Fransız dilinde “Türk kafası” (tête de Turc) diye bir deyim vardır. Kökeni yüzyıllar öncesine, Fransız soyluların hedef tahtasına bir Paşa resmi koydukları atış talimlerine kadar uzanır. “Şamar oğlanı” demektir. Bugünlerde dünya basınında 1915’in yüzüncü yıldönümü dolayısıyla çoğalan Ermeni soykırımı yazıları bana bu deyimi hatırlattı ve bu ırkçılık kokan deyimin aynı zamanda bir “mağduriyet”i de ifade ettiğini düşündüm. Tam da Türklerin sadece Ermenileri kırmakla değil, daha bir sürü cürümle suçlandıkları ve “Türküm” demenin, kimilerince “ulusalcılık” ve neredeyse bir çeşit faşistlik olarak algılandığı bir ortamda.. Öyle ya, herkesin her türlü suçtan sorumlu bulup vurduğu bir kafa, elbette “mağdur” bir kafa sayılmalıdır.
Kuşkusuz bu mağduriyeti yüz yıl önce Ermenilerin uğradığı feci mağduriyetle kıyaslayacak değilim. O apayrı bir olay ve kendi hesabıma hemen şunu eklemeliyim: 1915 kırımını –bu konu Türkiye’de tamamen tabu iken- çeşitli yönleriyle tartışan araştırmam yayınlanalı yirmi yılı geçti. O günlerde kitabım hakkında tek olumlu yazı da AGOS’ta çıkmıştı. Ve izleyen yıllarda düzenlenen bir sempozyumda konuşma sırası bana gelince, en ön sırada oturan Em. Gen. Kur. Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Mehmet Ağar ve Hüsamettin Özkan’ın nasıl hışımla salonu terk ettiklerini hala acı bir tebessümle hatırlarım. Fakat bugün 2015 yılında, hayli değişik koşullarda yaşıyoruz. Bugün ne söyleyebiliriz? Aradan geçen yılları nasıl yorumlayabiliriz? Açıkçası, herkesin bu konuda konuştuğu bir sırada ben de birkaç şey söylemek ihtiyacını duydum.
***
Bana Türkiye’nin bugünkü acıklı durumundan baş sorumluların kimler olduğunu sorsalar hiç tereddüt etmeden bizim siyasetçiler derim: Cahil, ilkesiz ve korkak “devlet adamları”. Aslında haklarını yemeyelim, tamamen boş durdukları da söylenemez. Bol bol dünyaya tehditler savurdular ve lobilere de bol keseden para dağıttılar. Sekiz yıl önce New York Times gazetesi (17 Ekim 2007), ilk sayfasında, Türk hükümetlerinin Ermeni sorunu konusunda en çok para harcayan hükümet olduğunu yazıyor ve The Livingston Group adlı lobi şirketine 12 milyon dolardan fazla ödendiğini not ediyordu. Bu rakama Temsilciler Meclisi’nde başkanlık yapmış R. A. Gephart’a ödenen “dolar”lar da dahil değildi. Bugün bu yekûnun kaça ulaşmış olduğunu bilmiyorum; fakat alınan sonuç da ortada. Yine de abartmış olmamak için ekleyeyim: bugünkü yöneticiler “Bu da para mı?” diyebilirler.
***
Peki ne yapmalıydık?
Aslında yıllarca önce bir İngiliz yazar, tipik “British humour”u ile, bize bu konuda nasıl davranmamız gerektiğini anlatmıştı. The Guardian yazarı George Monbiot,“Türkler, geçmişteki zulümleri İngiliz usulü inkâr etme sanatını öğrenemediler” başlıklı yazısında (27 Aralık 2005) “Geç Victoria dönemi holokostları” adlı esere dayanarak, İngiliz politikasının Hindistan’da 12-29 milyon arası insanın ölümüne neden olduğunu hatırlatıyor ve İngiltere’de bunlar, dar bir çevrede de olsa özgürce tartışılabildiği için kimsenin de İngilizleri suçlamadığını söylüyordu. Galiba biz de yıllarca bu beceriyi gösteremediğimiz için bu duruma düşmüştük. Oysa bugün, aradan on yıl geçtikten sonra, 2015 yılında, aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Baksanıza, daha birkaç gün önce Taner Akçam, “Eğer Amerika İsterse” başlıklı yazısında (Taraf, 17 Nisan 2015) ABD, Almanya ve İsrail’in de soykırımı tanıyarak Türkiye’ye baskı yapmasını savunuyordu. Üstelik Ermeni tarihçilerin soykırımı anlatan bütün eserleri de Türkçeye çevrilmiş bulunuyor. Hatta Raymond Kévorkian’ın Türklerin ölüm kalım savaşı olan Kurtuluş Savaşı’nı “Anadolu’da Türk olmayanların yok edilmesi” amacına yönelik “İttihado-Kemalist” bir hareket olduğunu savunan eseri bile.. Kevorkian’a göre “İngiliz Yüksek Komiserliği’ne bağlı Ermeni-Yunan Komitesi, her oturumunda, Anadolu’daki İttihado-Kemalistlerin gasplarının envanterini çıkarıyordu.” (Le Génocide Arménien; Paris, Odile Jacob, 2006, s.929). İşte bugünkü durum bu ve The Guardian yazarının eleştirdiği koşullardan çok farklı bir ortamdayız. On binlerce aydın yıllar önce bir “özür dilekçesi” yayınladılar ve kimi yazarlarımız da soykırımı tanıma konusunda, aslında kendisi bir soykırım üzerine kurulmuş olan ABD’den medet ummaya başladı. Daha ne olsun; artık herhalde kimse bu ülkede soykırım konusunda “tabu”lardan söz edemez.
