İsmail Hakkı Karakelle
Eskişehir, doğanın çok da cömert davranmadığı; denizi, öyle görkemli dağı/dağları olmayan; hepi topu içinden debisi pek de yüksek olmayan, bir çayın (Porsuk) geçtiği, Orta Anadolu’nun sıradan bir bozkır şehri, daha doğrusu şehriydi. Nasıl oldu da, neredeyse sokaktaki iki kişiden birinin şehri gezmeye gelenlerden olduğu bir turizm şehrine, hem de çok uzun olmayan bir zamanda dönüştü. Lafı uzatmadan söyleyelim, tamamı insan eliyle yaratılmış güzelliklerin sayesinde. Çevre bilinci olan, yurttaş odaklı, akıllı, güzel insanların sayesinde.
Bu güzel şehri; kocaman parklarıyla, zamanında gelen pırıl pırıl tramvaylarıyla, restorasyon sonrasında yeniden hayat bulan Odun Pazarı’yla ve pek tabii buradaki dillere destan, Büyükerşen Hocanın Balmumu Heykeller Müzesi’yle, Kentpark’ıyla (gidemedim, methini duydum), içinde gondolların, gezinti teknelerinin (içimizde ukde kalan) seyrettiği Porsuk Çayı ile gülen insanların şehri Eskişehir’i gezdik, gördük. Üstelik, içinde, bu şehrin yaratılmasında bir numaralı rolü üstlenen Yılmaz Büyükerşen Hocanın, 78’lik delikanlının bize yaklaşık bir buçuk saatini ayırdığı bir bölümün de olduğu bir programla gezdik, tozduk. Bu ev sahipliğinin arkasında Mülkiyemizin şöhretinin payının olduğundan kuşku yok. Ancak, bir o kadar da, Feride Nihat ikilisinin becerisinin, şanının mı deseydim, payı olduğunu biliyorum. Eskişehir’de neler neler gördüğümüzü ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Birileri merakta kalsınJ Balmumu Müzesi’nde gülümsediğimizi; “Devrim”in önünde, yarım kalan düşlere hüzünlendiğimizi; Uğur Mumcu’nun param parça arabasını gördüğümüzde, katilleri bir kez daha lanetlediğimizi, bununla yetinmeyip araba enkazının bitişiğine kafe yapılmış olmasını, konunun ticarileştirilmesini eleştirdiğimizi (Mülkiyeliyiz ya babamızın kusurunu görsek affetmeyiz!); Sualtı Dünyası’nda, dünyanın dört bir tarafından gelmiş bin bir çeşit balığı, Su Ürünleri Fakültesi’ni yeni bitirmiş, bıcır bıcır bir genç kızımızın helecanla süslenmiş açıklamaları eşliğinde gördüğümüzü; Uzay Evi’nde, karadeliklerin gelmişini geçmişini anlatan, yarım saatlik, çok boyutlu filmi şaşkınlıkla, biraz da ürpererek izlediğimizi, salondan ayrılırken benim görevliye “Hepsi tamam da kardeşim, sakız çiğnemenin orucu bozup bozmadığı konusunda bir açıklama bulamadım” şeklindeki “gayet ilmi!” serzenişime görevlinin acı bir teşebbüsümle cevap verdiğini söylemekle yetineceğim…
Gelelim gecemize; Neyzen’deki gecemize. Neyzen’in de içinde yer aldığı sokağın adı Barlar Sokağı. Abartısız Nevizade’nin, Asmalımescit’in, Konur/Karanfil sokaklarının meyhane sayısı ve kalabalıklar bakımından yanında halt ettiği, başından sonunun görülmediği, iki yanı meyhaneler ve barlarla dolu, upuzun bir sokak Barlar Sokağı. Bizim Neyzen’imiz de bu sokağın hemen başlarındaydı. Saat sekiz olmadan oturduk. Başlangıçta tahmin edileceği üzere ağır abiler, ablalar rollerindeydik. Ne zamanki ilk kadehler/dubleler devrildi, işte o zaman bizi görmeliydiniz. Zekiye Hanımın (tanımayanlar için İlyas’ın eşi) kıvrak danslarını; Sevgi’nin elde tef, oynayarak müziğe eşlik edişini; malum dörtlünün, Fahriye, Güliz, Zuhal ve Neşe’nin evet evet yanlış duymadınız Neşe’nin bile fotoğraf çekme bahanesiyle ayağa kalkıp oyuna iştirak ettiğini; oyunlarda, Hülya’nın ve Gül Hanımın (Gürsel’in eşi) da kadı kızlarından aşağı kalmadıklarını; Adalet’in alçak, Gürsel’in yüksek sesle bütün gece şarkılara eşlik ettiğini görmeliydiniz. Gürsel demişken, bir başka dörtlü çetenin, Mustafa, Cemal, Sezgin ve Gürsel’in hesap uzmanlığına girişlerinin 34. yılını (yıl sayısı bizler için artık pek hoş olmuyor, ama ne yaparsın…) kutladıklarını, bu vesileyle bize pasta ikram ettiklerini belirtmeden geçemeyeceğim. Gerçi, 14-15 Mayıs tarihlerini Feride’ye bu herifler