Gazeteci İrfan Aktan, üniversitelerden ihraç edilen akademisyenlerle yaptığı görüşmeleri yazmayı sürdürüyor. Dün ilk bölümü yayımlana yazısının ikinci bölümü de bugün gazeteduvar’da yayımlandı. Aktan, Sevilay Çelenk, Süreyya Karacabey ve Ahmet Murat Aytaç’la yaptığı görüşmeleri yazdı. Yrd. Doç. Dr. hakikati savunmanın üniversitele içinde giderek imkansız hale geldiğine dikkat çekerken, Sevilay Çelenk, tasfiyeyi yönetip yönlendiren, sayı ve sınırları belirleyen, isimleri ihbar edenin rektör Erkan İbiş olduğunu söyledi. Süreyya Karacabey ise “Bir üniversitesinin rektörlük düzeyinde iktidara bu kadar teslim olduğuna tanık olmamıştım” dedi.
DOÇ.DR. SEVİLAY ÇELENK (İletişim Fakültesi):
İHBAR EDEN ERKAN İBİŞ’TİR
10 Şubat günü kampüsümüzde olanları ağır bir şuursuzluğun devamı olarak okumak gerekiyor. Tarihin en büyük üniversite tasfiyelerinden biridir bu ve Cumhuriyetin en eski üniversitesi olmakla övünen bir üniversitede gerçekleşmiştir. AKP iktidarının YÖK eliyle gerçekleştirdiği bu tasfiyede elbette sorumluluk her zaman ve öncelikle siyasi iktidardadır. Ancak bu tasfiyeyi yönetip yönlendiren, sayı ve sınırları belirleyen, isimleri ihbar eden rektör Erkan İbiş’tir. Bu bilgi önemsiz bir bilgi değildir. Tarih bilincinden, akademik özgürlük, akademik etik ve liyakat nosyonlarından bihaber ve en önemlisi “kalite” gibi teknik bir “pazar” terimi dışında sosyal bilimler söz konusu olduğunda “nitelik” denilen şeyden bihaber bir tıp doktorunun “yaptım oldu” biçimindeki icraatı bir şuursuzluk değilse nedir?
Biz ona dün (10 Şubat) mezunlarımızla -ki içlerinde işsizler, memurlar, işçiler kadar emektar valiler, bürokratlar, gazeteciler vardı- dostlarımızla, vekillerimizle “yaptın ama olmadı sayın İbiş!” “attın ama olmadı Rektör!” demek istedik. Dünyanın neresinde hayatlarını geçirdikleri üniversite derslikleri, koridorları, odaları haksız ve hukuksuzca terk etmesi istense 72 akademisyenden bir çağrı yapar, bu hukuksuzluğun karşısında duracak bir dayanışmacı grubu yanında durmaya çağırır. O halde de yöneticilere düşen şey bir kez olsun bir “şuur” sergilemeleri. Buna tahammül etmeleridir. O grubun orada yapacağı tek şey bir araya gelmek ve hukuksuzluğa ses vermek, haksızlığa dil kazandırmaktı. Şuursuzca saldırıya açtılar bu kalabalığı… Buna İbiş izin verdi. Rektörlüğü süresince defalarca izin verdiği gibi, hocaların tartaklanmasına, açıklamalarının kesilmesine, ifade özgürlüklerinin ellerinden alınmasına cevaz verdi. Bunun da ötesinde yine hocaların itilip kalkılmasına, cübbelerinin postallar altında ezilmesine ve tartaklanmalarına izin verdi. Gaza boğulmalarına izin verdi.
