…Ve elbette ki sevgilim elbet
Dolaşacaktır, elini kolunu sallaya sallaya
Dolaşacaktır, en şanlı elbisesiyle işçi tulumuyla
Bu güzelim memlekette hürriyet
Nazım Hikmet
Malumdur memleketin ve dünyanın ahvalinin takibatı ses hızını aştığından, ahkâm kesmek kolay olmuyor tabiatıyla. Kısa bir süre içinde Charlie Hebdo katliamına dair yazılanlar, çizilenler öyle bir büyüdü ki, bu gidişle bir külliyat olacak. Neyse, bir yerden başlamak gerek.
Efendim seneler evvel Hrant Dink’in İstanbul’daki cenazesine katılan 300 bini aşkın insanın, o gün Türkiye’de toplumsal muhalefetin bulup bulabileceği en kalabalık kitle olduğunu düşünmekteydim (ne tesadüftür ki Hrant da Ocak ayında katledilmişti; 19 Ocak 2007). Hatta o günlerde protestolarda atılan “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına “malum” çevrelerden verilen tepkileri görünce, “benim hâlâ umudum var” şarkısını unutmaya başlamıştım. Artık her şey eskisinden farklıydı. Katliamlar, komplolar, irili ufaklı, içli dışlı harpler, harp stratejileri, provokasyonlar daha neler neler… Toplumsal muhalefeti bastıracak her tedbir mubahtır nitekim “ne gerekiyorsa yapılır”. Bir tanesi Hrant’tan önce (Trabzon Rahip Santoro cinayeti Şubat 2006) ve diğeri de hemen sonra (Malatya Zirve Yayınevi katliamı Nisan 2007) zaten yapılmıştı da. Ümitsizlik öyle tavan yapmıştı ki sormayın gitsin. Ta ki Haziran isyanına kadar. Sonrasında neler yaşandı neler.
Geldik bugüne. Bakın daha yenilerde Cumhuriyet gazetesi baskını, Tan Matbaası baskınını (1945) aratmasa da, az daha gerçekleşmek üzereydi. Tehditlerin bini bir para. Paris katliamının hemen akabinde yurtta ve dünyada Umberto Eco’sundan, Slavoj Zizek’inden, Graham Fuller’inden, yerli twitter kahramanı fuat avni’sine kadar muhtelif cinste felaket tellalı zuhur etti; ne tahliller, ne senaryolar, ne komplolar… Efendim, bütün bu kerli ferli zevata bakarsanız, İslam âleminde bir “Otuz Yıl Savaşları”nın patlak vereceğini zannedersiniz. Yani pek yakında İslami Kalvinistler, Lutheryenler bile çıkabilir. Ve bunlar Selefilere, Vahabilere karşı amansız bir mücadeleye girebilir.
Meselenin özü bütün âlemde faşizm denilen hastalığın nüksetmesidir. Tarihten envai çeşidini bildiğimiz bu kuvvetli arzu, derin buhranlardan, sosyal hassasiyetlerin baş gösterdiği değişik memleketlerde çabucak büyümekte, dallanıp budaklanmaktadır. Bunun için rahmetli Eric Hobsbawn’ın 20.yüzyılı anlattığı Aşırılıklar Çağı adlı eserine bakmak kâfidir. Öyle umacı, müneccim, Nostradamus olmaya gerek yok; dünya iktisadi ve sosyal buhrana sürüklendikçe, siyasal rejimler, şiddetin “devletli”sine veya “devletsiz”ine, aklınıza gelen ve gelmeyen her çeşidine sarılıyor. Otoriterleşiyor ve sonu (çok affedersiniz) faşizme kadar giden cereyanları doğuruyor. İşte şimdi öyle bir eşikteyiz herhalde. Bakmayın siz Eco’suna, Fuller’ine harbin ismi ne medeniyetlerin harbi ne de dinlerin boğazlaşması, kavga basbayağı faşizmin yanında olanlarla ona karşı olanlar arasında vuku bulacak! Kavgaya kıyafet mi yok; kâh fundamentalizm, kâh kutsallara hakaret. Dün de öyleydi, bugün de öyle, yarın da öyle olacak…
Charlie katliamından sonra 11 Ocak 2015’te düzenlenen yürüyüşte Paris, mahşeri bir kalabalığa tanık oldu. 1,5 milyonu aşkın insan meydanlardaydı. Ne ilginçtir ki bazıları için bu yürüyüş, herhalde zorlama bir yorumla olsa gerek, “emperyalizmle dayanışma gösterisi”ydi (1). Liderlerin siyasi mazilerine bakıp yürüyüşün burjuva unsurlarına dikkat çekmekle, iktidarın dilini kullanmak arasında ince bir çizgi bulunuyor. Neticede “hangi yüzle o yürüyüşe katılmışlar?” sorusu, bir muhalif için katliamın protestosundan bağımsız olarak düşünülmeli. Öyle ki bu “pek muhalif” arkadaşların, herkesten evvel ifade hürriyetine olmazsa olmaz raddesinde ehemmiyet vermeleri şart. Sebep? Sebebi şu efendim; ifade hürriyeti, dünyevi bir kutsal olmayıp, diğer tüm hürriyetlerin anahtarı ve hatta başlangıç koşulu, bir nevi topa başlama vuruşudur. Dahası bu hürriyeti ferdi bir manada değil de sosyal boyutuyla tasavvur etmeniz gerekir; çünkü ifade hürriyeti kişinin kendisi için değil kendi dışındakiler için istediği ve savunduğu bir vazgeçilmez satıhtır. Adeta ifade hürriyetinde hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün hürriyetlerin yeşerdiği yerdir.
