İki gün önce, 17 Mart’ta, İsrail’de genel seçimler yapıldı. Böyle günlerde, ülkeler, tüm sorunları, çözüm önerileri ve ulusal duyarlılıkları ile gözler önüne seriliyor ve adeta saydamlaşıyorlar. Ben de, fırsat bu fırsat, bu seçimleri izlemek ve bu arada da İsrail’i daha yakından tanımak amacıyla neredeyse bütün gazeteleri taradım. Fakat hayret! İsrail seçimleri Batı dünyasında en az Yunan seçimleri kadar ilgi görürken, bizim gazetelerde, bir iki istisna dışında, ne bir yorum ne de bir haber vardı, Aslında dış dünyaya ilgisizliğimizi çok iyi bilirim; yine de bu kadarını beklemiyordum.
Türk siyasal hayatı açısından da hayli açıklayıcı olan bu sessizliğin anlamı ne olabilirdi?
Belki şuydu: İsrail’in bizde haber olması için galiba ara sıra Tsahal’ın Gazze’ye çıkarma yapması; kadın erkek, çoluk çocuk demeden kan dökmesi gerekiyor. Böyle durumlarda hepimiz biliyoruz kopan gümbürtüyü. Kimse yersiz olduğunu da söyleyemez. Zulüm ve haksızlıklar karşısında elbette sessiz kalmamak gerekir. İyi de, ya sonrası? Sonra ne oluyor? Sonra etrafı bir sükut kaplıyor. Ve epidermik bir antisemitizmle birlikte yaşanan bir ilgisizlik hüküm sürmeye başlıyor.
Oysa İsrail, barut fıçısına dönmüş bir bölgede yoğun çatışmaların odağında bulunan bir ülke! Sağcısı ve solcusuyla; dincisi, milliyetçisi ve komünisti ile; bilimi ve teknolojisiyle herkesi ilgilendirecek bir yönü olan, bölgenin kaderiyle ilgilenen kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir ülke. Ortadoğu’da ciddi bir politika uygulamak ve de uygulanan politikaları anlamak için çok iyi bilinmesi gereken bir ülke. Ayrıca şu da var. İsrail, çok farklı özellikleri olsa da, sonunda bir Ortadoğu ülkesi; siyasette bizi çağrıştıran yönleri var. Evet, daha uzatmaya gerek yok; ben de merak ettim; bizim gazetelerde bulamadığım bilgileri dünya basınında aradım ve sonunda ortaya -kişisel yorumlarımı da kattığım- bir derleme çıktı.
***
İsrail’de son seçimlere 26 parti katıldı. Bu parti bolluğu her şeyden önce ülkede uygulanan seçim sisteminin sonucu. İsrail’de partiler, seçimlere, coğrafi bölgelere göre düzenlenmiş aday listeleri ile değil, ulusal listelerle giriyor ve toplam 120 milletvekili seçiyorlar. Seçim barajı da % 3,25. Eskiden % 2 idi; fakat geçen yıl –A. Lieberman’ın önerisiyle- Meclis’te yeniden oylandı ve % 3.25’e çıkarıldı. Böylece bu sistem çok sayıda partinin Meclis’te temsil edilmesine yol açıyor ve bu da İsrail’in devamlı koalisyon hükümetleri ile yönetilmesi sonucunu doğuruyor. Ne var ki partilerin İsrail’in en hayati sorunu karşısında iki ana kampa ayrılmış olmaları, koalisyonu da kolaylaştırıyor. Bu sorun elbette ki Filistin Sorunu. Yani ülkede yaşayan Arapların geleceği sorunu. Bunların kendi devletlerine sahip olup olamayacakları sorunu. Bu son seçimlere de damgasını vuran sorun bu oldu.
