Hukuk devleti, devletin hukuk kuralları ile bağlı olduğu, hukukla çerçevelendiği ve sınırlandığı dolayısıyla tüm kararlarının ve güç kullanımının onu çerçeveleyen ve sınırlayan hukuk kurallarına dayandığı bir yönetimi varsayar.
Polis devleti ise düzenin ve idarenin sağlanabilmesi için devletin sınır tanımaksızın her türlü kararı alabildiği, yöneticilerin halka karşı hiçbir hukuk kuralıyla bağlı olmadığı, otokratın ya da otoriter kliğin emirlerinin ve/veya emirnamelerinin birer hukuk kuralı sayılıp yönetilenlerin bunlara kayıtsız şartsız uymasının beklendiği ve ‘sağlandığı’ bir yönetimi varsayar. (Buradaki ‘polis’ kavramı emniyet görevlilerini değil ‘yönetim aygıtını ve gücünü’ ifade etmektedir.)
Seçim öncesindeki Diyarbakır mitinginden bugüne dek yüzlerce insan ya bizzat devletin güvenlik güçlerince ya PKK’nin gerçekleştirdiği eylemler nedeniyle ya da devletin dahli olmaksızın gerçekleşmesi imkânsız olan veya dahlinin olduğu delillendirilemeyen ancak yegâne sorumlunun devlet yetkilileri olduğu bombalı eylemler nedeniyle hayatını kaybetti, kaybediyor.
İradesini hukuk aracılığıyla ortaya koyan bir devletin kendini koyduğu kurallara bağlı sayması, bu kurallara uymak zorunda olması ve uymadığında o kuralların, kuralı ihlal edenlere de uygulanması temel hukuk devleti ilkesidir. Bir hukuk devletinin bağlı olduğu (ya da olması gerektiği) ilk kural yani nomos ise yaşam hakkını korumak ve bu hakkın önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır; aksi halde yegâne sorumlu devletin kendisidir. Bu bağlamda, Haziran ayından bu yana herhangi bir yetkili, gerekçesi ve faili kim olursa olsun icrai ya da ihmali yaşam hakkı ihlallerinden dolayı yükümlülüklerini yerine getir(e)mediği için istifa etmiş, etmemişse etmeye zorlanmış ve/veya hakkında herhangi bir inceleme, soruşturma, kovuşturma ve yargılama başlatılmış mıdır? Bu sorunun cevabı üç beş sembolik örnek dışında koca bir hayır!
Buraya kadarı devletin yaşam hakkını korumakla yükümlü olması ve bu hakkın ihlali halinde doğması gereken genel sorumluluk kuralını işaret ediyor.
Peki yaşam hakkını hedef alan, bu hakkı ihlal etmekten öte hakkın kendisini ortadan kaldıran devletin bizzat kendisi ise? İradesini hukuk aracılığıyla ortaya koyduğunu iddia eden, bunu anayasal olarak ilan eden ancak söz konusu hukuku askıya alıp ‘bir zorba örgüt’e dönüşen devletin yetkililiklerinin kanun önünde hesap vermesi nasıl sağlanacak? Toplumsal mücadeleler tarihi bu soruya dair ipuçları veriyor elbette. Ancak hukuk alanı içerisinden devam edersek, BM ve uluslararası mahkemelerin bu konudaki sicillerinin bozuk olduğunu dile getirebiliriz. Bu ayrı bir tartışma. Ulusal hukuk, yetkililerin yargılanabilmesine kaynaklık edebilecek hükümlere zaten sahip.
Zira TCK madde 77 ‘İnsanlığa Karşı Suçlar’ı düzenliyor:
Aşağıdaki fiillerin, siyasal, felsefî, ırkî veya dinî saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plân doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur:
a) Kasten öldürme,
b) Kasten yaralama,
c) İşkence, eziyet veya köleleştirme,
d) Kişi hürriyetinden yoksun kılma,
e) Bilimsel deneylere tâbi kılma,
f) Cinsel saldırıda bulunma, çocukların cinsel istismarı,
g) Zorla hamile bırakma,
h) Zorla fuhşa sevk etme.
2-Birinci fıkranın (a) bendindeki fiilin işlenmesi halinde, fail hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına; diğer bentlerde tanımlanan fiillerin işlenmesi halinde ise, sekiz yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur. Ancak, birinci fıkranın (a) ve (b) bentleri kapsamında işlenen kasten öldürme ve kasten yaralama suçları açısından, belirlenen mağdur sayısınca gerçek içtima hükümleri uygulanır.
3-Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.
4. Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.