İyi de durum değişti mi? Hayır! Aksine 100. yıldönümü vesilesiyle baskılar daha da arttı. Bırakınız 1910’larin Osmanlı ve Balkan koşullarını, kendi tarihlerini bile doğru dürüst bilmeyen Batılı parlamenterler jenositi tanıyan yasalar çıkarmaya devam ediyorlar. Adi oy hesaplarının önemli bir rol oynadığı bu “soykırım yasaları”nın aslında –kin küpü haline gelmişler dışında- Ermenileri de mutlu kıldığını sanmıyorum.
Demek ki The Guardian yazarı yanılmış bulunuyor ya da bizler tehciri başlangıçtan itibaren özgür bir ortamda tartışabilmeliydik.
***
Soykırım kavramı aslında hukuki bir kavramdır ve 9 Aralık 1948’de BM’de kabul edilen bir konvansiyonda beş madde halinde tanımlanmıştır. 1915’te Osmanlı Ermeni cemaatinin yaşadıkları da hiç kuşkusuz bu maddelerden en az üçüne uymaktadır. Unutmayalım ki bir maddeye göre, “ulusal, ırksal, etnik ya da dini bir grubu”, tamamen veya kısmen “fiziki planda yok olmaya neden olacak koşullara” sürüklerseniz, bu da bir soykırım fiili sayılmaktadır. Eğer siz on binlerce insanı, çoğu kez at ve eşek sırtında, binlerce km.lik bir yolculuğa zorlamışsanız, “bu bir ‘tehcir’dir; ölenler hastalandı öldü” diyemezsiniz. Yolculuk sırasında yapılan saldırılar ve bir kısmı devlet görevlileri tarafından işlenen cinayetler de tuzu biberi.
Devlet’in düzenlediği bu “tehcir”i, “bu bir mukatele; onlar da bizi öldürdü” diye de savunamazsınız. Operasyonun mimarı Talat Paşa bile, anılarında, “Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine milisler konmuştu; tehcirin bu vasıtalarla yapılması halinde çok çirkin neticeler elde edileceğini biliyordum” demiş iken. Ve bu “milis”lerin çoğu da hapishanelerden bu amaçla çıkarılarak Teşkilatı Mahsusa emrine verilmiş katil ve canilerden oluşturulmuş iken.. İşte bugün hala Talat Paşa’nın bile “facia” olarak adlandırdığı bu “çirkin neticeler” üzerinde konuşup duruyoruz.
***
Bunları elbette konuşalım ve Ermeni acılarına da bütün kalbimizle ortak olalım; tamam, fakat söylemek istediğim şu: Bu vicdan hesaplaşmasını yaparken Fransız deyimiyle “Türk kafası” durumuna düşmek zorunda da değildik. Tabii eğer siyasetçilerimiz biraz akıl ve vicdanlarını harekete geçirebilseydiler..