***
İsrail’de Arap kökenli iki kategori insan yaşıyor. Bunlardan birincisi, 1948’de İsrail kurulurken devlet sınırları içinde bulunan ve bugün sayıları 1,2 milyon kadar olan İsrail vatandaşı Araplar. Tüm seçmenlerin (5,9 milyon) beşte bir kadarını teşkil eden bu kategorinin seçme ve seçilme hakları var ve son seçimlere de birleşik bir liste ile girdiler. İkinci kategoriyi ise kuşatma altındaki Gazze Şeridi ve işgal halindeki Batı Şeria topraklarında yaşayan, ikinci sınıf Araplar teşkil ediyor. Sayıları dört milyonun üstünde olan bu halkın seçme ve seçilme hakları bulunmuyor; buna karşılık Filistin Otoritesi adı altında hayli göstermelik «ulusal konsey»’lerini seçme hakları bulunuyor. Oysa yıllardır açıkça görülüyor ki bunların da kaderleri Gazze ya da Ramallah’dan çok, Telaviv’de –hem de bazen feci bir şekilde- tayin ediliyor.
***
İşte genel tablo böyle ve yanıtlanması gereken soru da şu: Egemenliği altında yaşayan insanlar hukuken böylesine eşitsiz kategorilere bolünmüş olan bir devlet, bu çağda «demokrasi» adına layık mıdır? İsrail halkının çoğunluğu «layıktır» diyor; bununla da kalmıyor, rejimlerinin Ortadoğu’da «tek demokratik rejim» olduğuna inanıyor. Buna karşılık demokrasinin ne olduğunu daha iyi bilen İsrailliler de var ve onlar da konuşuyorlar. Bunlardan Haaretz gazetesi yazarı Gideon Levy, «kaba, şiddetli bir idare altında yaşayan dört milyondan fazla insanın yaşadığı» bir ülkeye demokrasi denemeyeceğini yazıyor. «İsrail, diyor, demokrasi olarak, üstelik sıradan bir demokrasi değil, bölgenin tek demokrasisi (!) olarak nitelenirken, milyonlarca tebaası oy hakkından yoksun bir ülkenin dünyada başka bir örneği yok» (16 Mart, nida işareti yazarın). İşte son İsrail seçimleri de bu ikilem üzerine kuruldu. Bir yanda statüko yanlıları, öte yanda bu durumu kabul etmeyen, Araplar da devletlerini kurmalı diyenler; gerçek demokratlar..
***
Statükocuların başını Likud Partisi lideri Netanyahu çekiyordu. Tutucu lider bu seçim zaferini de «Tek Devlet» sloganı altında kazandı. Aslında zikzaglı siyasal yaşamında o bile bir ara gerçekleri görmüş, üniversitede yaptığı (2009) bir konuşmada «iki devlet» esasını kabul etmişti. Ne var ki, bölgede giderek radikalleşen İslamcılığın da etkisiyle, seçimlere –sonunda seçim yasaklarını bile çiğneyecek bir pervasızlıkla- «ya tek devlet, ya İslam radikalizmi» sloganı ile katıldı; kampanyasını korku seferberliğine dayandırdı; çoğunluğu Kuzey Afrika kökenli olan «mağdur» Sefarad halkı, Batı kökenli «seçkin» Ashkenazi’lere karşı kışkırttı. Parti sözcüleri Likud’u tasfiye etmek için ülkeye yurt dışından milyonlarca doların aktığı söylentisini bile yaydılar. Bibi (Netanyahu), bunlarla da yetinmedi; Amerika’ya gitti; Cumhuriyetçilerin kanadı altında, ABD Kongre’sinde bir konuşma yaptı ve -İran’ın nükleer tehdidi bağlamında- İsrail-ABD ilişkilerini de kendi seçim kampanyasının aracı haline getirdi. Ve elhak! sonunda da başarılı oldu! Seçmenlerin nisbi çoğunluğu, hayat pahalılığına ve Netanyahu ailesiyle ilgili yolsuzluk söylentilerine aldırış etmeyerek, oylarını Likud’a verdi ve 30 Likud’cuyu Knesset’e yolladılar.
