Arş. Gör. Özge KANTAŞ
Bu bir gezi yazısı olsaydı keşke. Gittim gördüm, şunlar vardı, siz de muhakkak yolunuz düşerse uğrayın, şunu da yemeden gelmeyin diye… Fakat bu gönüllü bir psikologun oraya ilişkin gözlem yazısı, bu bir “gittim gördüm ve yapılacak hala çok şey var” yazısı. Bir de tabi “biz ne yapabiliriz?” çağrısı..
Soma’daydım ocak ayı sonunda… SomaDA’ydım deyişimin sebebi, orada bulunuş vesilem. Soma Dayanışma Ağı olarak bilinen SomaDA Projesi kapsamında, gönüllü psikolog olarak 9 gün boyunca oradaydım.
Şöyle bir rakamlarla hatırlayalım: “13.05.2014 Salı günü saat 15.10’da Manisa’da Soma Kömür İşletmelerine bağlı Eynez bölgesi maden ocağında meydana gelen patlamada resmi makamlardan yapılan açıklamaya göre 301 maden işçisi hayatını yitirmiş, 487 kişi sağ olarak kurtulmuştur.”
SomaDA ise, bir “Psikososyal Destek Merkezleri” projesidir. Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) üyesi 6 sivil toplum örgütü (ki bunlar, Türkiye Kızılay Derneği, Türk Psikologlar Derneği, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, Türkiye Psikiyatri Derneği, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Derneği, Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği’dir) ilk günden beri Soma’da gönüllüleriyle bulunuyor. Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) dediğim oluşum, bu 6 meslek örgütü tarafından oluşturulmuş bir protokoldür ve sekreteryasını Kızılay yürütmektedir. Oradaki mevcut çalışmalarını derinleştirerek, yaşanan travmanın yıkıcı etkilerini bertaraf edebilmek için, APHB farklı il ve ilçeleri kapsayan geniş bir alanda uygulanmak üzere SomaDA (SOMA Dayanışma Ağı) adı verilen bir proje geliştirdi. İşte ben de bu vesileyle, Türk Psikologlar Derneği gönüllüsü bir psikolog olarak gittim.
Oralara hiç yolunuz düştü mü, bilir misiniz bilmiyorum; çok dağınık bir coğrafya. Zaten kazada yaşamını yitiren madencilerimizin 17 il, 35 farklı ilçede defnedilmiş durumda. Bu nedenle SomaDA, Manisa’nın Soma ve Balıkesir’in Dursunbey ilçelerinde 2 psikososyal destek merkezi oluşturulması ve bu merkezlere bağlı olarak çalışacak gezici ekiplerin diğer ilçe ve köylerde hizmet vermesini hedeflemiş. 31 Aralık 2014 itibariyle, giden uzman sayısı, yapılan etkinlikler, yürütülen çalışmalarla ilgili rapora şu linkten ulaşabilirsiniz (1). Örneğin, halen faaliyet göstermekte olan İMBAT maden ocağı çalışanları ile yapılan 22 grup çalışmasında 228 kişi ile çalışılmış; veya maden yakınlarında tahsis edilen bir konteynerde, kaza sonrasında arama kurtarma çalışmalarına katılan 266 kişi ile 29 psiko-eğitim grup çalışması yapılmış ve yüzlerce bireysel görüşme gerçekleştirilmiş.
