şık başta olmak üzere, siyasi olarak gözaltına alınanlarla en küçük bir yakınlığı olmayanlar bile basın özgürlüğü açısından operasyona tepki gösterdiler.
BİRBİRLERİNİ YERLER Mİ?
Ancak asıl tartışma, hükümet -“paralel devlet” arasındaki çatışmaya yönelik değerlendirmeler sırasında oldu. Bir tarafta, “yiyin birbirinizi” olarak ifade edilen, bu çatışmadan bir “hayır” bekleyen anlayış, öte taraftansa taraflardan birinin haksızlığı dolayısıyla diğerinin haklılığı üzerinden bir taktik geliştirmeye çalışan anlayış. Kendilerini ister liberal ister ulusalcı ister devrimci olarak nitelendirsinler, bu değerlendirmeleri yapanlar, tıpkı çok değil birkaç yıl önce, “yetmez ama evet” uyanıklığıyla ya da saflığıyla o dönemin hükümetine açıktan destek verenlerle aynı pozisyona düştüler. Durmaksızın aynı şeyi söyleyenlerin haklı sayıldığı bir politik atmosferde, gerçek hep tali bir veri oldu; hatta çoğunlukla gözden kaçırıldı ya da hiç dikkate alınmadı.
Üstelik bu süreç yaşanırken emekçilere en büyük saldırı yasası olan bütçe kanunu da sessiz sedasız TBMM’de görüşülüyordu. Asgari ücret, memur maaşları, giderek bozulan gelir dağılımının nasıl ele alındığı gibi soruların üzeri kalın bir perdeyle örtülmüş oldu. İktidarın asıl kurucularının devreye girmesiyle yarın bir gün barışacak olanların kavgası gündemin tek maddesi haline geldi. Oysa, bu çekişme yerine, yani iktidarı bir dönem paylaşanların birbirleriyle çelişkisi yerine, sistemle halk arasındaki çelişkilere de odaklanılan bir politik mücadele, savrulmayı da engelleyecek tek çizgiydi.
Bu, mücadelenin sadece söylem düzeyinde kalmasının da panzehiri değil mi?