empoze etmiş olmasınlar diye aklımdan geçirmedim desem yalan olur. Büyük masanın orta yerinde, gençlik iksirini çoktan bulduğu anlaşılan Baran’ın (herifin saçları biraz daha mı artmış ne) biz tarama özürlülerin ve/veya başına kar yağmışların gıpta dolu bakışlarına aldırış etmeden, sevgili eşlerinin yanında, “Selim-i Salis” gibi oturuşunu; masa masa gezen ve geldiği masada kahkaha tufanı koparan Vadi’yi; her içli şarkıda, istisnasız gözleri buğulanan Kıbrıs şubemiz Hayriye’yi; Arıza’nın salonun tümüne hâkim bir köşeyi seçtiğini ve yanına ahretliklerini, İlyas ve Arif’i alarak oturduğunu, Tarık’ın sık sık dışarı çıkıp sokağı kolaçan ettiğini ve asayişi berkemal kıldığını; yemeğe her zamanki gibi koyu renk takım elbiseyle gelerek kimseyi şaşırtmayan ve gecenin orta yerinde masalara ayıcıklı balonlar dağıtan Hakan’ı görmeliydiniz. Dilek, Canan ve Sebla üçlüsünün oturma uzaklığı nedeniyle Neyzen akşamlarına tam vakıf olamadım, ama aynı ekibin Pazar günü öğlenden sonra bir ara Porsuk kenarına uzanmaya gittiklerini unutmadım. Geriye kalanlar ne mi yaptı; Işın, Özcanlar (Asım ve eşi), Solaklar (Metin ve eşi), Ömeroğlular (Halil ve eşi), Karakelleler (İsmail Hakkı ve eşi) oturdu. Ama oturduk dediysem, öyle menemen testisi veya Buda heykeli gibi hareketsiz veyahut da gelini beğenmeyen damat annesi gibi bir karış suratla sessiz sedasız oturmadık. Biz de yeri geldi elimize tef aldık (sahi o aletin adı tef miydi), yeri geldi el çırptık, hatta ara sıra mırıldanarak da olsa şarkılara iştirak ettik; mutluluktan mayışmış bir halde yayılıp oturduk. Nihatları unuttum zannetmeyin, onlar maaile hemen bitişiğimizde bir masada, mutluluklarını mutluluklarımıza kattılar, çok güzeldiler. Feride mi, her zaman olduğu gibi “sevinçli bir telaş içinde” koşturan; söylediklerine, ipeksi sesi sayesinde, harfiyen uymamızı sağlayan sevgili kolaylaştırıcımızdı…Şimdi geldim Neyzen’deki esas sürprize. Gecenin sonuna doğru, sahne gibi olan yere, bir genç kız geldi, mikrofonu aldı, “bugün benim doğum günüm, size şarkı söylemek istiyorum” dedi ve başladı söylemeye. Önce Boşnakça ardından Türkçe iki parça, yoksa üç müydü, söyledi ve tek başına dans ederek alkışlarla sahneden çekildi. Büyülendik, olağanüstüydü. Gerçekten, orada müşteri olarak mı oturuyordu ve doğum günü müydü yoksa işletmenin bir mizanseni miydi, bilemedik. Bildiğimiz ve unutamayacağımız şey; güzel bir genç kız çok güzel şarkılar söyledi, çok güzel dans etti. Sözün özü, Neyzen’deki gecemiz çok güzeldi. Ne salonun basıklığı ne ses düzeyinin böyle bir yer için aşırı yüksekliği ne de “koy çuvala vur duvara” türü parçaların birden çok defa çalınması bizim keyfimizi etkileyebildi. Keyfimize diyecek yoktu. Son bir örnek vereyim: Zehra, bir ara, kim tarafından sorulduğunu şimdi hatırlayamadığım “İbrahim nasıl” sorusunu, “İbrahim kim” şeklinde cevapladı ve kahkaha koptu. Durum anlaşıldı herhalde. Fakat ne yalan söyleyeyim, biz de, Mülkiye/82 de Eskişehir’e yakıştık.
Pazar akşamı, güzel insanların güzel şehrinden güzel anılarla; başta Feridemiz olmak üzere, emeği geçen herkese şükran duygularıyla; yalnızca Eskişehirlilerin değil, Türkiye’nin her yerinde çağdaş belediyeciliği savunan herkesin, gönüllerin başkanı Yılmaz Büyükerşen Hocayı ve bize tahsis ettiği rehberimizi, Halkla İlişkiler Ofisinden Çağkan Taşçı kardeşimizi ayrı ve kıymetli bir yere koyarak Eskişehir’den ayrıldık. Çağkan için ayrı bir parantez açmama izin verin, lütfen. 14-15 Mayıs Eskişehir’ini ve Büyükerşen Hocayı unutmayacağız doğru, fakat aynı zamanda, zannediyorum, iki gün, gece hariç, her an bizimle, her derdimize deva, her gün yaptığı anlaşılan işi ilk defa yapıyormuş gibi amatör, ama sorun çözmede bir o kadar usta, en zor anda bile yüzünden gülümsemenin eksik olmadığı bu genci de unutmayacağız.
17 Mayıs 2016, Ankara