Ben size benim gördüklerimi anlatayım. Ben yazdıkça gözden kaçırdığımı düşündüğünüz şeyler var mı, bu eksende Mülkiyeliler olarak biz neler yapabiliriz vs, böylece bunları başka platformlarda da tartışma imkanı buluruz böylelikle. Zira, acıyı travmayı bireysel alana çekip, sadece psikologlar aracılığıyla kişisel sağaltım sağlamaya çalışmaya devam etmek çok işlevsel değil kanaatimce. Ve “önce Mülkiye, sonra Türkiye” diyen bir camianın muhakkak orası için yapabilecekleri vardır. Zira SomaDA Projesi’nin koordinatörü, psikolog arkadaşım Çiğdem’in de bir madenciden aktardığı gibi “madenin altı ölüm, üstü zulüm..” Ve, APHB’nin ve Türk Psikologlar Derneği’nin yapabildiği şeyler kadar, yapamadıkları da var…
Travma ve Yas
İşlerin işle(me)yişini anlatmadan önce belki biraz travmanın ne olduğundan bahsetmekte fayda var; ki daha sonra, bireysel ve kitlesel düzeyde travmanın beraberinde getirdiklerinden de bahsedebileyim. Size travmatik yasın tanı kriterlerinden bahsetmeyeceğim. Tedavi yöntemlerinden de… Belki de sadece Janoff-Bulman’ın (1992) acı veren bir olay, kayıp veya acı yaşayanlar için söylediklerini aktarsam bile yeter: “Bütün sağkalanlar artık başlarına kötü şeyler gelebileceğini, incinmezliğin bir yanılsama olduğunu fark ederler.” Ki bu da, kurbanlardan sağ kalanlara, örselenişlerini daha da derinden hissettirir. Travma sonrası yaşanan streste veya tutulan (belki de tutulamayan) yas sürecinde ise, kişi travmatik olayı, zorlantılı ve tekrarlayıcı şekilde, hatırlamak ile unutmak, yaklaşmak ile kaçınmak üzere çatışık (ve büyük oranda çelişkili) bir çaba harcar (Kellerman, 2013). Latince “haeret lateri lethalis aroundo” diye de tabir edilen ve “ruhumuza demir saplandığında..” anlamına gelen travmayı, fiziksel bir özlem ve karşı çıkış, korku ve öfkenin yanı sıra derin bir boşluk ve kayıptan oluşan tepkisel bir evre takip eder. Demirin illa ki bedene saplanması gerekmez; burada, esasen ruha saplanmıştır. Ve acı veren duygular, imgeler ve görüntüler farkındalığın dışına itilir; ama bedende yabancı madde gibi psikosomatik bulgular şeklinde saplanıp kalır. Aşırı uyarılmışlık veya dış dünyaya ilgisizlik, hiç bir şeyden ve hatta yaşamdan keyif alamama, iştahsızlık, uykusuzluk, vb hep bundandır. Yanı sıra, öfke patlamaları, faciayla ilgili görüntülerin ve anıların sık sık tekrar canlanması, kişilerin işlevselliğini kaybetmesi, suçluluk ve çaresizlik hisleri, arkadaş ve aile ilişkilerinde bozulmalar en çok gördüğümüz sıkıntılardır.
Vefat eden 301 maden işçisinin aileleri, yakınları, yaralı olarak madenden kurtulan madenciler ve yakınları ve arama kurtarma ekiplerinde görev almış ekipler, orada SomaDA gönüllülerinin öncelikli olarak ilgilendiği kişiler. Herkes, örneğin arama kurtarmada görev almış madenciler, ekiplere destek veren yerel halktan kişiler,emniyet mensupları, cenazelerin yer aldığı soğuk hava deposunda çalışmış kişiler, birincil derecede olmasa da bu faciadan oldukça olumsuz etkilenmiş. Dolayısıyla sadece 301 madencinin ailesi ile ilgilenmek ve geri kalan kişiler üzerindeki etkiyi göz ardı etmek olmaz; ama dediğim gibi APHB’nin de imkanları kısıtlı. İlçede herkes mutlaka madende çalışan, madende vefat eden ya da arama kurtarmaya katılan birilerini tanıyor. Yas bitmemiş, acı dinmemiş. İki evden birinde bayrak asılı, “şehidimiz var” diyorlar. Hare hare yayılan travmanın, facianın büyüklüğü ve etkisi tahmin edilenin çok ötesinde. Soma’daki Psikososyal Destek Merkezi’nin sorumlusu psikolog arkadaşım Cansu, ulaşılması gereken ve planlanan kişi sayısının 11 bin gibi bir sayı olduğunu söylüyor. Doğal bir afet değil de insan eliyle oluşturulmuş bir travma oluşu da verilen tepkiler açısından da farklılıklar doğuruyor. Esasen orada en temel olarak, benim de diğer gönüllü arkadaşların da yapmaya çalıştığı bu yas sürecine eşlik etmek, acıya ortak olmak destek olmak… Bir diğer deyişle, kurbanın insan onurunu onarmayı denemesi için ona verdiğimiz desteği vurgulamak. İnsanların böylesi süreçlerde verdiği tepkiler arasında öfke çokça yer tutuyor. Bu yasla beraber gelen öfkenin ise, ifade edilmesinin engellenmemesi, oradaki insanlarla duygularının konuşulması üzerine teşvik edilmesi gerekir. (“Aklımızda bulunsun” no:1)