***
Likud’un en güvendiği koalisyon ortağı, son hükümette iktisat bakanı olan «Yurdum İsrail» partisi lideri Naftali Bennett. Amerika’da kurduğu şirketi satarak, ülkesine milyonlarca dolarla –ve de gitarıyla- dönen bu politikacı ülkedeki sağa kayışın da en gözde temsilcilerinden biri. Seçime gitar çalarak, «af dileme yok!» (Stop apologising!) sloganı ile girdi ve «Filistin Devleti» sözünü duymak bile istemiyor. «Tevrat’ta yazılı, diyor Bennett, bu topraklar bizim 3800 yıllık yurdumuz; İsrail-Filistin sorunu için görünür gelecekte bir çözüm görünmüyor; o halde bu anlaşmazlık üzerinde anlaşalım ve çözümü ekonomide arayalım».
Aslında bu hukuk diplomalı politikacı Filistin halkına yapılan haksızlığı da yadsımıyor ve onun için de bir çözüm önerisi var. Kurulacak hükümet yeni bir mini-Marshal Planı çerçevesinde İsrail’i kalkındıracak ve Araplar da refahtan paylarını alarak seslerini kısacaklar. Seçimlerden bir gün önce WPost’ta yayınlanan söyleşisinde açıkladığı plan işte böyle.
Netanyahu’nun ikinci büyük koalisyon ortağı da Avigdor Lieberman; Knesset’te 6 sandalye kazanan Yisrael Beiteinu (Evimiz) partisi başkanı. Bibi gibi o da 2009 seçimlerinden sonra ikili devlet çözümü lehinde yazılar yazmıştı. Sonraki gelişmeleri çok daha iyi biliniyor. Yakınlarda da «hain (İsrailli) Arapların kafası baltayla kesilmeli» şeklindeki IŞİD’i anımsatan bir beyanıyla adından söz ettirmişti. Herhalde Türkiye’de de adı iyi bilinen bu politikacı hakkında daha fazla bir şey söylemeye gerek yok.
Likud; Bayet Hayehudi (Yahudi Yurdu); Yisrael Beiteinu (Evimiz).. Üç parti ve üç lider.. Bunlara adını Tevrattan alan iki dinci partiyi de eklersek ufuktaki koalisyonun çerçevesi de ortaya çıkmış oluyor. Şimdi gelelim, madalyonun öbür tarafına; İsrail Meclis’inin (Knesset’in) sol kanadına..
***
Seçimlerde Netanyahu’nun baş rakibi, üstelik sondajlarda önde giden parti Siyonist Birlik Partisi idi. İşçi Partisi lideri İsaac Herzog ile eski adalet bakanı ve Hatnuah Partisi başkanı Tzipi Livni’nin ittifakı üzerine kurulmuş olan bu Birlik, iki devlet ilkesini benimsediği gibi, şu sıralarda Bibi’nin tüm demagojisini dayandırdığı İran-ABD görüşmeleri hakkında da anlayışlı bir tavır sergiliyor. Yine de bu orta-sol koalisyonun lideri, seçim öncesi bir söyleşide, yerleşim politikasını «donduracağını» söyleyememiş, sadece «İsrail’in sorumlu davranması» gereğinden söz ederek, “gelecekteki olası bir anlaşma halinde de yerleşme nloklarının İsrail hegemonyası altında kalacağını” ifade etmişti. Orta-sol liderin ufku da ancak bir noktaya kadar uzanıyordu. Bu düşünceler ülkedeki genel sağa kayışın da bir ifadesiydi.
