Imanuel Kant’ın emir telakki ettiğimiz meşhur aydınlanma düsturu “bilmeye cüret et!” (sapere aude) kulaklarımızda çınlarken, 19. Milli Eğitim Şurası’nda Osmanlıca tokadı yüzümüze öyle bir aşk edildi ki sormayın gitsin… Efendim vaziyet şöyle izah edilebilir; bizim bildiğimiz aydınlanma, olumsuz manada “aydınlanma!” şekline evrilerek bir lamba halini almış ve fakat lambamız sadece kendi çevresini aydınlatmakta malum. Şimdi de bu loş, zifire yakın ışıkla mevzuyu anlamaya çalışalım.
12 Eylül cuntası bütün karanlıkların efendisi olduktan hemen sonra, hayatımızın tüm alanlarını ipotekleye ipotekleye, hürriyetle ilgili her şeyi buruşturup çöpe atarken, mühim bir vazifeyi de ifa etmişti: Türk Dil Kurumu’nun (TDK) tüm ekip ve ekipmanlarıyla tasfiyesi. Bu sadece bir tasfiye değil, bir zihniyet dönüşümüydü. 12 Eylül’den önceki “eski” Türkiye’nin kalıntılarından kurtulmak! TDK’nin buharlaşması süreci en küçük parçalarına ayrılarak gerçekleşecekti. Teşkilatın bir şemsiye altında (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu) anlamsızca küçük parçalara ayrılması ile gerçekleşti tüm bunlar. O zamana kadar (sanırım 1983) dilbilimcilerin, halk bilimcilerin ve bir sürü bilimcilerin gözdesi olmuş Terim Sözlükleri, Derleme Sözlükleri, Tarama Sözlükleri, yöresel-yerel ağızlara yönelik geniş kapsamlı sayısız çalışmaları ile bir dil-kültür birikimi yaratmıştı. Bugün hala mum gibi aranan Türkçe Sözlük bu ekiple en son baskısını 1983’te yapmıştı. Kimler yoktu ki ekipte; edebiyatçılar, tarihçiler, felsefeciler, dilbilimciler…Ne gariptir ki felsefe dili ve hatta adamakıllı bir dil bile olamayan Türkçe’nin dil kurumunun başında uzun yıllar bulunan zat-ı muhterem bir felsefe tarihçisiydi: Macit Gökberk. Kaderin bir oyunu işte…
Dilde “sadeleşme” (özleşme) çabaları, halk deyişlerinden, deyimlerinden, atasözlerinden velhasıl bir halk kültüründen hareketle modern Türkçede yer alabilecek kelime haznesini derinleştirmeyi hedeflese de, milliyetçi-mukaddesatçı kesimin taarruzundan fazlasıyla nasibini almıştı. Dil, bilim ve de mizah seviyesi, “Gökkonuksal avrat”, “çok oturgaçlı götürgeç”, “ulusal düttürü”nün ötesine geçemeyen bu kesimin dimağı tarihe malolacaktı. Ama bir kere sicil bozulmuştu; TDK’nin ne envanterinde ne de herhangi bir hücresinde olmayan terim karşılıkları ile maskaraya çevrilmişti artık, tam bir zafer!
Mukaddesatçı kesimle halvet olmuş kimi televizyon tarihçileri ise “isteseniz de istemeseniz de öğreneceksiniz” korosuna iştirak ederek, “yeni” Türkiye’nin yeni neslinin modern edebiyatımızın (misal Refik Halid Karay) timsallerini, bari Osmanlıca cüz etmesi gerektiğini şehvetle serdediyorlar. Herkesin malumudur ki, değil eski muharrirlerimizin eski yazıyla yazılmış eserlerini, günümüz Türkçesiyle, Latinize edilmiş bir satırını bile okumaya tenezzül etmeyen, hatta adını dahi duymamış gençlere, bir de üstelik Osmanlıca öğretmek katiyen mümkün olamaz! UNESCO’nun yaptığı araştırmada ortaya çıkmıştır ki, vaktinin 6 saatini televizyona, 3 saatini internete feda eden bir millet yılda sadece 6 saatini kitaba tevdi etmiştir. O kitapların çoğunluğu da fıkra kitapları, namaz hocası ve de muhtelif aşk romanlarından ibarettir (1), (5). Necip milletimiz bu kadar az okurken, Osmanlıcadan kime ne yahu! Ne güzel dimi, okumadıkça gelişen ilk ve tek millet, pardon ümmet. Kadir Cangızbay’ın dediklerine kulak vermek gerek: ‘Osmanlıca’, Osmanlı’nın merkez bürokrasisinin kendisini dokunulmaz/nüfuz edilmez kılmaya yönelik olarak oluşturduğu bir kripto-langage; ancak ve ancak belirli bir gruptan olunduğu ölçüde anlaşılabilir kılınmak istenen bir muamma jargon; yani, lengüistik bir zatiyet değil, esas olarak, sosyopolitik bir araç (2).