Maalesef duyguların nasıl dışa vurulması gerektiğinin ve hatta hangi duyguların yaşanabileceğinin dayatıldığı o ilk süreci belki hepiniz hatırlarsınız. Markette tokat yiyenler, sokak ortasında tekmelenenler… Akabinde değişen ifadeler, çarpıtılan yaşantısal bellekler, Soma’daki insanlara şunu söyler “Diyeceksiniz ki ‘Vatan sağolsun’; şehitlik ile sevinecek, ev ve para yardımıyla yetinecek, nankörlük etmeyeceksiniz!”. İnsanların acısını ve örselenmişliğini ifade etmesine nasıl da izin verilmediğini, ve oraya giden Enerji Bakanı’nın “kaç gündür aynı gömleği giyerek” orada bulunarak nasıl da lütufta bulunduğunun vurgulanışını hatırladım yine. Sonra orada görüştüğüm, faciada oğlu ölen bir annenin sesi doldurdu kulaklarımı: “Oteller doldu bürokratlarla, yardıma gelenlere yer kalmadı”. İşte yandaki o market, “Yeşil Portakal”; üstteki de gönüllülerin o zaman kalmaya pek yer bulamadığı, bürokratların doldurduğu, Soma’nın görece en iyi otellerinden biri “Linyit Otel”.
Kömür’lü Yaşam
Bir otelin adının “Linyit” oluşu, bir madenci lokalinin adının “Azot” oluşu gibi bir çok ipucu, kömürün ve madenciliğin Soma’nın sosyal alanı için ne kadar önemli olduğunu da vurguluyordu sanki. Fiziksel olarak kömürün varlığından bahsetmiyorum bile… Kömürün termik santrallerde kullanımıyla oluşan çevresel etkiler, Boğaziçi Universitesi’nin Soma Çalışma Grubu’nun yayınladığı rapordan da şöyle özetlenebilir(2): Bitki örtüsü, tarım alanları yok edilmiş, dağlar eritilmiş halde… Madencilik olduğu kadar atık kömür de bir sorun. Kömür taşlarla birlikte çıkarılıyor ve sonra temizleniyor. Atılan taşların arasında kalan kömürler havayla temas edince yanmaya başlıyor. Bu atıkların üstleri gerektiği gibi kapatılıp havayla temasları kesilmediği için tüm Soma kömür kokuyor.
Bu koku da, adeta ölüm kokusuyla eş ve o kadar ağır ki… En az, madende işçiler üzerinden komisyon kazanan “dayıbaşı”nın varlığı kadar ağır. En az, zaten bir hak olarak görmedikleri iş güvencesi eksikliği kadar boşlukta bırakıcı. En az, iş güvenliği önlemi alınırsa kaybedilmekten korkulan “erkeklik” vurgusu kadar ezici. En az, önlerine konan işsizlik korkusu kadar tehditkar. En az, yer üstünde değil de madende çalışırsa daha erken emekli olabileceğinin ölümcül cazibesi kadar vurucu. En az, madende çalışmanın “kahramanlık” ama yer üstünde çalışmanın “korkaklık” olduğuna dair algı kadar çarpık. En az, katlandığı ölüm korkusunun “şehitlik” payesi ile geçiştirilmesi veya tazmin edilmesi kadar haksız…
Dedim ya, her iki evden birinde Türk bayrağı asılı; “şehidimiz var” diyorlar. Allah onu bizden daha çok sevmiş ki yanına almış diye teselli buluyorlar. Hayatta kalanlar suçluluk duyuyorlar, “ben ölmedim, o öldü” diyorlar.. “Oğlumu madene işe ben sokmuştum” diye kendilerinden utanan babalar var. “Abimin sürecini takip edebilmek için hukuk okumaya başladım” diyen kardeşler de var. Henüz iki ay önce, aralık ayında toplu bir kısa mesajla işten çıkarılan 2800 işçi daha var. Örgütlülük az, sendikalılaşma oranı ve etkililiği düşük.(3) Aralarında sonsuz bir hüzün girdabında olanlar var; “yer üstünde çalışıp 1200 TL alacağıma, evde oturur 900 TL işsizlik maaşı alırım” diyenler de var.
