Özgecan Aslan, bütün dünyanın kendi ihtiyaçlarının giderilmesine hizmet etmesi gerektiğini düşünen erkekler tarafından, hakim erkeklik kültürünün “şanına yakışır biçimde” katledildi. Birkaç gün sonra İstanbul’da bir kadının, eşi tarafından öldürüldükten sonra 30 parçaya ayrılmış cesedi bir çöp konteynırında bulundu. Tıpkı yıllar önce Münevver Karabulut cinayetinde olduğu gibi.
Kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin münferit olmadığı, eğitim düzeyi, mesleği ne olursa olsun erkekler tarafından her gün işlenen cinayetlere bakıldığında anlaşılıyor.
İster sistemden kaynaklandığını söyleyelim, ister yaşam koşullarına bağlayalım ya da dinlerin buna alan açtığını düşünelim, açık olan bir şey var ki kadınlar her gün en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülüyor. Sorunun salt bir eğitim sorunu olarak ele alınamayacağı da ortada. Ama diğer taraftan sorunun çözümü için eğitimin bütün aşamalarında yeniden ele alınması gerektiği de açık.
Erkekliğin yüceltilmesine, dokunulmazlığına dayanan sistem, kadına yönelik, tecavüz ve cinayet de dahil her türlü “tasarrufu” yapma hakkını kendinde bulan kişiler yarattı. “Aslında kadın cinayetleri artmadı, sadece görünürlüğü arttı” diyen cinsiyetçi zihniyetin, bu cinayetleri meşrulaştırmaktan öte bir anlamı da olmadı.
Sorunun bir diğer boyutu ise son yıllarda “öteki” olana, “farklı” olana nefretin giderek artması, hatta bunun kışkırtılmasıdır. Toplumsal kültürün de yataklık ettiği bu durum, sadece kadınları değil bütün geleceğimizi tehdit ediyor.
Bugüne kadar daha çok bir kadın sorunu olarak yaşanan ve yansıtılan bu sorun çoktandır bir erkek sorunsalına, erkeklik sorunsalına dönüşmüş durumda. Doğumdan itibaren özenle yetiştirilen erkek cinsinin hangi süreçler, hangi ihtiyaçlar, hangi güdülerle, kendini hayatın tek hakimi olarak gördüğünü kendi deneyimlerimize bakarak anlayabiliriz.
Diğer taraftan, varlığını ve devamlılığını “erk”e borçlu sistemlerin böyle sonuçlar doğurması, böyle erkekler yetiştirmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Evde, sokakta, iş yerinde her gün ve her türlü yöntemle yeniden ve yeniden üretilen bu kültür, eşitlik ve özgürlük gibi özlemlerin gerçekleşmesini de engelliyor. Oysa, özgürlüğe ve eşitliğe dayalı bir “yaşama kültürünü” inşa edebildiğimiz ölçüde insanlığın geleceğinin karartılmasının önüne geçebiliriz.
O çok sık dile getirilen devlet organlarının rolünü de unutmamak gerekir.
Yasama organı, yıllardır kadınların maruz kaldıkları şiddeti ortadan kaldırmak için ciddi hiçbir düzenleme yapmıyor. Sorunu imdat butonlarıyla çözmekten öte bir yasal mevzuat oluşturmaktan özellikle kaçınıyor.
Yürütme organı, bırakalım sorunları çözmeyi, Ortaçağ’dan kalma zihniyeti yeniden üretmek ve yaygınlaştırmak için ne gerekiyorsa yapıyor. Kadın bedeninin saç telinden tırnağa kadar erkeğin malı olduğunu dile getirmekten bile kaçınmıyorlar.
Yargının durumu daha da kötü. Kadınlara yönelik şiddet ve cinayetlerde katilleri cezalandırmamak için kırk takla atan bir yargıyla karşı karşıyayız. Bu çabası da anlaşılmaz değil. Düzenin devamında bu “aktörlere” ihtiyaç olduğunun farkındalar.
Dolayısıyla, birbirlerinden ayrı olduğunun propagandası yapılan bu üç temel organın temel amacı-varlık nedeni ise var olan düzeni olduğu gibi korumaktan, eşitsizlikleri derinleştirmekten, özgürlükleri sınırlamaktan öteye geçmiyor.
Ya dördüncü kuvvet olarak yansıtılan medya? Bütün iğrençlikleriyle, kadın bedenini kendi ticari amaçları için kullanıyor ve daha kötüsü yaygın erkeklik anlayışının yeniden üretilmesinin temel araçlarından biri haline geliyor. Onlar için işlenen cinayetler daha çok okunmak, daha çok “tıklanmak” anlamına geliyor.
Ve bizler… Başka bir dünya için, başka bir toplum için bir araya gelmekten, birlikte yıkmaktan, birlikte kurmaktan başka olanağı olmayan bizler…
Kurulacak bu toplum bugünün koşullarına-dayatmalarına, cinayetlere, şiddete boyun eğmeyenlerin direnciyle, emeğiyle mümkün olabilir. Tıpkı 2013 Haziranı’nda olduğu gibi.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