NURETTİN ÖZTATAR
Geçen hafta, Dünya yine bir terör saldırısıyla sarsıldı. Bu kez hedef Fransa’da bir karikatür dergisi oldu. Charlie Hebdo Dergisi, İslam’la dalga geçtiği iddiasıyla saldırıya uğradı. Şeriatçı olduğu öne sürülen kişiler tarafından gerçekleştirilen saldırıda 12 kişi öldü. Sonrasında Fransız polisinin yaptığı operasyonla saldırgan oldukları iddia edilen iki kişi öldürüldü.
Pazar günü yapılan cenaze törenine yüz binlerce kişi katıldı. Törene katılanlar arasında, dinci terörü, kendi ihtiyaçları doğrultusunda destekleyen devlet başkanlarının da bulunması dikkat çekti.
Paris’te gerçekleştirilen bu katliamı soruşturan polisin intihar etmesi şüphelerin artmasına neden olsa da asıl tartışılan konu “teröre karşı alınacak önlemler” oldu. Katliamdan sonra Avrupa Birliği ülkelerinden bakanlar, neler yapılacağını planlamak üzere olağanüstü toplandı. Toplantıya ABD Savunma Bakanı da katıldı. Önümüzdeki günlerde ABD’de yapılacak toplantıda, yeni güvenlik paketlerinin gündeme gelmesi bekleniyor.
Son yıllarda, demokrasiyi ağır bir yük olarak gören ülkeler, bu katliamı kendi amaçlarını gerçekleştirmenin aracı haline getirmeye çalışıyor. Nitekim İspanya’da ihbarcılığı özendiren bir yasa tasarının gündeme gelmesi, sürecin özgürlüklerin kısıtlanması yönünde ilerleyeceğini gösteriyor.
Hatırlanacağı üzere Ortadoğu’da daha fazla kan akması, ABD’deki 11 Eylül saldırılarının ardından başladı. Yeni bir stratejiyi uygulamaya koyan ABD önce Afganistan’ı ardından da Irak’ı işgal ederek güç gösterisinde bulundu. Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme amacıyla başlatılan bu operasyonların en önemli sonucu, müdahale edilen ülkelerdeki yönetimleri devirmek üzere desteklenen dinci örgütlerin giderek kitleselleşmesi oldu.
Ortaya çıkan soruna devletler düzeyinde bakıldığında, ne Avrupa Birliği’nin ne ABD’nin ne de Türkiye’nin “sütten çıkmış ak kaşık” olmadığı biliniyor. Sosyalist ülkelerin kapitalist sisteme entegre olmasının ardından “tek kutuplu” hale gelen dünya siyasetinin aktörlerinin tamamının bugün karşı karşıya kaldığımız vahşette sorumlulukları var. Yani, söz konusu olan devletler olunca, çözümün olanaksız olduğu geçmişte yaşanan pek çok örnekte görülüyor.
Şimdi, bu kanlı katliamın ardından, gündeme getirilen konulara bakıldığında, dünya genelinde halkların yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya olduğuyla anlaşılıyor.
Katliamın Türkiye’ye yansımasına gelince…
Üzerinde en çok konuşulan konu gerçek İslamın ne olup olmadığına ilişkindi. Son yıllarda seküler anlayışların gerilemesine paralel olarak, olan biten her şeyin din üzerinden tartışılması bu olayda da etkili oldu. Dinin, yöneten sınıfların her türlü ihtiyaçlarına göre eğilip bükülebilen, kullanmaya elverişli bir “malzeme” olduğu unutuldu. Dolayısıyla soyut bir “gerçek din” tartışması yürütüldü. Dinin siyasallaşması, başka bir deyişle siyasal ihtiyaçlar için dinin kullanılması, bugün keşfedilen bir yöntem olmasa gerek. Son olarak Diyanet İşleri Başkanı’nın il müftüleri toplantısında 12 kişinin öldürülmesinin karşısına İslam ülkelerinde ölenleri koyması, yine aynı yaklaşımın ürünüydü.
Yıllarca, dinleri kendi ihtiyaçlarına göre yorumlayan devletlerin böyle bir katliamın sorumluları olduğunu söylemekten kaçınıldığı sürece, toplumların geleceği için faydalı bir iş yapmış sayılmayız.
İfade özgürlüğünün hiç ama hiç önemsenmediği bir ülkede, katliamın ardından ifade özgürlüğü yerine ifade özgürlüğünün sınırlarının tartıştırılmak istenmesi de oldukça dikkat çekiciydi. Son yıllarda sık sık dile getirilen “hassasiyet”, “toplum değerleri” gibi kavramlar yine ifade özgürlüğünü karşısında duvar oldu. Oysa, herhangi bir konuda konuşmanın, yazmanın ya da sanatsal üretim yapmanın engellenmesi, toplum olarak özgür olmadığımızın da göstergesi durumunda. Katliam sonrası “korkmuyoruz” diyerek sokakları dolduran “yönlendirilmemiş” milyonlarca kişi, özgürlüğün nasıl mümkün olabileceğini de gösterdi.