Oben Can Kutay
Sulakyurt’a vardığımızda inişli, çıkışlı ve karşıdan sürekli esen rüzgârlı yolları gerimizde bırakmıştık. İlk gün birlikte pedalladığım Harun, bu güzergâhta da bisikletiyle birlikte eşlik etti. Küçük ilçenin bir o kadar küçük meydanında gördüğümüz ilk lokantada çorbalarımızı içerken, güneş de son konumuna geçmiş, mesaisini bulunduğumuz coğrafyada sonlandırmak üzereydi.
Çorbaları içtikten sonra ilçe girişine yakın bir parkta akşam çayını hazırladığımızda yanımıza gelen çocuğun ilk sorusu, “Abi siz bu bisikletlerle nereden geldiniz?” olmuştu. Gülerek sorusunu cevapladıktan sonra, adetten olsa gerek adını, yaşını ve okula gidip gitmediğini sordum. Bir er edasıyla hızlıca sorularımı cevapladıktan sonra başladık sohbet etmeye. Aziz, 14 yaşındaydı ve Kırıkkale’de sağlık eğitimi veren bir liseyi bu yıl kazanmıştı. Sulakyurt’un küçük olduğunu, arkadaşlarıyla arada sırada çevre köylere gezi yaptığını aynı hızla aktarırken, sözcüklerine bisiklet sürdüğünü de sıkıştırmıştı. Söylediklerinin bitmesiyle birlikte bisikletinin nerede olduğunu söylememle, oflaması bir olan Aziz, bu defa da bisikletinin sürekli patlayan lastiğinden dert yanmaya başladı. Haftada bir ilçeye uğrayan çerçiden iç lastik almış olsa da sonucun hep aynı olduğunu can sıkıntısıyla tekrarlaya tekrarlaya anlatmaya devam ederken Harun da demlediği çayı getirmişti. Aziz’le sohbetimize çay molası verdikten kısa bir süre sonra bisikletinin lastiğini yapabileceğimizi söylediğimizde, evinin uzak olduğunu, arkadaşlarıyla buluşacağını söyledi. Kısa süre sonra da yanımızdan ayrıldı.
Güne meşhur Elmadağ rampasını çıkarak başladık. Bir önceki günden, belli bir kısmını yol aldığımız için Kırıkkale il sınırı içerisinde bulunan Irmak Kasabası’na tatlı bir iniş gerçekleştirerek, Kırıkkale yönüne doğru pedal çevirmeye devam ettik. Ufak iniş ve çıkışlardan sonra Kırıkkale’ye ulaşmıştık. Ufak soluklanmanın ardından Balışeyh’e doğru sürdük. Yol üzerinde satılan ‘bal kavun’dan tattık. Çeşmelerden akan suları es geçmeyerek Balışeyh’in merkezinde bulunan Sulakyurt yol ayrımına bisikletlerin gidonunu kırarak yolumuzda ilerledik.
Harun’la çadırları kuracağımız yeri düşündüğümüz esnada Aziz bir kez daha yanımıza geldi ve gelir gelmez “Abi buraya çadır kurmayın, gece çok sivrisinek oluyor, belediyenin misafirhanesinde kalın, babam belediyede çalışıyor, konuşurum babamla” dedi. Bu sefer de biz Aziz’in teklifini teşekkür ederek kabul etmedik. “Peki abiler siz bilirsiniz.” Havanın kararmasıyla birlikte kafa lambalarımızı takmış çadırları kuracağımız uygun yeri ararken, Aziz de ‘ne yapıyor bunlar’ der gibisinden gözleriyle her hareketimizi izlemekteydi. Bir kaç dakika sonra Aziz bisikletinin tekerini yapıp yapmayacağımızı sorduğunda bir kez daha yapabileceğimizi söylediğimizde koşarak uzaklaştı ve yaklaşık yarım saat sonra bisikletli iki arkadaşıyla birlikte geri geldi. Aziz’in bisikletini almaya gittiği süre içerisinde sivrisineklerin saldırılarıyla muhatap olmaktan ne çadır kurabilmiştik, ne de doğru düzgün bir çay içebilmiştik.
Sulakyurt’a doğru ilerlediğimizde yol düz gibi görünse de hafiften tırmanıyorduk. Karşımızdan sürekli esen rüzgâr hızımızı düşürse de hem doğanın güzelliği hem de sürekli çeşme başlarından geçişimiz neşemizden bir şey götürmüyordu.
Aziz’in patlağını tamir ederken, sonradan Aziz’in babası olduğunu öğrendiğimiz kırklı yaşlarda gösteren bir kişi yanımıza gelerek, patlağı yapıp yapamayacağımızı sorup, başlayacak olan sohbetimizin kıvılcımını ateşlemişti. Patlağı tamir etmiştik. Aziz’in babasına sohbet esnasında kampçı işi kahve bile yapmıştık. Aziz’in babası da burada çadır kurmamamızı, belediyenin konuk evinde kalmamızı söylemişti. Sivrisineklerin sohbet esnasında bile birçok yerimizi soktuğu kaşınmalarımızdan anlaşılıyordu ve diretmeye de gerek yoktu. Aziz’in babası telefonu oğlu Aziz’e verdi ve Aziz kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı; “Başkanım merhaba ben Aziz. Buraya iki bisikletli abi geldi. Parkın oraya çadır kuracaklar, ama burada çok sivrisinek var. Konukevinde kalabilirler mi? Evet.. Tamam başkanım..Sağolun başkanım. İyi akşamlar.” Aziz, belediye başkanıyla konuşmuştu ve bizim konukevinde kalmamız için izni adeta koparmıştı. “Abiler siz benim lastiğini yaptınız, ben de size kalacak yer ayarladım.” Gülüştük. Aziz’in babasıyla vedalaştıktan sonra Aziz ve iki arkadaşıyla birlikte pedallarımızı konukevine doğru çevirdik.