***
İsrail’in sol eğilimli itibarlı tarihçisi Zeev Sternhell, İşçi Partisi’nin adının “Siyonist Birlik” şeklinde değiştirilmesini bu sağa kayışın en bariz işaretlerinden biri olarak görüyor ve artık İsrail’de “anti-siyonist teriminin bir küfür haline geldiğini” söylüyor (Le Monde, 15 Mart 2015). Dinle milliyetin iç içe olduğu bu ülkede “Siyonizm” genel olarak milliyetçilik demek ve bunun da, ana hatlarıyla, iki şekli var. Sternhell, sağcı siyonizmin iki temel unsuru olarak toprak fethi ve “Yahudi Devleti” ilkesini işaret ediyor. Yani sağcı Siyonizm bir yandan Gazze şeridi, Batı Şeria ve işgal altındaki toprakları “fetih” sayarken, öte yandan da Arapları budala yerine koyarak “Yahudi Devleti” tebaası şeklinde ikinci sınıf vatandaş (Osmanlı “milleti mahkume”si) yaratmak istiyor. Buna karşılık sol Siyonizm, insanın kurtuluşunu toprak fethinin önüne koyuyor ve eşit vatandaş statüsünden ödün vermemeye kararlı görünüyor. Yine de İsrailli tarihçiye göre sol partiler “küçüklük kompleksine kapılarak” sağa kaydı ve ortaya bu tablo çıktı.
***
Aslında Sol yelpazede dinamizm ve yenilik bu seçimlerde Birleşik Arap Partisi’nden geldi. Komünist Partisi Hadesh’in lideri Ayman Odeh’in sağladığı bu Birlik, İsrail siyasetinde ilk kez Araplarla Yahudileri bir araya getirdi ve 14 milletvekilliği kazanarak İsrail’in üçüncü partisi haline geldi. Odeh, Hayfalı bir avukat; model olarak Martin Luther King’i seçmiş ve bir Arap olarak demokrat İsraillileri yanına çekecek uslubu da bulmuş. Ne var ki Birlik Partisi homojen bir yapıda değil, radikal solcuların yanı sıra milliyetçi, dinci Müslümanları da bünyesinde barındırıyor. Fakat herkes demokratik ilkede birleşmiş durumda ve hedef de herkesin eşit olduğu, iki devletli bir demokratik yapı inşa etmek. Partinin bu başarısında Lieberman’ın Odeh’e TV ekranlarında çirkin saldırılarının ve komünist liderin bunlara sakin, fakat kararlı yanıtlarının da rol oynadığını herkes kabul ediyor. Ne var ki sol blokun yenilgisi, Arap Birliği’nin de yenilgisi olarak yaşanıyor ve Arap Birliği onurlu vatandaşlık haklarını artık La Haye’de aramanın hazırlıklarını yapıyor. Ve bu arada yeni hükümetin pazarlıkları da başlamış bulunuyor. Meclis’e soktuğu on milletvekili ve sosyal-seküler duyarlılıkları ile ortada yer alan Moshe Kahlon’un partisi Koulanou (Hepimiz) ise bu pazarlıklarda hayli iddialı görünüyor.
***
Le Monde gazetesi Netanyahu’nun zaferini, “Heyhat! Bibi yine İsrail Kralı” başlığıyla duyurdu. Bilmem, bu başlığı atarken, Fransız gazetesi, kendi ülkesinde yükselen milliyetçiliği ve Marine le Pen’in tüm demokratları kaygılandıran yükselişini de aklından geçirdi mi? Gerçek şu ki aşırı sağ Avrupa’da da güçleniyor ve karşılıklı etki-tepki zinciri içinde Işid Netanyahu’yu, Netanyahu Işid’i ve her ikisi de Marine le Pen’i ve benzer sağcı liderleri besliyorlar. Ve bizler de, Türkiye’de, Haziran seçimlerinin aynı Netanyahu yöntemleriyle tezgâhlandığını içimiz acıyarak seyrediyoruz. Yüz yıl önce Balkanları kan içinde bırakan ve diplomatik kulislerde “Balkanlaştırma” kavramının icadına yol açan oyunlar bugün Ortadoğu’da oynanıyor ve tarih yaptığını sanan bazı zavallılar da, kibirle ve övünerek, bu kirli oyunun gönüllü araçları oluyorlar.