12 Eylül rejimine karşı “Aydınlar Dilekçesi”nde, İnsan Hakları Derneği”nin kuruluşunda, demokrasi için verilen mücadelelerde çok emeği olan Mülkiyeliler Birliği eski başkanlarından emekli Vali Güngör Aydın’ın, Mülkiyeli değerli edebiyatçı-yazar Ayla Kutlu’nun, hocaların hocası Korkut Boratav’ın, Ömür Sezgin’in gaza boğulmasına izin verdi. İbiş’in adı da ODTÜ’nün namlı rektörlerinden Hasan Tan gibi akıllarda kalacak. Unutulmayacak demiyorum “akıllarda kalacak”. Bir şuursuzluğun, neye saldırdığının farkında olmayan bir şuursuzluğun adı olarak. Başardığı şey sadece budur.
DOÇ.DR. SÜREYYA KARACABEY (DTCF Tiyatro Bölümü):
KÜÇÜLMÜŞ İNSANLAR OLARAK TARİHE GEÇECEKLER
Bir üniversitesinin rektörlük düzeyinde iktidara bu kadar teslim olduğuna tanık olmamıştım. Ben Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde çalışıyorum. Orada öğrenciler üzerinden bir sürü haksızlıklara tanık olmuş biriyim. Ama yine de hocalığın korunaklı bir yanı var gibi görünüyordu. Ama barış imzasıyla birlikte saldırganlık başladı. Biz öğrenciler açısından polisin fakülteye girmemesi için ısrarlarımızı hep tekrar ediyorduk ama o zaman en azından dekanlar “sorumluluk almak istemiyoruz” gibi daha hocavari açıklamalar yapabiliyordu. Erkan İbiş’le birlikte bu tamamıyla değişti.
Emniyetle okul arasında doğrudan bir hat var ve kendi meslektaşlarını bu kadar gözden çıkaran bir üniversite çok ürkütücü. İktidarın baskıları zaten ortada. Bilgiye düşman bir iktidar var. Bilgiyi taşıyanı itibarsızlaştırmak için her şeyi yapmak bir eziklik midir, böyle açıklamak istemiyorum ama gerçekten bir nefretleri var. Kendilerinin dışından bir dil kuranlara, “başarı” atfettiklerine bir düşmanlık besliyorlar. Hep yatay ilişkiler örgütlemek üzere dünyaya açılan biri olarak bana zaten üniversite hocasının kibri de kötü gelirdi. Fakat şimdi tam tersinden bir itibarsızlaştırmayla karşı karşıyayız. Cübbeyi çok önemseyen biri değildim ama bir dekanın, bir rektörün, polisin bu cüppeleri postallarıyla ezip geçmesine bu kadar rahat izin vermesi… Hiç mi dönüp bakmıyorlar, dışarıdan nasıl göründüklerine?
Dün benim spazmımın ve boyun fıtığı atağımın sebebi Cebeci’de yapılanlardır. Tüm vücudum kasıldı, bu kadarını gerçekten beklemiyordum. Tamam, herkes büyük tavır sergilemeyebilir ama en azından hocaya, akademiye ufacık bir jest gösterilir. Bize hep düşmanlık gösterildi. Cebeci’de daha önce de akademisyen arkadaşlarımız polis tarafından hırpalandı ve rektör İbiş’in bundan çıkardığı tek sonuç, o akademisyenler hakkında soruşturma açmak oldu. KHK’yla da atılmalarını kolaylaştırdı. Benim kafam dolambaçlı işlere, reel siyasete çalışmaz ama rektörlük suçu YÖK’e, YÖK de rektörlüğe atıyor. Fakat hepsi de güç karşısında işbirlikçilik yapmakla, küçülmüş insanlar olarak tarihe geçecekler.