Çalışmanın kendisine yüklenen anlam sadece ekonomik iken, kıt kanaat elde edilenlere minnet ve başa gelenlere tevekkül şart koşulmuşken; çalışıyor olmanın bireysel, sosyal ve psikolojik anlamını belki de en güzel kavrayabilenler yine kadınlar. Artık çoğu çalışmak istiyor. Kimi zaten çalışmak zorunda kalmış, kimi kadına çalışabilme yolu zaten anca böyle açılmış, kimi kadınsa çalışmayı hiç düşünmediği gibi çalışmak ihtimalini düşkünlük ve hakaret sayıyor (“Kocam başımda olsaydı, bu durumlara düşer miydim?”), kimi için de öldürmeyen yara güçlendirmiş ve adeta travma sonrası büyüme yaşamış… Acı güzellemesi değil yaptığım; aralarında öyle iki güzel grup var ki! Anlatmadan geçemem. Biri Soma merkezde “Somalı Emekçi Kadınlar”, diğeri Soma’nın Yırca Köyü’nde “Kömürün isi değil, sabunun misi” diyen kadınlar. Biraz güzel şeylerden de bahsedelim mi?
Kadınlar ve attıkları adımlar…
“Aysun Abla” adında bir kadınla tanıştım. Evet onun adı “Aysun Abla”; büyüğü, küçüğü, tanıdığı tanımadığı neredeyse herkes ona öyle diyor. Eşi, Ege Linyitleri’nde mühendis olarak çalışmış yıllarca, emekli olmuş; ama Soma’dan kopamamışlar. Aysun Abla yıllarca kendi çocuklarına yaptığı organik tarhana, turşu, salça, erişte ne varsa şimdi Soma’lı kadınlarla kooperatif kurmuş; birlikte yapıp satıyorlar. Bazen hiç kazanmıyorlar, bazen haftada her biri 30’ar lira falan kazanıyor; ellerinde parayı sallaya sallaya pazara koşuşlarını anlatıyor Aysun Abla. O onların ilk ekonomik özgürlüğü diyor. Bırakıp gidemem burayı, diyor, bu kadınlar benim her şeyim. Bize yardım et, diyor Aysun Abla.. Gidince anlat hocalarına, onlara da yaptıklarımızı kargoyla yollayalım, diyor. Öğrencilerin anlar mı bu işten? Bunları nerede nasıl pazarlayabileceğimizi anlatsalar, sipariş almanın bir yöntemini söyleseler, yol gösterseler bize, diye soruyor. (“Aklımızda bulunsun” no:2) Bir kaç üniversite çağırmış, stand açıp satsınlar diye. Kocasının küçük arabasının arkasına doldurup, atlayıp yollara götürdüklerinin hepsini satsalar, benzin parası anca çıkıyor. Çoğu yerde de zaten, satmaya gelene kadar vakit, kaynatmışlar erişteleri, öğrencilere öğle yemeği olsun diye çağırıp yedirmişler gençlere. Onlar öğrenci, satamasak da olur, yesinler, diyor.
Alevi Kültür Derneği onlara aşevlerini açmış, üretimi orada yapıyorlar. Onlarla grup çalışması yapmaya gitmiştim, öncesinde bana da yedirdiler yaptıklarından. Böyle lezzetli, böyle gerçek erişte yememiştim! Bu yazıyı yazacağımı söylediğimde hemen belirtti Aysun Abla, “şu an turşumuz kalmadı ama bak tarhana istiyorlarsa kargoya vereyim hemen!” Bir web siteleri yok, tanıtım pazarlama işine bakan kimse yok, bir muhasebecileri var, bir de kendileri. Gelen “aa ne güzel olmuş, elinize sağlık çok iyi bir iş başarıyorsunuz” diyor, sonra da gidiyormuş Aysun Abla’nın dediğine göre. Kendileri biliyor zaten ne kadar doğal, ne kadar kaliteli iş yaptıklarını; ihtiyaç duydukları turistik bir övgü değil kalıcı bir sipariş ağı ve sürdürülebilir bir iş akışı. İzmir’den bazı firmalar gidip analizlerini yaptırmışlar. Yüzde yüz organik raporları var ama firmalar vermiyorlarmış onlara. Siz yaptıklarınızı bize verin, kendi etiketimizi yapıştırıp biz satarız diyorlarmış. Bunu istemiyorlar; onların kıpkırmızı salçası da “kırmızılı kadın” direngenliğinde. Kendi emekleri bilinsin, duyulsun istiyorlar. Sipariş istiyorlar! Bu yazıyı okuyanlardan da, onların ürünlerinden isteyen olursa ben cepten arayacakmışım Aysun Abla’yı; ,o fakülteye de Mülkiyeliler Birliğine kargolarmış. Ispanaklı, kerevizli, domatesli, havuçlu, biberli ve salçalı olmak üzere 6 çeşit erişte var; kilosu 14 lira. Turşu 10, tarhana 12,5, resimdeki karışık salça 17,5… Öyle işte… Aklınızda bulunsun.