Şimdi iş dönüyor dolaşıyor şurada düğümleniyor; hürriyet herkes içinse nasıl tarif edilecek? Üstelik ifade hürriyetinin kutsallara dair hududu yurtta ve dünyada uhrevi kutsallar ve dünyevi kutsallar olarak ikiye ayrılırken. Herkese göre bir elbise olamayacağına göre. İşte tam da burada, herhangi bir kutsal tarif etmeye başladığınız noktada, emin olunuz ki efendim, ifade hürriyetinden gıdım gıdım eksiltirsiniz. Çünkü her kutsal ister dünyevi isterse de uhrevi olsun bir hükümdür. Hükmolunduğu anda her şey ona göre tarif edilir ve hudutlar çiziliverir. Voltaire bile gelse sizi kurtaramaz alimallah. “Ama efendim hakarete göz mü yumacağız?” dediğimizde de hakareti biz tarif etmiş olmuyor muyuz? Kimine göre hakaret kimine göre letafet, kimi içinse haysiyet, ehemmiyet yet yet…bunun sonu yok ki!
“En hakiki İslam bu değil, yok bunlar hakikaten Müslüman olamaz” tartışması için bakın Ümit Kıvanç ne diyor: “Gerçek İslâm bu değil”cileri anlıyorum. Hem insanın hakikati kabullenmesi çoğu zaman kolay değildir hem de sahiden, gerçek İslâm bu olmayabilirdi. Ne yazık ki, artık bunu söylemeye hakları yok, çünkü vahamet, gerçek İslâm’ın ne olduğunun tartışılabileceği aşamaları çoktan geçti. Kendilerini kandırabilirler belki, ama dönüp dolaşıp bin dört yüz yıl önceki kısacık bir Asr-ı Saadet’i hikâye etmekle başka kimseyi kandıramayacaklarının sanırım onlar da farkındadırlar. Tabiî ki uçuruma giden bu yoldan dönüş mümkün; ama böyle bir gayret, sanırım hiç bilmedikleri ve alışık olmadıkları cinsten bir cesaret gerektiriyor” (2).
İfade hürriyetinin geldiği nokta memleketimizde nerede biliyor musunuz? “Din (kültürü ve ahlak bilgisi) derslerinde Aleviliğe de yer açtık, o da kenarda oynasın işte yazık!” düzeyinden bir santim ileri gitmemiş. İleri gitmemekle kalmayıp, gerilemiş de. Bakınız baş teologumuz ne buyurmuşlar, “12 milyon insan katledildiğinde ses çıkarmayan insanlığın sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izledik”. Ne müthiş bir mukayese di mi! Zizek de bu noktayı vurguluyor zaten; “batılı liberaller kendi suçlarını sorguladıkça, Müslüman fundamentalistler tarafından, kendi İslam nefretlerini daha da gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmakla suçlanmaktalar.” (3). Başteoloğun bu açıklamasından günler önce ve Charlie katliamından hemen sonra Kerem Altıparmak nefis bir yazıyla bu tip tezlere ders niteliğinde cevap vermişti. “Kardeşim dünyanın her yerinde bir sürü insan ölüyor, 12 kişi Avrupalı olunca mı değere biniyor?” ve “Ama onlar da dinimize hakaret ettiler, bunu hiç konuşmayacak mıyız?” tezlerine, Altıparmak; “Charlie Hebdo katliamını diğer sivil katliamlardan ayıran özellik niceliği değil, niteliği. Bu katliamda hayatını kaybeden sanatçılar sadece mizah yaptıkları, görüşlerini çizgiyle aktardıkları için hunharca katledildiler. Sadece onlar değil, bir daha kimse o konuda konuşamasın, çizemesin diye. Onu aşan çok daha büyük bir anlamı var. Dinin ve özellikle de İslam’ın siyasetin kalbine oturduğu günümüzde, meşruiyetini bu inançtan alan siyasilerin eleştirilmesine yönelik bir saldırıdır Charlie Hebdo’ya yapılan. Bu yüzden 12 canın ötesinde, demokrasiye, ifade özgürlüğüne, mizaha, topyekûn özgür bir dünya anlayışına yapılan bir saldırıdır” diyerek cevap veriyor (4).