Ayrıca soykırım suçu gibi insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda hiçbir bağışıklık ya da dokunulmazlık, kişiyi yargılanmaktan alıkoymuyor.
Devlet başkanının ‘400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün’ dediği günden bu yana 700’e yakın insan öldürüldü ve delillerin olabildiğince karartılmaya çalışıldığı yaygın intibaına rağmen tüm göstergeler devleti işaret ediyor; ve görünen o ki kamuoyunun göz ardı edilemeyecek bir kesimi bu ölümlerin aslî sorumluları olarak devlet başkanını ve hükümeti görüyor; ancak devlet, bu kanaatin ‘olağan’ hale gelmemesi için bir yandan korku, dehşet salarak yani terör yöntemine başvurarak diğer yandan ise ifade özgürlüğü hakkını adeta her dakika ihlal ederek sorumluların işaret edilmesini engellemeye çalışıyor.
Savcıların büyük bir bölümü ‘otokrasi tellalları’na dönüştüğü için ceza kanunun ilgili hükümleri gereği ‘durum’ hakkında inceleme ve soruşturma başlatma zorunluluğu duymuyor. Halbuki olan biten gün gibi ortada, hükmün dile getirdiği ‘siyasal, felsefî, ırkî veya dinî saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plân doğrultusunda sistemli olarak kasten öldürme, kasten yaralama, işkence, eziyet veya köleleştirme, kişi hürriyetinden yoksun kılma’ fiilleri ağırlıklı olarak Kürdistan coğrafyasında ve Ankara katliamında görüldüğü gibi ülkenin orta ve batısında kimi zaman devletin bizzat yetkilileri tarafından kimi zaman idarenin ‘görmezden gelme/göz yumma pratiği’ kimi zaman da tedbirsizliği, denetimsizliği vs. kaynaklı hizmet kusuru nedeniyle gerçekleştirilmektedir. Medyanın baskılara direnen kesimi bu fiillerin gerçekleştirilmesinden icraî ve/veya ihmalî olarak devletin ve yetkililerinin sorumlu olduğunu hem görsel hem sözel hem de -olaylar silsilesinin aksi bir kanaate imkân vermeyecek biçimde ‘istikrarlı ve tutarlı’ bir teamül/yapılageliş halinde yürüdüğünü- istatistiksel olarak ortaya koyuyor. Zira ‘Mutlak ispat’ın gerek zaman/mekan kaynaklı engeller gerekse failin bizzat müdahalesi ile imkansız hale geldiği/getirildiği momentlerde suçu ve suçluyu bulmanın yolu sözü edilen teamül/yapılageliş ilkesine başvurmaktan geçiyor.
Vakaları tek tek saymaya gerek yok zira liste böylesi bir yazının sınırlarını (maalesef) hayli aşıyor. Delil niteliği taşıyan bulguların büyük bir kısmının tüm yasaklara, baskılara ve baskınlara rağmen medya aracılığıyla ‘ortaya saçılması’ mevcut hukukun askıya alındığı, adalet istencinin hukuk aracığı ile hayat bulmasının engellendiği gerçeğini değiştirmiyor. Böylesi bir hakikatler kümülasyonu ise cari yönetimin kendisini hukuk devletinin varsaydığı ilkelerle değil polis devletinin varsaydığı ilkelerle bağlı kıldığını gözler önüne seriyor.
Ezcümle TC bir hukuk devleti olsaydı devlet başkanı, kabine yetkilileri, sorumlu polis, asker, jandarma, paramiliter unsurlar bu suçu işlemekten yargılanırlardı, en azından haklarında bir soruşturma yürüyor olurdu; ancak bir polis devleti olduğu için söz konusu suçları işlediği, işlenen bu suçlardan dolayı aslî sorumluluğa sahip olduğu iddia edilenler değil, iddianın muhatabı kimselerin suç işlediğini ve işlenen suçlardan dolayı sorumlu olduğunu iddia edenler yargılanıyor ya da insanlığa karşı suçun ‘doğası’ gereği katlediliyor.
Birkaç gün önce yitirdiğimiz Çetin Altan umudu yaşatmak için genelde tüm yazılarını ‘enseyi karartmayın’ diyerek bitirirdi; enseyi karartmadan ‘barışta ısrar’ işte bu kimselerin sözü edilen suçlardan dolayı bir gün yargılanacakları umudunu taşımamızı da mümkün kılıyor.
Zira barış, bu suçların işlen(e)mediği, işlen(ebil)diyse de sorumlularının kanun önünde hesap verdiği bir haldir. Barış kazanacak, kazanmalı..
(T24’ten alınmıştır.)