YRD.DOÇ. DR. AHMET MURAT AYTAÇ (Siyasal Bilgiler Fakültesi):
BARIŞ TALEBİNDEN DOLAYI ATILMAK BENİ ÜZMÜYOR
Kampüs önündeki polis amirine neden bu kadar büyük bir şiddet uyguladıklarını sorduğumda son derece düşmanca yanıtlar aldım. Özellikle de okula alınmamak beni çok derinden sarstı açıkçası. Ben 1989’dan beri bu okula elimi kolumu sallayarak girmişim. Oradaki gençlerin entelektüel ve akademik gelişimine katkı yapmışım ama bir gün geliyorum ve kapıdan bana “ihraç edilenler giremez” deniyor. Orası, yani üniversite bizim dünyamız. Bu dünyayı, öğrencilerimizle beraber, biz yarattık, biz kurduk. Buraya dışarıdan getirilmiş ve burayı sadece güvenlik sorunu olarak kodlayan bazı insanlar, bizim yaşam dünyamızı ele geçiriyorlar. Bu benim ağrıma gitti, hazmedemedim. Sarsıldım. Sırf okullarına girmek istedikleri için öğrencilerimin, asistanlarımın, araştırma görevlilerinin dövüldüğünü gördüm.
Bu yönetimin, özgür sözün ve derin düşüncenin mekanı olarak yeniden örgütlemeye, yeniden kurmaya çalıştığımız üniversitenin bir bileşeni olduğunu düşünmüyorum. Bu saldırının, üniversitenin bağrına saplanmış bir bıçak olduğunu düşünüyorum. Burada artık nasıl bir akademik faaliyet sürdürülebilir ki! Kapıdaki güvenlikçilerden yönetime kadar, bir daha bizim yüzümüze nasıl bakacaklar?
Akademisyenlerin toplumsal-politik meselelerde görüş bildirmesi onların var oluşlarının, mesleki etkinliklerinin doğal bir parçasıdır. Bu tutum, bir insan olarak ahlaki sorumluluğumuz olduğu kadar mesleki faaliyetlerin de bir parçasıdır yani. Barış istemek akademisyenler için, herhangi bir insan için suç olamaz. Bundan ötürü atılmış olmak beni üzmüyor. Sadece bunca emek sarfettiğim bir kurumun kapısında böyle bir muamele görmek başka bir duygu yaşattı bana. Sarsıntımın nedeni bu. Yoksa gururluyum ve doğruyu yaptığıma inanıyorum. Bütün ailem ve arkadaşlarım benimle aynı fikirdeler.
Kısa vadede bu sorunun çözüleceğini düşünmüyorum. Bazı insanlarda YÖK’ün açıklamasından ötürü bir umut oluştu ama ben bunun da bir tepki yönetimi taktiği olduğunu düşünüyorum. Toplumsal bir tepki oluştuğunda kurumlar topu birbirlerine atıyorlar. Aslında bu liste Ankara Üniversitesi’nde 2 Ocak’ta hazırlanmış. Dolayısıyla kurumların topu birbirlerine atmasının insanlarda bir umut yaratmaması gerekiyor. Belki sembolik birkaç iade yapabilirler ama bu operasyon kapsamlı bir üniversite tasfiyesinin adımlarından biridir ve gerisi de gelecektir. O yüzden bizler için üniversite dışında yeni bir hayat başlıyor. Akademik, entelektüel faaliyetlerimi üniversite dışında sürdürebileceğime inanıyorum. Bu konuda karamsar değilim. Olabildiğince akademik alışkanlıklarımı kaybetmemeye çalışacağım. Ama bir yandan da geçinmek için başka işler yapmaya başlayacağım. Hükümet yanlısı bir gazetecinin söylediği gibi bu KHK’larla insanları “sivil ölü” haline getirmek istiyorlar. Bu sosyal-iktisadi ilişkiler içinde, devlet etkisinin sızabildiği bütün insani ilişkiler içinde bize hayat hakkı tanınmayacağı anlamına geliyor. Fakat bu beni korkutmuyor. Çünkü çevremizde çok iyi insanlar olduğunu gördüm, ciddi bir dayanışma ve sevgi yumağı oluştu. Öğrencilerimizden, meslektaşlarımızdan gelen dayanışma bana umut verdi. Sonuçta akademi bizim, dostlarımızın ve öğrencilerimizin olduğu her yerdedir.