“Benim hürriyetimin hudutları seninkinin başladığı yerde biter” mavalı yıllarca okundu durdu. Halbuki, hürriyet dediğimiz şey tek başına yenilip içilen bir şey değil ki. Başkaları (ötekiler, diğerleri vb.) ile manası olan, yaşanan ve tadı çıkarılan bir şey. Yani kolektif bir hissiyat. Ferdi manada hürriyet de ancak böylelikle bir karakter kazanabiliyor. Çünkü hürriyet tapulanıp, satın alınamıyor ki (gerçi bedelli askerlik, kefaletle tahliye bunun istisnası). Ferdin hürriyeti, herhangi bir otoriteye tabi olarak değil de ondan sıyrılarak cisimleşiyor. Burjuva toplumunda bunun hududu ve biricik kutsalı, “mülkiyet hakkı”dır. Modern toplumda hürriyet onunla başlar onunla biter. Dünyada en hür kategori, sermayenin dünyanın her yerinde açtığı hudutsuz birikim şubeleridir. Orada ne ülkeler ne de onların hududu vardır. Sermayenin birikimi önünde herhangi bir mani olamaz, ona kimse mani olamaz! Siyasal veya sosyal kimlikler, ister etnisite, ister inanç, isterse de cinsel nitelikte olsun; her an onun önünde diz çöker. Ona biat ederler. Her nevi hürriyet, onun şartlarını herkes için mecburi bir mikyastır.
Memleketimizde hürriyet aşığı liberallerimiz pek fedakârlar, pek şekerler efendim. Bakınız neler yumurtluyorlar hür dimağlarından; “yani Charlie katliamı lanetlenmeli evet, ama buranın da Türkiye olduğu unutulmamalı dimi, burası İsveç, Norveç değil ki. Yani bazı hassasiyetler var onlar bilinmeli”. Sizin işiniz hassasiyetler tarif ederek, kısıtlar yaratmak değil, hürriyetin önündeki engelleri kayıtsız şartsız kaldırmaktır. Yani memleketimizin bizzat Norveç, İsveç olmasını arzu etmek değil de nedir? Şimdi benim aklıma gelen sizinkine de gelmiştir eminim. Usta gazeteci Attila Aşut hatırlatıyor sağ olsun Fransa’nın Madımak’ı yazısında. Sivas’ta katliamdan önce Aziz Nesin’i bir gazeteci sinirlendirmeye çalışıyor ama üstat kaçın kurası; Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri romanının yayınlanması teşebbüsünün Müslümanları tahrik ettiğine dair sorusuna (Müslüman camia, Peygamber efendimizin hanımlarına, mübarek zevcelerine dil uzatılmasından elbette ki rahatsız oluyor; tahrik oluyorlar…) yapıştırıyor cevabı, “Olsunlar, ne yapalım. Tahrik olunca insan saldırmaz. Tahrik olunca, herkes tahrikin derecesine göre tepki gösterir. Medeni insanlar, aydın insanlar bu tepkiyi yazı ile, konuşarak, bildirerek anlatırlar. Yoksa böyle ‘hart’ diye saldırmazlar. Adamı öldürmeye kalkmazlar…” (5). İfade hürriyetinin “günah işleme”, “canlıları öldürme” vb. hürriyeti olmadığını anlatan nefis bir cevap. Maalesef bu cevap Madımak yangınını engelleyememişti.
Hepimiz hürriyetten ne anlıyoruz? Şüphesiz herkesin bir cevabı var ama önemli olan doğru soruları sormakta. Kimisi şunu söyler hemen: Fikir hürriyeti sonuna kadar var memleketimizde. Orwell’ın fikir polisi (aman sarayın Orwellcıları duymasın!) beynimizi okumadığı sürece elbette. Herkesin her şeyi düşünmesi hürriyetinden bahseden kim? Herkesin fikri kendine. Mevzubahis olan, fikirlerini hür bir şekilde ifade edip edemediğinde. Yani eğer varsa bir hürriyet iradesi, ateşi, ifade hürriyeti üzerine bina edilmeli, gerisi lafı güzaf.