Ve Yırca! Soma’nın köylerinden biri Yırca… Onların hayatı zeytin ve kömür salınımındayken kesilmiş zeytinleri. Faciada kaybettikleri birisi yok; ancak zeytinlerinin yası hala sürüyor. Kesimin yarattığı travmatik acıları hala taze.. Yine de onlar hem biraz daha güçlü, hem de biraz daha şanslı. Güçlüler; adeta zeytinleri gibi. Ölmeyiz biz, kestikleri yerden tekrar üreriz, fidan süreriz diyorlar. Şanslılar; bir sivil toplum kuruluşu Yırca direnişine destek için gittiğinde onlara destek olma kararı da almış. Ve sabun yapmayı öğretmiş bu kadınlara; hep birlikte atölye kurmuşlar. Artık onlar geçimlerini sağlamak için “kül dağı” dedikleri yere bırakılan kömürlü termik santral atıkları arasından kömür seçip çuvalı 10 liradan satarak geçimlerini sağlamak zorunda değiller. Zeytingillerden en kırılgan olanı diye, Yasemin koymuşlar hediyelik sabunlarının adını. Hikayelerini anlatan videoyu izlemenizi tavsiye ederim.(4) Onlarla iki gün grup çalışması yaptım. Yiten zeytinlerden sonra hayatta kalabilmenin katartik deneyimini çalıştık uzun uzun. Sabun üreticisi olmanın, yani yeni bir “anlamın” bildiriminin veya güvencesinin kendisinin; bireyin kişiliğinin restorasyonunda nasıl ilk adımı oluşturabildiğini kanıtlıyor adeta onlar.
Onların emekleri daha profesyonelce ulaşıyor müşteriye. Katalogları bile var.(5) Bazen bir otel sipariş veriyor, bir anda yüzlerce; bazen de tek tük alan oluyor sosyal medyada veya televizyonda gördüklerinde. Hayalleri var; şu Kolin gitsin, termik santral yıkılsın, biz sabun fabrikası kuralım, kadın erkek bir arada çalışabilelim diyorlar. Hem köyün işsiz erkeklerine de iş verirlermiş, hem de belki o kadar büyürmüş ki Soma’daki kadınlar erkekler de madene mecbur kalmaz buraya işe girerlermiş. Onlar konuştukça ben umut doluyorum. Yürekleri de ufukları geniş; zaman perspektifleri çok geçmişten en ileriye uzanıyor. 300-500 yıl yaşayan zeytin ağaçları gibi. Termik santral şimdi para kazandırır, torunumun ektiği domatesi salatalığı öldürür diyorlar.