Görüyoruz ki doğruyu, hakikati savunmak bu tür kurumların içinde giderek imkansız hale geliyor. Böyle şeyleri yapabilmek için belki de dışarıda olmak daha avantajlı. Dünyanın neresinde barış istediği için insanlar suçlanabilir ki? En yalın ahlaki gerçeklere bile aykırı tavır sergilenen bir üniversite yapısında “dikenli” siyasi meseleler zaten tartışılamaz.
Türkiye’de artık üniversitenin, akademik faaliyet alanı olarak devam etmesi çok zor. Bazı istisnalar hariç üniversiteler özgür düşüncenin mekanı olabilmek için çok direnç gösteremediler. Aksine, üniversitelerin birçok bileşeni meslektaşlarını savunmak yerine onlara saldırdılar. Onları hedef haline getiren topluluğun içinde yer aldılar. Üniversiteye yönelik saldırı sadece üniversite dışından gelmiyor.
Bizim üniversitedeki tasfiye süreci rektörden bağımsız düşünülemez. Bazı insanlar imzalarının geri çekilmesi karşılığında “bağışlandılar.”
Fakat üniversitelerdeki tasfiyeler sadece Barış İçin Akademisyenler’le de sınırlı değil. Genel olarak üniversiteye yönelik bir saldırı var. Dolayısıyla bize yönelik saldırıyı rektör Erkan İbiş’le sınırlandırmamak lazım. Ama atılacakların seçiminde kişisel düşmanlıklar da belirleyici olabiliyor. Mesela ilk KHK’yla atılan meslektaşlarımızdan birinin isminin listeye girmesinin tek nedeni rektörün kişisel husumetiydi, bunu hepimiz açıkça biliyoruz.
Kimsenin kişisel sorumluluktan kurtulamayacağı bir kötülük süreci örgütlenmiş durumda. “Ben ne yapayım, bana böyle emir geldi” diyor mesela kapıdaki güvenlikçiler. Ya da rektör “listeleri ben hazırlamıyorum, bana şuradan geliyor” diyor. Bütün bu söylenenlerin doğru olduğunu kabul etsek bile, kim atılacak, kim esirgenecek, kim korunmayacak konusunda kötülüğün yaygın örgütlenişi içerisinde görevler üstlenmiş alt düzey yöneticilerin tercihlerinin etkili olduğunu düşünüyorum.
Kendini yaşamın her alanında yeniden üreten yaygın bir baskı hedefi halindeyiz. Yaşam tarzlarına saldıran, insani ilişkilere, iletişim alanına, her yere saldıran, burayı düzenleyen bir mantık söz konusu. Adam uzun saçlı ve kar topu oynuyor diye öldürülebiliyor örneğin. İçki içen bir kadının haklarını koruduğu için İstanbul’da bir genç öldürülebiliyor. Basit gibi gözüken meseleler büyük politik ayrımların yarattığı düşmanlıkların kapsamında değerlendirilerek çoğu zaman istenmeyen şiddet olaylarına kadar uzanabiliyor. Üniversitelerdeki çatışmalar bu genel şiddet ve kötülük rejiminin örgütlenmesinden bağımsız değiller. Dolayısıyla her bireyin bu çatışmalarda kişesel bir sorumluluğu olduğunu görmesi gerekiyor. “Bana verilen emri yerine getiriyorum” denerek içinden çıkılabilecek bir durum yok. Bütün hukuki prosedürlerin, bürokratik mekanizmaların, rasyonalitenin askıya alındığı bir dönemde insanlar kendi davranışlarına yol gösterici olacak ilkeleri genel ahlak kuralları içinde belirlemek gibi vicdani bir görevle karşı karşıyadır. Mesela emre rağmen işkence yapmamak gibi. Vicdana aykırı olanı, yapılmaması gerekenleri yapmamak gibi. Bizim üniversite yönetiminin bu tür bir vicdani sorumluluğu yerine getirmek bir yana, fazlasıyla işgüzar olduğunu ve istekli davrandığını düşünüyorum.