Sorun şu: 1948’de onaylanmış ve 1951’de yürürlüğe girmiş bir konvansiyonu, genel hukuk ilkelerine aykırı şekilde, geriye doğru uygulayıp 1915’i de soykırım sayacaksak, o zaman neden sadece Osmanlılarla sınırlı kalıyoruz? Bu da bir haksızlık değil mi? Burada, soykırım sözcüğüne yol açan Yahudi Holokostu’nda Hitler’in Osmanlılardan esinlendiğini söylemek bence gülünç oluyor. Hitler Alman Üniversitesi’nde antropoloji, filoloji, etnoloji alanlarında ün yapmış bir akademisyenler ordusuna sahipti ve Aryan ırkçılığı diğer Batı üniversitelerinden de destek alıyordu. Kaldı ki Büyük Savaş’ta Alman ordularının Belçika ve Fransa’da yaptığı kırımlar da unutulmamıştı ve bunlar, 1920’lerde, Avrupa basınında hep Ermeni kırımı ile birlikte anılıyordu. Kısaca ırkçı Führer’in son derece küçümsediği Osmanlı paşalarını örnek aldığını söylemek onu hiç anlamamış olmak demektir. Hitler dünya hegemonyası peşindeydi ve planında “bir gün gelip de hesap vermek zorunda kalma” gibi kaygı yoktu. Hesap vermek durumunda kalınca da hesabını kendi gördü ve hayatına son verdi.
Ayrıca şu da var: Soykırım Konvansiyonu’na göre jenosit fiili öldürülenlerin sayısı ile ölçülen bir suç değildir. Öyle ki Ermeni soykırımını dünyaya tanıtmakta başrolü oynayan ASALA terör örgütünün 1983’te Orly hava alanında çoğunluğu işçi Türkler arasına koyduğu bomba bile aslında bir jenosit fiili (acte génocidaire) idi. Bu zavallılar sırf Türk oldukları için hedef alınmışlardı. Üstelik 1878 Rus Savaşı’ndan beri Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da öldürülen Müslümanların sayısı da az değildir. Masum halka yönelik ve Batı basınında pek yankı uyandırmayan kırımları dünyaya duyurmak için, Fransız sosyalist devrimci Jean Jaures L’Humanité gazetesinin sütunlarını Pierre Loti’ye açmıştı. Fakat o yıllarda anti-Türk ırkçılık o kadar yaygındı ki, sonunda Pierre Loti de alay konusu oldu ve adı karalandı.
***
İşte bu büyük hesaplaşma yılında söylemek istediğim şeyler bunlardı. Ayrıntıları çok daha önce konuyla ilgili kitabımda yazmıştım. Fakat aradan yıllar geçti; Türkiye’de de artık “1915 soykırımı” giderek daha geniş bir aydın kitlesinin kullandığı kavram haline gelmeye başladı. Yine de dış dünyada fazla bir değişiklik olmadı. Neden? Çünkü 1915’te Ermenileri kıranlar, aynı yıllarda Sarıkamış’ta, Kanal’da ve Arap çöllerinde Türkleri de kıranlar olduğu halde, bunların adları hala okullarda, abidelerde, caddelerde yaşıyor. Onun için de, artık bu ülkede soykırımdan rahatça söz edilebilse bile, dışarıda fazla aldıran olmuyor ve milletçe sanık sandalyesine oturtulmaya devam ediyoruz.
Oysa 1915 yılında Ermeni tehcirinin yol açacağı felaketi önceden görerek buna engel olan Türk idarecileri de olmuştu ve bunların sayısı da az değildi. Ankara valisi Mazhar Bey, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Konya valisi Celal Bey bunlar arasındaydılar. Aynı direnci gösteren bir sürü de kaymakam çıkmıştı.
Bu vicdanlı ve yürekli idarecilerden Konya valisi Celal Bey, kendisine “milli mefkûre”den söz eden İttihatçı liderlere “Hangi milli mefkûre?” diye haykırmıştı; “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir”. Aynı Celal Bey, 1919’da Vakit gazetesinde yayınlanan anılarında tehciri yorumlarken, “Bir çeteci her şeyi yapabilir; diyordu; çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler”. Ve yine Celal Bey, Rusların Sakarya havzasına asker çıkaracağını; Ermenilerin de bunlara yardım edeceğini ileri süren İttihatçı tezlere de şu yanıtı vermişti: “Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? (…) Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü?.. Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler”. (Ayşe Hür alıntılıyor, Radikal, 28 Nisan 2013).
Tehcire direnen Türk idarecileri büyük baskılar altında kaldılar; hatta bu yüzden idam edilen kaymakamlar da oldu. Oysa bu ülkede, zamanında, zalimler adına değil de bu yiğit idareciler adına abideler dikilebilseydi, herhalde bugün “insan hakları” açısından da hayli farklı bir noktada olurduk. Bu yüzden derim ki, gelin bugünlerde 1915 faciasını, suçluluk kompleksinden kaynaklanan fevri ve çelişik tepkiler içinde değil de, ortak demokratik değerler bağlamında, kahraman mülkiye amirlerimizin manevi mirası ile birlikte analım.