Elbette Cumhuriyet’ten önce de halkın konuştuğu Türkçe aynıydı, mesele konuştuğu ama yazamadığı dildi zaten. Halen bugün konuşulan ama okunmasına, yazılmasına, öğrenilmesine izin verilmeyen nice dil mevcut değil mi? (6). Osmanlıca daha çok sarayın dili olarak yönetici elitin tekelinde tutulan, kendi sahasında top döndürdüğü ağdalı bir dil. Oysa Cumhuriyet başta dili, okuma-yazmayı, diğer dilleri ıskalamış olsa da Türkçe üzerinden toplumsallaştırdı. Harf devrimi hiç bir şey yapmadıysa, en azından bunu gerçekleştirdi. 20. yüzyılın başında Osmanlı’da okuma-yazma oranı yüzde 10, pek tabi 1928 sonrası hızla artıyor. Efendim gayemiz maarif tarihini irdelemek değil elbette. Ama Harf Devrimi ile ne oluyor biliyor musunuz? Dile ilişkin sistem saydamlaşıyor. Yani Türkçesi şu; dilbilimcilerin deyişiyle Latin harfleriyle harf-sesbirim eşleşmesi yüzde 95 gibi yüksek bir oranla gerçekleşiyor. Sonuçta herkes bu dili daha kolay öğreniyor, okuyor ve yazıyor (3). ‘Eski Türkçede, kelimeyi önceden tanımıyorsan, harflerden kalkarak okumak olanaksız” diyor Cangızbay ve ekliyor, “Oysa bizim fonetik alfabemiz, sonuna kadar demokratik: Hiç bilmediğin, hiç duymadığın bir kelimeyi doğru yazıp doğru okuma imkânı verir; zira, her harf mutlaka bir sese ve hangi kelimede ve kelimenin neresinde ve hangi harfin önünde veya ardında yer alırsa alsın hep aynı sese tekabül eder: Herkes, her kelimeyi doğru yazma ve okuma şansına eşit derecede sahiptir, yeter ki harfleri tanısın ve bunları birbirlerine vurarak hecelemeyi öğrenmiş olsun” (2). Böylece okuma-yazma dili demokratikleşiyor bir nebze de olsa. Darısı felsefesinin, sosyolojisinin başına…
Efendim bizim nesil, meşhur papaz Frederich Copleston’un Felsefe Tarihinin hacamat edilmiş, öztürkçe çevirilerini çatlaya çatlaya okumaya çalışırken (bkz. Hegel’in Tinin Görüngübilimi) ne kadar acı çektiyse, bugünün nesli de Osmanlıca metin okuyarak daha büyük acılara gark olacak emin olun. Bizimkisi en azından Latin harfleriydi, bunlarınki düpedüz hurafe olacak ve asla felsefe olmayacak.
Osmanlıcacılar “Türkçeden ne cacık olur ne de felsefe” dediklerinde, yaşayan en büyük felsefecilerimizden İoanna Kuçuradi mealen “hem de ne güzel olur, sen yememişsin haberin yok!” diye yapıştırmış cevabı. Ve şöyle eklemiş; “Türkçe bugün felsefe yapmaya çok elverişli bir dil. Kullanılan terimler, Batı dillerindeki gibi yüklü değil. Bu da Türkçe felsefe metinlerinin okura ulaşmasını kolaylaştırıyor” (4).
Eğer Osmanlıca basit anlamda Türkçenin Arap alfabesiyle yazılan hali ise o vakit Cumhuriyetin Harf Devrimi’ne ne lüzum vardı? Neden onca şeyi Latinize etmek için bir neslin canı çıktı? Demek ki mevzu derinde…Dilin gelişmesi halkın aydınlanması ise, anadilinde felsefe yapması onun ana sütü gibi hakkı değil mi? 2015’te umutla, dirençle, inatla, herkes, anadilinde bol bol felsefe yapsın efendim. İyi seneler…
(1)“Avrupa’da yüzde 21 Türkiye’de 10 binde 1” http://www.trthaber.com/haber/gundem/avrupada-yuzde-21-turkiyede-10-binde-1-72919.html; ayrıca bkz. http://www.des.org.tr/icerikoku.asp?ids=378
(2) Cangızbay, Kadir (2014) “Hem Cahil, Hem Despot: Osmanlıca’cı”, BirGün, 20.12.2014, http://www.birgun.net/news/view/hem-cahil-hem-despot-osmanlicaci/10663
(3) Göksu, Cüneyt (2014) “Kurumsallaşan Osmanlıca…”, soL Dergisi, Sayı: 19, s.10-11; ayrıca bkz. http://www.birgun.net/news/view/kurumsallasan-osmanlica/11110
(4) Radikal (2014) “Türkçe felsefe yapıyoruz belli ki cumhurbaşkanı bilmiyor”, Radikal, 26.12.2014, http://www.radikal.com.tr/turkiye/turkce_felsefe_yapiyoruz_belli_ki_cumhurbaskani_bilmiyor-1259536
(5) TC Kültür ve Turizm Bakanlığı (2011) Türkiye Okuma Kültürü Haritası, http://www.kygm.gov.tr/Eklenti/55,yonetici-ozetipdf.pdf?0
(6) Karataş, Haydar (2014) “Felsefesiz Türkçe ile Felsefeli Osmanlıca”, BirGün Pazar, 28.12.2014, http://www.birgun.net/news/view/felsefesiz-turkce-ile-felsefeli-osmanlica/11098