Bu süreçte bazı dayanışma paternleri kadar, aslında bu dayanışma ruhunun gereklerine aykırı birçok deneyim de yaşadım. Üniversite içindeki çatışma ve bölünmelerde kişisel ilişkilere dayalı dostluklar ya da karşıtlıklar bu süreçte anlamını yitirdi. Farklı düşünce ve eğilimlere rağmen iyi geçindiğin insanlar sırtını döndü. Ama hep çatışıp birbirinden hoşlanmayan bazı insanlar da belli bir dayanışma içine girdiler. Önceden iyi geçindiğim bazı insanlar, yoğun baskı ve saldırı tehdidinin yarattığı endişelerden ötürü korku içine girip bizden uzaklaştılar. Ama aramın pek iyi olmadığı bazı insanlarla da kişisel hesapları bir kenara bıraktılar. Çünkü kendimizi, yaşam alanımızı savunmamız gerektiğini düşündüler.
Mesela imzacıların hepsi kardeş gibi oldular. Beraber yemek yemeye, eğlenmeye, buluşmaya başladılar. Dayanışma ruhu çok derinleşti. Ama diğerleri de giderek bunun dışına düşmeye başladılar. Çünkü bizi tehlikeli bir grup olarak gördüler. Sadece bizim varlığımız bile insanları belli bir yüzleşmeye, ilkesel tutuma davet ettiği için birçok arkadaş okula daha az uğramaya başladı. Mülkiye’nin orta bahçesi bizim bir nevi kamusal alanımız ve oraya gelen insanların sayısı giderek azalmaya başladı. Çünkü geldiğinde belki kendisinden bir imza istenecek, yüz yüze ilişkilerde de bunu reddetmek zor, o yüzden gelmemeye başladılar. Dolayısıyla ideal bir dayanışma bu süreçte ortaya çıkmadı. Hatta çok muhalif, radikal olduğunu düşündüğün akademisyenlerin bazıları insanı şaşırtacak ölçüde kötü bir sınav verdiler. Bu sonuncuyu daha çok İletişim Fakültesi’nde gözlemledim. Mağdurları suçlu çıkarmaya çalışan kişiler oldu. Çünkü o mağdurlar, varlıklarıyla o insanları belli ahlaki erdemlere uygun davranmaya çağırıyorlardı. Ama bu ahlaki ilkelere uygun davranmaya başlarlarsa, bunun bir bedeli olacak. Bu durumla yüzleşmek yerine, mağdurları suçlayıp bir küslük çıkararak ayrılma yolunu seçti bazıları.
Türkiye’de öğrenci gençlik her zaman iktidardan gelen ağır saldırıların hedefi olmuştur. Bunu aklımda tutarak şöyle bir değerlendirme yapmak istiyorum: Üniversitelere yönelik ilk saldırılar, öğrencilere yönelik başladı. Çünkü üniversitenin dinamik, direnebilen, eylem kapasitesi yüksek kesimini bastırmadan böyle bir operasyonu organize etmeleri zaten mümkün değildi. Nitekim ilk etapta kırktan fazla öğrenci sadece Ankara Üniversitesi’nden atıldı. Öğrencilere yönelik soruşturmalar, hatta tutuklamalar oldu. Özellikle İletişim Fakültesi’ndeki öğrenciler çok ağır baskı altına alındılar. Kampüsteki direnç noktaları böylelikle kırıldı. Gündelik hayatın rutin akışının bozulmasından rahatsız olabilecek türden öğrencilerden oluşan bir “sessiz çoğunluk” kaldı geride. Buna rağmen öğrencilerimizin bir kısmı canla başla bizi desteklemeye, hemdert olmaya çalıştı. Hepsine şükran borçlu olduğumu düşünüyorum.
Yazının tamamı: www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/02/14/akademisyenlerin-tarihe-gecen-hikayesi