Gazeteciler gelmesin artık diyor bir kadın, diğeri diyor ki gelmezse bizi kim tanıtacak; orta yolu buluyorlar, tamam tamam ama yalnızca fotoğraflarımızı çekip çekip de gitmesinler, bize destek olsunlar! Büyük mağazalar varmış, diyorlar. IKEA mesela, diyor biri.. İzmir’e bir gittiğinde görmüş. Nah şu bizim köy okulu kadar mum reyonu var, bizim de sabunlarımıza stand açsınlar satılsın dursun işte! diye devam ediyor. Köy okulunda sobanın etrafında, psikodramatik oyunlar oynadıkça açılan ufukları dile geliyor, konuştukça içimiz ısınıyor işte… Kimi kazandığı parayla çeyizini düzüyor, kimi kızını okutuyor; ama hepsi daha da çok çalışmak, üretim yapmak istiyor. (Aklımızda bulunsun no:3)
Yapılacak şey çok
Halkevleri’nin kurduğu Madenci Evi var örneğin. Bir pazar kahvaltıya davet ettiler bizleri. Madenciler ve aileleri ile dayanışma kahvaltısı yaptık. Sohbetlerimizden çarpıcı noktalar vardı. Bir madenci diyor ki “Gazdan korksaydık, madene girmezdik!”. Ama arkasından da ekliyor: “Buradaki madenciler, her gün ölümle burun buruna gelmekten korkmuyor o şartlarda çalışırken; fakat örgütlülük veya direniş dedik mi gaz diyor toma diyor polis diyor, korkuyor!” Başka bir madenci anlatıyor sonra, bir gün vardiyaları bittiğinde nasıl da geri dönemediklerini. Denetim var diye, onların çalıştığı kanalın ağzına duvar örmüşler. Onlar da duvarı yıkıp bir baksalar ki, denetime gelenlerle burun burunalar! Meğer şirket, denetime gelenlere “orada çalışan kimse yok” demiş,duvarı da üstlerine örüvermiş. Ne diyeceğimi, ne tepki vereceğimi bilemeden dinledim. “Ee sonra ne oldu?” bile diyemedim. Şirketin ceza alıp almadığını sormaya dilim varmadı; alacağım cevaptan korktum belki de… Anlattılar, anlattılar. Kömür taşıdıkları vagonlarda nasıl arkadaşlarının cesetlerini taşıdıklarını, nasıl birbirlerinin üstüne basa basa çıkmaya çalıştıklarını, nasıl başka çareleri olmadığı için tekrar madende çalışmak zorunda hissettiklerini…
Madenci Evi’nde hem erkekler hem kadınlar, grup çalışması talep ettiler. Biri hala madende çalışan erkekler grubu, biri işsiz kalan erkekler grubu, diğeri de karma bir kadın grubu. Erkeklerle ayarlanılan gün ve zamanda gerçekleşemedi grup. Daha sonrası için tekrar ayarlama istediler; ben artık dönmek zorundaydım. Aklımın bir köşesi onlarla hala, tekrar gittiğimde ayarlayacağız. Dedim ya yapılacak şey hala çok.
Ama belki de Soma’daki erkeklerin en çok “erkek muhabbeti”ne ihtiyaçları var. Hem işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili davranışsal değişikliklere gidebilecekleri güvenli bir muhabbet (zira işyerlerinde aldıkları inanılmaz göstermelik!), hem de toplumsal cinsiyet rolleri ve cinsiyetçilikle ilgili güvenebilecekleri bir perspektif. Çünkü kahvelerde dönen muhabbet, eşini kaybeden kadınlar için hayli örseleyici… “Gencecik güzel kadın dul kaldı; kim bilir içinde ne yangınlar vardır, nasıl söndürecek?!” diye bıyık altından döndürülen muhabbetlerden bahsediyorum.
Psikososyal Destek Merkezi’nde de kadınlarla çalıştım. “Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz…” diyor birisi, defalarca her gün her gün bu şarkıyı dinleyerek geçirmiş günlerini. Zaten acıları yetmezmiş gibi, bir de başka baskılarla uğraşıyorlar. Sosyal yardımların, sosyal değil de maddi biçimde; eşit değil de, keyfi ve yetkililerin kendisini kurtarmak için yaptığı bir faciadan bahsediyoruz. Yakınlarını daha önceki kazalarda kaybedenler de öfkeli; ille yüzlerce kişinin aynı anda mı ölmesi gerekiyordu yardım almak için diye… Mesela bir sene önce öldüyse, mesela o kazada sadece 8 kişi öldüyse! “Bizimkilerin canı can değil miydi” diyorlar haklı olarak. Fakat öfkeleri şu an yardım alanlara yönlenince, sosyal doku zarar görmüş. “Oo size de piyango vurdu” diyenler, “bu da kocasını gömdü, şimdi hayatını yaşıyor” diyenler… Ha bir de eşi hayatta olan bazı kadınlardan geliyor son darbe: “Soma dul ve zengin kadın doldu, eşlerimize sahip çıkalım!” İşte yardımların neye, kime ve ne zamana göre yapıldığının belli olmadığı Soma’da, ölen bir madencinin annesinin gözyaşlarıyla dolu çığlıkları vardı, durumu özetleyen: “Dünyayı verdiler, Soma’nın üstüne para yığıp susturdular! Oğlumu getirmez ki geri” diyen… Travma ve yasın beraberinde gelen hayata küsme ve yaşamdan keyif alamama durumuna değinmiştim zaten. Tam da onu söylüyor eşini kaybeden kadınlar: ” ben ardımda yaş bıraktım/ ağlayan bir eş bıraktım/ sol yanımı boş bıraktım/ siz benim kime küstüğümü/ nerden bileceksiniz”. Tabi sosyal haklar ve diğer mevzular var bir de… İnsanlar haklarını çok az biliyor; örneğin dava takibi, dilekçe yazımı, ödenen aylıklar kimin hakkı, gelinler ve kayınvalideler çatışması, mikro kredi kullanıp ne yapabilecekler, peki ya imam nikahlılar ne yapacaklar (?)… (Aklımızda bulunsun no:4)
Vaziyetler, işleyişler..