Sulakyurt’a 10 kilometre uzaklığın kaldığını belirten tabelayı geride bırakmamızla birlikte yokuştan aşağıya bisikletleri bırakarak Sulakyurt’a kadar gittik. Bu güzel iniş, çıkmış olduğumuz yokuşlar ve sürekli esen rüzgâr karşısında kazanılan bir ödül gibiydi. Ne demişler, her çıkışın bir de inişi vardır.
Konukevine vardıktan sonra Aziz ve iki arkadaşıyla vedalaştık. Aziz’e okul hayatında başarılar dilerken, o da bize iyi yolculuklar temennisinde bulunmayı ihmal etmedi. Turun ilk günlerinde Anadolu insanının dayanışmacı ruhuna bir kez daha şahit olmak mutluluk verici bir deneyimdi.
Yeni gün başlamış, kahvaltımızı yapmış ve yola hazır konuma gelmiştik. Balışeyh’ten bu yana pedal çevirdiğimiz yol istikametinde devam ediyorduk. Hedef Çankırı’ydı. Sulakyurt’un bir kaç köyünü geride bıraktıktan sonra Çankırı ilinin sınırları içerisine dâhil olduk. Sağlı sollu kavun tarlaları geride bırakılmış, o kavun tarlalarında bulunan bir kaç tane kavunun tadına bakılmış, önceki günden beri sürekli karşımıza çıkıveren çeşme başlarından akan sulardan kana kana içilmiş… Kızılırmak’a vardığımızda saat öğleyi geçiyordu. Öğle yemeğini yedikten sonra, bir saat kadar dinlenerek tekrar pedallara asıldık.
Kızılırmak-Çankırı Yolu’nun ilk 7 kilometresinde yapılan yol çalışmasından dolayı tozu, pisliği soluyarak ilerledik. Hafif iniş ve çıkışlar eşliğinde pedal çeviriyorduk. Balışeyh’ten Kızılırmak’a kadar bolca nasiplendiğimiz çeşmelerden eser yoktu. İlerledikçe haliyle su içiyorduk, bitiyordu. Önümüzde ne çeşme vardı, ne de yerleşim yeri. Yolu yarıladığımızda sularımız tamamen bitmişti ve boğazımız kuru kuru yola devam ediyorduk. Bir kaç dakika daha bu şekilde gittikten sonra arka lastiğimin patladığını farkettim. Aksilikler başlamıştı. Bisikleti uygun bir yere koyduktan sonra yaklaşık beş yüz metre ilerde hayvanlarını otlatan kişiye hem seslenmeye başladım, hem de su mataramı sallıyordum. Çırpınışlarıma Harun da eşlik edince uzaktaki adam geliyorum der gibi bir işaret yaparak aksi yönde koşmaya başladı. Adamın ne yaptığını merakla izlerken tek düşüncem kana kana su içmekti. O an bisikletin patlağı umurumda bile değildi, nasıl olsa bir şekilde onarılacaktı. Adamın koşarak eşeğine doğru gittiğini, eşeğiyle bizim bulunduğumuz yere gelmeye çalıştığı zaman anlayabildik. Beş dakika kadar sonra adam gelmişti ve yaklaşık iki litre suyu da yanında getirmişti. Teşekkürlerimizden ve ayaküstü sohbetten sonra, bindiği eşeği hayvanlarına doğru çeviren adam Çankırı’ya yirmi beş kilometrenin kaldığını da söylemeyi ihmal etmedi. Bir solukta payıma düşen suyu içmiştim ve aynı hızla patlayan lastiğimi de onarmıştım.
Yola kaldığımız yerden devam ettik. Kısa bir süre gittikten sonra boğazlarımız tekrar kurumaya başlamıştı. Önümüzde yerleşik yaşama dair bir görüntünün olmayışı ise ayrı bir trajediydi. Belli bir süre gittikten sonra, susuzluğa dayanamayarak bisikleti sağımda bulunan bariyere yanaştırarak su mataramı aldım ve Harun’a da yaptığımı yapmasını söyledim. Beş dakika sonra uzaktan beliren arabaya su mataralarımızı salladığımızda, araba bir kaç metre ilerde durdu ve koşa koşa arabaya doğru gittim. Arabanın sağ koltuğunda bulunan kişi kola şişesinde bulunan suyu verirken, ilk benzin istasyonunun beş kilometre ileride olduğunu da söyledi. Yaklaşık iki litre olan suyun payıma düşenini yudumlarken, sudaki kola aroması umurumda bile değildi. Beş kilometre daha gidecektik. Dört kilometre gittik. Arka lastiğim bir kez daha patlamıştı. Ömrüm boyunca üç kez lastik patlatan ben, on kilometrede iki defa aynı lastiği patlatmıştım. Bisikleti elimle tutarak uzakta beliren benzin istasyonuna doğru sürerken, bildiğim küfürlerin bir kaçı yol boyu dozunu arttırarak ağzımdan savrulmaktaydı. Sinirim bozulmuştu. Harun da bisikletiyle peşi sıra arkamdan geliyordu.
(Devam Edecek)