Biliyorsunuz Sayın Cumhurbaşkanı kendisine “diktatör” denmesine çok tepki gösteriyor, bunu “40 yıllık mücadelesi”ne bir “saldırı” sayıyor. “Diktatör” nitelemesine karşı çıkmayı “dava”nın bir parçası görüyor:
“Allah korusun eğer bu saldırılar karşısında korkarsak, geri adım atarsak 40 yıllık emeğe, bu davayı bu noktaya taşıyanlara ayıp ederiz, haksızlık ederiz, mahcubiyet yaşarız.”
Bu sözleri, en son, 22 Ekim 2015’te Hak-İş Genel Kurulu’nda söyledi.
Birkaç tespit
Sayın Cumhurbaşkanı şöyle diyor:
“Çıkıp sağda solda pervasızca, edepsizce, ahlaksızca diktatör kavramını kullananlar var. Allah aşkına soruyorum, siz 28 Şubat’ta neredeydiniz, 12 Eylül’de neredeydiniz, 12 Eylül’ün paşası cumhurbaşkanlığı yaparken bir kez olsun bu kelimeyi, bu kavramı kullanabildiniz mi?”
***
Önce bilmeyenler için anımsatalım ki, 12 Eylül’ün en az bedel ödeyen, hatta hiç ödemeyen ekibi “Milli Görüşçüler”di. Sıkıştıkça arazi olmayı, daha doğru deyimle “takiyye”yi çok iyi bildikleri için bugün 12 Eylül edebiyatı yapanların 12 Eylül’de başlarına (“hiç” de diyebiliriz ama) pek bir şey gelmedi.
Hiçbirine elektrik verilmedi, hiçbiri Filistin askısına çekilmedi, hiçbirinin bir yerine cop sokulmadı, hiçbirine tecavüz edilmedi, hiçbiri “kaybolmadı”, hiçbiri asılmadı vs vs vs. Onun için en fazla “sabah alınmak”tan”, “iki gün gözaltında tutulmak”tan falan bir “mağduriyet destanı” yaratmaya çalışıyorlar. O işkenceleri görenler, organlarını, sağlığını kaybedenler mağduriyet yarışına girmeyi ayıp sayıp başları dik hayata devam ederken, çektiklerini bilmeyen kimseye, en yakınlarına bile söylemezken, 12 Eylül’de hiç mağdur edilmeyenler ve 12 Eylül’e biat edenler “12 Eylül kahramanlığı” yapıyorlar.
Sanki 12 Eylül tüm partileri değil de, yalnızca MSP’yi kapattı; sanki 12 Eylül tüm liderlere, milletvekillerine, parti yöneticilerine değil de, yalnızca Erbakan’a siyaset yasağı koydu. Çarpıtmayı öylesine alışkanlık haline getirmişler ki, 1991 seçimlerinde “tercihli oylar” (yani, kendi partililerinin tercihi) ile birinci sıradaki RTE yerine, ikinci sıradaki Mustafa Baş RP’den İstanbul milletvekili seçilirken, sanki Erdoğan’ın seçilmesini YSK engellemiş gibi “kazandı ancak tercihli oy sistemi nedeniyle YSK milletvekilliğini iptal etti” yazıyorlar. http://www.aksiyon.com.tr/kapak/bir-devrin-hikayesi-milli-gorus_528779, ayrıca https://tr.wikipedia.org/wiki/Recep_Tayyip_Erdo%C4%9Fan
Oysa zaten hiç kazanmadı. Sadece İl Seçim Kurulu onun lehine karar vermişti, İlçe Seçim Kurulu ve YSK ise, aleyhine…
***.
“28 Şubat” hakkında da yaptıkları buydu. “Tank, tank” dedikleri, eğitimden dönerken Sincan’ın ana caddesinden geçen birkaç tanktı. Oysa 12 Eylül’de tanklar, “cemse”ler, askerler her yerde, bütün caddelerde, bütün sokaklarda, vapurda, otobüste, trende, her an burnunuzun dibinde, hayatınızın her an doğrudan içindeydi. Gözaltı süresi, 48 saat filan değil, 90 (doksan) gündü. Zaten, kimse onun hesabını da soramazdı.
28 Şubat’ta iktidardayken ve “Erbakan Hoca”ları başbakanken ve bunlar Erbakan’ı ufaktan satmaya başlamışken, hâlâ “mağdurum ben mağdurum” şarkısı söylüyor, yaşanmamış bir sürü şeyi “tarih” diye yazmaya kalkıyorlar.
Vay efendim, “kızı başörtülü diye üniversiteye gidememiş”. Genç kuşaklar bilmediği için soramıyor: “Kerimeleriniz kaç doğumlu?”
Büyüğü 1981, küçüğü 1985.
“28 Şubat”ta hangisi üniversite çağına gelmişti? Doğru yanıt: Hiçbiri…
Pekiyi… Üniversiteye başörtü yasağı “28 Şubat” döneminde mi getirildi? Yanıtı, hayır!
Biz ya da siz üniversitede okurken böyle bir yasak var mıydı? Yanıtı, yine hayır!
Peki ne zaman geldi? ANAP döneminde. “Tarikatçı” Özal’ın işgüzarlığı yüzünden… Çıkardığı bir yasaya Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in açtığı dava sonucu verilen Anayasa Mahkemesi kararıyla. Yıl kaç? 1989…
Sanki, “başörtüsüne özgürlük zincirleri”, 28 Şubat’tan sonra başlamış ve daha önce hiç düzenlenmemişti…
Son soru: “Sizin kerime(leri)niz hangi üniversiteyi kazandı?”. Ya da daha açık şöyle soralım: “Kerime(leri)niz üniversite kazanabildi mi?”