Her ne kadar Afetlerde Psikososyal Hizmet Birimi (APHB) “İlk günden beri planlama, uygulama, izleme değerlendirme süreçlerinin tamamında AFAD (T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) , Sağlık Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB) ile koordineli bir çalışma yürütülmektedir.” dese de, APHB’nin olanakları sınırlı ve kısıtlı. Tüm bunları anlattıktan sonra, bir de işlerin nasıl işle(me)diğinden bahsetmekte fayda var. Benim bildiğim, gördüğüm, duyduğum, konuştuğum kadarıyla da toplumsal afet gibi, paylaşılan travma gibi bir durumun, hem kurumlararası hem de kurumlarüstü acil ve uzun soluklu eylem planı gerektirdiği açık ve ortadayken, iş zaten bakanlıkların arasındaki sürtüşmeyle başlamış. İlk etapta sorumluluğu Sağlık Bakanlığı üstlenmiş gibi görünüyor. Ancak Sağlık Bakanlığı’nın benimsediği “Hastalık/depresyon/yas var; onu iyileştireceğim” perspektifinin değil de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın benimseyeceği disiplinlerarası bir çalışmanın baş rol oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu ise, afetzedeyi sistemli olarak bölgeden ve/veya acıdan uzaklaştırmadan, yasını yaşayabileceği, öfkesini dile getirebileceği, kendi “hayatta kalma” gücünü açığa çıkarıp hem psikolojik hem sosyal hem de hukuki ve iktisadi anlamda başa çıkma becerilerini geliştirebileceği bir eylemler planıyla olabilir. İş cinayetleri bu kadar politikken, bakanlık veya devlet politikası olarak değil de “Bakan”ların eğer konu ilgilerini yeteri kadar çekiyorsa uygulayabilecekleri kişi politikası veya “maksat bakanlığımızın adı geçsin” motivasyonuyla dahil olacakları bir süreç hem etkisiz kalır, hem de travmanın sağaltılmasında bütün yükü sadece gönüllülerin omuzlarına yıkar. Biz gidersek, siz giderseniz, o giderse orada işler yürür. Ama hiç bir devlet birimi “Orası afet bölgesidir, ihtiyaç vardır, geçici süreli dahi olsa, orada gerekli multidisipliner kadro tahsis edilmeli ve kadro oluşturulmalıdır” diye düşünmez. APHB de, duruma eleştirel yaklaşmaktan imtina eder; çünkü devletin ora için uyguladığı etkili bir afet politikası olmadığı gibi, bu eksiği kapatmaya giden gönüllülerin de meslek örgütlerinin de kendileriyle “iyi” geçinmelerini bekler.