Meselenin bir yanı da insanımızın tutumu, yönetici elit veya entelektüel tayfa ne düşünüyormuş falan, o sadece bir kısmı. Bakın memleketimizde nasıl oluyor bu işler. Charlie Katliamını protesto etmek için İstanbul Beyoğlu’nda toplanan, çoğunluğu gazeteci olan kalabalık yürürken “sokaktan geçen” birkaç vatandaş itiraz ediyor. Vay efendim neden yürüyordunuz da falan filan. Başta Bolu’da ve memleketin bir çok vilayetinde yılbaşı kutlamalarını protesto etmek için Noel Baba kovalayan bir milletin ferdi olduğunuza göre bunlar pek de garip olmasa gerek.
HDP milletvekili Altan Tan, nefis saptamalarıyla vatandaşın hislerine tercüman olmuş; bakın ne demiş: “Şimdi Hindistan’da bir toplumdasınız ve her gün kesilen inek resimleri yayınlıyorsunuz. Demek ki belanızı arıyorsunuz, yani eğer öyleyse. Sırf sosyetik olacak, fikir özgürlüğü olacak, üç tane sahte naylon beyaz Türk beni alkışlayacak diye dinimden imanımdan vazgeçecek halim yok” (6). İfade hürriyeti de “bir yere” (orası nasıl bir yerse) kadarmış demek ki…İzahetmeyeçalıştığımıztamdabu.
Şimdi bir şeyi ıskalamamak gerek. “Egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir” manzumesinden hareketle, Türkiye’de büyük sermayedarın, yatırımları ve işleri tıkırında gittikçe, ne demokrasi, ne insan hakları ne de bir gram da olsa ifade hürriyetinin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Mesele mülkiyetse, gerisi teferruattır. Her şeyin en kutsalı, bugün ve daima “mülkiyet hakkı”, teşebbüs hürriyetidir, var mı daha ötesi? Hülasa, demem o ki iktisadiyatımızın da buyurduğu gibi biricik mülkiyet hakkının yarattığı sermaye devresi ile aşık atacak hiçbir kutsal daha dünyaya gelmemiştir. Ne iktidarlar, hükümdarlar gelmiş geçmiş bu hakkı ilga edememiş. Kendileri ilga olmuş… Bütün iktidarlar her şeyi kendi kontrolüne alma hırsıyla şehirleri, meydanları ve bilcümle mekânları merkezileştirmektedir, yani baskıyı arttırmaktadır. Rahmi Öğdül ne güzel söylemiş: İktidarın ütopyası bizim distopyamızdır! (7)
Ne zaman laiklik meselesi tartışılsa ilk akla gelen ülke neden hep Fransa’dır? Sistem, model, yönetim, anayasal rejim… Peki neden? Neden olacak batı dünyasında hürriyet dediğimiz şey, binbir mücadele, harple, kanla, canla kazanılmıştır da ondan. Her bir ferdin hakkı hukuku dediğimizde toplumun hürriyet hudutlarını tarif etmekteyiz. Bunun ana unsuru da dünyevi olandan, yani laiklikten hareket etmek. İnanıp inanmamaktan değil de, tüm insanların maddi gerçeklerinden, sosyal şartlarından hareket etmektir mesele. Hakkını hukukunu manen değil de maddeten tarif etmektir. Hürriyet, kutsalları tarif ederek değil, etmeyerek, ettirmeyerek, iradeyi, irfanı ve de vicdanı hür kılarak başlar. Ondan sonrası gelecektir; yeter ki cesur olun KORKMAYIN!
Kaynaklar
(1)Savran, Sungur (2015) “Hepimiz Charlie de Gaulle’üz”, http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/hepimiz-charlie-de-gaulleuz, (13.01.2015)
(2)Kıvanç, Ümit (2015) “Katliamı Savunmak, Katliam Savunmaktır”, http://riyatabirleri.blogspot.com.tr/2015/01/katliam-savunmak-katliam-savunmaktr.html (07.01.2015)
(3)Zizek, Slavoj (2015) “Kötüler Gerçekten Yoğun Bir Tutkuyla mı Dolular?”, (Çev. Cem Yarar) http://t24.com.tr/haber/kotuler-gercekten-yogun-bir-tutkuyla-mi-dolular,283431 (12.01.2015)
(4)Altıparmak, Kerem (2015) “Charlie Hebdo Katliamını Meşrulaştıran İki Kötü Teze Cevap”, http://mulkiyehaber.net/?p=2676 (10.01.2015)
(5)Aşut, Attila (2015) “Fransa’nın Madımak’ı”, http://www.birgun.net/news/view/fransanin-madimaki/11868 (12.01.2015)
(6)Erden, Tozbey Müjde (2015) “Altan Tan ve Charlie Hebdo”, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/mujde-tozbey-erden/altan-tan-ve-charlie-hebdo-105422 (16.01.2015)
(7)Öğdül, Rahmi (2015) “Labirentteki İktidar”, http://www.birgun.net/news/view/labirentindeki-iktidar/11754 (09.01.2015)