***
28 Şubat’ta Erbakan’ı önce, Gül ve Erdoğan sattı. Satış gerekçeleri, Erbakan’ın hem “yeterince akıllı davranmaması”ydı, yani, İsrail ve ABD’ye fazla sert tavra gerek yoktu; hem de İsrail’le anlaşma imzalamasıydı. Yani, hem nalına, hem de mıhına…
***
Dört ay yatıp sanki yıllarca hapis yatmış, 12 Eylül işkenceleri görmüş gibi anlattığı Pınarhisar hapishanesi ise -Kaçak Saray ile kıyaslanmaz ama-, “salon salomanje” bir konukeviydi (Zat-ı alilerine Pınarhisar Konukevi’nde ev sahipliği yapan zat -avukattır- daha sonra AKP Kırklareli milletvekili oldu, “Reis”e cezaevinde sağladığı olanakları seçim broşüründe ballandıra ballandıra anlattı.).
“28 Şubat”ın ikinci adamı (Genelkurmay İkinci Başkanı) Çevik Bir, İstanbul-Taksim’de şaşalı bir toplantıyla “cumhurbaşkanlığı aday adaylığı”nı açıklamış, ama “aday” bile olamamıştı. Yani, “28 Şubat” -birinci adamı zaten adaylığı aklından geçirmemişti- ikinci adamını “cumhurbaşkanı adayı” yapmaktan dahi “aciz”di.
12 Eylül’de o bedeli ödeyenler ise, 12 Eylül’e hep “cunta” dediler. O dönemde de, sonra da… Sayın Cumhurbaşkanı, “cunta”nın ne anlama geldiğine sözlükten baksın, ondan sonra boyundan büyük laflar etsin.
Şu “milletin yüzde 52’sinin oyuyla” seçilmesi meselesi
Sayın Cumhurbaşkanı, sürekli yüzde ellinin üzerinde oy almakla övünüyor. Oysa, bu büyük bir başarı değil, asgari gerekliliktir.
Cumhurbaşkanının halkoyuyla göreve geldiği bütün ülkelerde seçilmek için yüzde elliden fazla oy almak zorunludur. “İkinci tur” bunun için vardır; ilk turda hiçbir aday yüzde elliden fazla oy alamazsa, iki adaylı ikinci tur yapılır ve mutlaka bir adayın yüzde elliden fazla oy alması sağlanır. Çünkü, “devletin başı” seçilecektir, seçmenin yarısından fazla destekle seçilmesi şarttır.
Bu yüzden de, “yüzde elli iki oy”un hiçbir anlamı yoktur. Yüzde elli iki oyu, yüzde yetmiş, seksen, doksan oy gibi sunmaya da, kimsenin hakkı yoktur. Alt tarafı kıl payı barajı geçmiş bir sonuç vardır.
Diktatör meselesi
Asıl meseleye dönelim mi?
Ana konumuz “diktatörlük”tü ve aslında Erdoğan “ben diktatör olsam, bana diktatör diyebilir misiniz” diyerek rejimin adını koydu. Çünkü, bütün diktatörler bu soruyu sorar ve kendini böyle savunur. Meraklısı, daha önceki diktatörlerin neler dediğine bakar.
Erdoğan şöyle diyor:
“Bakın şimdi TV’lere çıkıp, meydanlara çıkıp edepsiz pervasızca diktatör kavramını kullananlar var. Cumhuriyet tarihinin seçimle gelmiş cumhurbaşkanına karşı bu tür sıfatlar kullananlar iki yüzlüdür.”
Tabii, bu -bu satırların yazarı gibi- Erdoğan’ın diktatör olduğunu söyleyen herkese bir hakaret.
Bir “yansıtma” ustası olan, yani kendi düşüncelerini muhaliflerin düşüncesiymiş gibi aktarıp eleştiren Sayın Cumhurbaşkanı ve herkes için şu “diktatörlük” nedir, basitleştirelim mi?
Örneğin;
- Sıradan bir TV dizisinde kadınların dekoltesine karışmak, diktatörlüktür.
- “Eyyy” diye başlayan naralarla “düşman” yaratmak, diktatörlüktür.
- TV kanallarını arayıp “Alo Fatih, şu haberi yayınlayın, şunu yayınlamayın” demek, diktatörlüktür.
- İş adamlarını bir bakanı aracılığıyla haraca bağlayıp diyet bedeli ile oluşturduğu havuzla “yandaş medya” kurmak, diktatörlüktür.
- Bir gazetede kendisine, partisine, hükümetine karşı yazı yazanı işten attırmak, diktatörlüktür.
- Kendisine yakın gazeteleri reklama boğup muhalif gazetelerin yasal reklam hakkını engellemek, diktatörlüktür.
- Anayasaya göre (bundan daha bağlayıcı hiçbir şey yoktur) “bütün partilere eşit mesafede” ve “tarafsız” olması zorunlu bir cumhurbaşkanının, bir partiyi destekleyen seçim kampanyası yapması, diktatörlüktür.
- “Ben, Anayasa’daki gibi bir cumhurbaşkanı olmayacağımı baştan söyledim” demek, diktatörlüktür.
- 45 günlük hükümet kurma süresi içinde eski partisinden başka bir parti liderine görev vermemek, diktatörlüktür.
- Eski partisinin kurultayına müdahale etmek, diktatörlüktür.
- Parti kurucusu ve TRT’den sorumlu bir başbakan yardımcısının TRT’ye çıkmasının yasaklanması, diktatörlüktür.
- Cumhurbaşkanı olarak zamanlı zamansız “Muhtarlar Toplantısı” yapıp “tarafsızlığı” ve Anayasayı çiğnemek, diktatörlüktür.
vs vs vs…
Asıl önemlisi şudur:
Birinin diktatör olup olmadığına kendisi değil, tarih karar verir!
Ünlem.