Soma’da faciadan önce ve sonra artan herhangi bir önlem, atanan fazladan bir yetkili (örneğin koca ilçede, hastanede hala tek bir psikolog ve psikiyatr çalışmakta, onlar da oradaki hali hazırdaki popülasyonun rutin hasta rotasyonuna bile zor yetişmektedir ki, faciadan etkilenenler de gidip sıra numarası alsa kim bilir onlara sıra ne zaman gelecektir), gönüllüler/sivil toplum kuruluşları haricinde gerçekleştirilen tek bir eylem veya etkinlik olmadığını gördüm. Kızılay’ın bile bir milyon TL’yi bulan şartlı bağışının, bölgeye aktarılmadığı söylenmekte… Yani söylenene göre, Kızılay’a o para, Soma’da kullanması için verilmiş; ancak Kızılay bölgeye aktarmamış. Yine aynı şekilde bir çok bağışın AFAD hesabına geçmediği, elden toplanan bağışlara vurgun yapılmış olabileceği ile ilgili gazete haberleri de var..(6)
Ve SomaDA projesinin destekçisi Borusan ve Allianz! Örneğin, daha önce dediğim gibi, orası geniş ve dağınık bir coğrafya; ancak SomaDA projesinin gönüllülerinin evlere, köylere gidip gerçekleştirebilecekleri ziyaret ve ihtiyaç taramaları için hem araç hem de benzin ihtiyacı var. Yanda gördüğünüz gibi, yine sponsorlar tarafından verilen araç, benim gibi oraya giden tüm gönüllülerin eli kolu ayağı idi. Fakat bunu kim karşılamalıydı? Gerçekten Borusan veya Allianz mı, yoksa Kızılay gibi bir kurum yapamaz mıydı sizce? Yine şu an en büyük gider kalemi benzin ve SomaDA Projesi bir benzin sponsoru aramakta.. (“Aklımızda bulunsun” no:5)
Anlatabileceğim bir sürü nokta, anı, anektod var… Ama dedim ya, amacım hem kısaca gönüllü bir psikolog olarak gittiğim Soma’yla ilgili gözlemlerimi anlatmak hem de size “biz ne yapabiliriz” diye sormak. “Aklımızda bulunsun” diye bazı noktaları vurguladım yazı boyunca. Şimdi elimizde neler var ona bakalım kısaca. Biz bu dönem Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü 3. sınıf öğrencileriyle yürüttüğümüz Seminer I dersini alan 11 öğrenci ile Soma ile ilgili alan çalışması yapmaya karar verdik. Onlar için ne yapabileceğimize dair planlama ve hazırlanma sürecimiz burada olacak, vizelerden sonra ise bir haftalığına gidip orada bunları gerçekleştirmeye çalışacağız. Belki proje yazacağız, belki minik eğitimler düzenleyecek; ama ne olursa olsun sendikacılık, istihdam, iş güvenliği işçi sağlığı, sosyal haklar, kadın girişimciliği, iş hukuku, çalışma psikolojisi gibi bilgiler ışığında alanı görmüş olacağız. SomaDA projesi ekibi bizi heyecanla bekliyor orada; fakat dediğim gibi onların çok kısıtlı bir bütçesi var. Bizim oraya gitmek için en temelinde, yol ve konaklama ihtiyacımız var. Bizi destekleyen öncelikle bölümümüz var, daha sonra destek olabileceğine inandığımız fakültemiz ve Mülkiyeliler Birliği var. Soma Kaymakamı Mehmet Bahattin Atçı da bir Mülkiyeli. Bir de sendikalar var, bize destek olabileceğini düşündüğümüz.
Soma’lıların dışarıdan gelenleri ilçeye sokmadıkları, yabancıları istemedikleri, “ne işiniz var” diye hesap sorduklarına dair söylentiler, oraya gitmeye gönüllü olanları endişelendirmekten başka bir şeye yaramıyor. Çünkü “sizin için geldik, nasılsınız demek istedik” diyen herkese, “nerelerdeydiniz, niye daha önce gelmediniz” diyorlar. Orası Türkiye’nin hala en çarpıcı gerçeklerinden biri.. SomaDA ihtiyaç devam ediyor, ve bizi de bekliyorlar. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nden on bir öğrencimle bu dönem, alan araştırması dersini orası için/orada yürüteceğiz. Bize ve Soma’ya maddi manevi destek olur musunuz?
*SBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
————————————————————————–
[1] http://www.psikolog.org.tr/assets/uploads/file/APHB_SOMADA_Raporu_TPD.pdf
2 Boğaziçi Üniversitesi Soma Çalışma Grubu’nun videosu https://www.youtube.com/watch?v=YoGhLMVuPj8#t=295
Boğaziçi Üniversitesi Soma Çalışma Grubu’nun raporu: Ge-li-yo-rum Diyen Facia
https://dl.dropboxusercontent.com/u/109201518/Ge-li-yo-rum%20Diyen%20Facia.pdf
3 “Direneceğiz ama direnmek için destek gerekiyor” https://www.youtube.com/watch?v=IWeEemw1uWk&sns=fb
4 Kömürün isi değil, sabunun misi! https://www.youtube.com/watch?v=Pw5jNt-WRlo
5 Yasemin katalog https://drive.google.com/file/d/0B1Ldit5bqnAJM0U5cmlqU1MwUVU/preview?pli=1
6 http://www.karsigazete.com.tr/gundem/drogbanin-somaya-bagisladigi-paralar-nerede-h27325.html