Türkiye 24 Haziran 2018 seçimleri sürecini tamamladı. Aynı zamanda parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş sürecini başlatan 24 Haziran seçimleri, pek çok açıdan ilginç özellikler gösterdi. Bu kısa yazıda seçim süreci ve sonuçlar üzerine bazı değerlendirmeler yapmaya çalışacağım.
24 Haziran 2018 seçimleri konusunda dikkat çeken ilk önemli nokta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hiç gereği olmazken seçimi bir buçuk yıl erkene alması oldu. Erdoğan’ın erken seçime gitmesinde, dünya ekonomik konjonktürünün değişmekte olması, eskisi kadar çok “sıcak para” çekmekte zorluğa düşüleceğinin anlaşılması, bunun ekonomide daralmaya yol açacağının düşünülmesi, bu tablonun da AKP’nin seçmen desteğini zayıflatacağının öngörülmüş olması muhtemel. Aksi takdirde, Kasım 2019’da muhtemelen daha zorlu bir ekonomik konjonktürde yapılacak bir seçimin, Erdoğan için çok daha fazla risk taşıdığı düşüncesi, erken seçim kararına yol açmış görünüyor.
Erken seçim kararı alan Erdoğan, seçime, seçim sisteminde ittifaklara olanak tanıyan ve aynı zamanda avantaj sağlayan bir değişiklik yaparak ve MHP ve BBP ile ittifak kurarak gitti. Erdoğan Saadet Partisi’ni (SP) de ittifaka dahil etmeye istekli olsa da, SP muhalefette kalmayı tercih etti. Erdoğan’ın MHP ve BBP ile Cumhur İttifakı adı altında bir seçim ittifakı yapmakla, böyle bir ittifaka ihtiyacı olduğunun, aksi takdirde seçimi kaybetme riski bulunduğunun bilincinde olduğunu kabul edebiliriz. Nitekim, seçim sonuçları böyle bir öngörüyü doğrulamış görünmektedir.
Ancak, Erdoğan’ın muhalefetin de benzer bir ittifak kurabileceğini hesap etmemiş olması mümkün. CHP-İyi Parti-SP-DP’nin Millet İttifakı adı altında bir araya gelmesi ve seçim ittifakının avantajlarından yararlanması önemli bir karşı hamle oldu. Bu noktada bir başka kritik konu, ittifaklar dışında kalan HDP’nin yüzde 10 barajını aşıp aşamayacağı konusuydu. Çözüm sürecinin akamete uğraması sonrasında yaşanan hendek hadiselerinden ağır darbe alan HDP’nin, pek çok yöneticisi, milletvekili, belediye başkanı ve partilisi hapse atılmıştı. Adeta kolu-kanadı kırık olan HDP’nin barajı aşamaması AKP’ye büyük avantaj sağlayacaktı.
Diğer yandan, seçimlerin “adil seçim” ilkesi bakımından çokça eleştirilen yönleri oldu. Bir kere, seçime olağanüstü hal rejimi altında girilmesi büyük eleştiri aldı. Diğer yandan, devlet olanaklarının seçimde kullanılması, tarafsız davranması gereken bazı bürokratların, generallerin ve yargı mensuplarının bu ilkeye uymaması önemli bir başka sorundu. Nitekim, AGİT de 24 Haziran seçimleri üzerine hazırladığı ön raporunda, parti ve adayların seçim kampanyalarının “eşitlik koşulları içinde yapılmadığını”, OHAL’in ise “zaten kısıtlanmış olan medya özgürlüğünü daha da engellediğini” belirtti. Özellikle HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın (mahkumiyeti olmamasına rağmen) tutuklu olması ve kampanyasını cezaevinden yürütmesi seçime en fazla gölge düşüren sorunlardan biriydi. Yüksek seçime katılım oranı ise, AGİT’e göre, Türkiyeli seçmenlerin demokrasiye olan bağlılığını göstermişti.
Bir başka önemli başlık, Erdoğan’ın seçim öncesinde önemli bir medya operasyonunu sonuca ulaştırması oldu. Erdoğan, seçimden önce Doğan medya grubunun Demirören grubuna satışına yönelik bir medya operasyonunu tamamlayarak, medyadaki hakimiyetini daha da pekiştirdi. Doğan grubu uzun süredir iktidara boyun eğmiş görünse de, ters rüzgarların esmesi durumunda ne yapacağı belli olmazdı. Doğan grubu medyasının da yandaş saflara katılmasıyla birlikte, seçim sürecinde muhalefetin medyada temsil imkanları iyice sınırlandı.
Seçim sürecinde seçmenlerin kararında “refah algısı”nın önemini iyi bildiğini her zaman göstermiş olan Erdoğan, seçimden önce yine her türlü “seçim ekonomisi” ve “ekonomik popülizm” olanaklarını da sonuna kadar kullandı. Kalesi olan alt sınıfların, dar gelirlilerin, yoksulların desteğini korumasında, bu politikalar da etkili oldu.
Diğer yandan, Erdoğan’ın sermaye ile ilişkileri her zaman tartışmalı olmuştu. Zaman zaman sermaye içinden Erdoğan ve AKP’ye yönelik kuşkular dile getirilse de, seçim sürecinde sermayenin bütün kesimlerinin desteğini az-çok korumaya devam etti. Sermayenin hiçbir kesiminden alternatif bir ses, muhalefete açık destek çıkmadı.
Erdoğan ve AKP’nin, sermayenin en kritik kolunu teşkil eden uluslararası finans kapital ile ilişkisi de bazı kritik eşiklerden geçmişti. Özellikle son birkaç yılda Avrupa ve ABD basınında Erdoğan aleyhinde yayınlar artmaya başlamıştı. Ancak, Erdoğan, seçim sürecinde, her şeye rağmen, uluslararası finans kapitali nötralize etmeyi başardı. Erdoğan seçimden önce Londra’ya giderek, uluslararası finans kapitalin temsilcilerine Merkez Bankası bağımsızlığını daraltacağını ve faizleri düşüreceğini ilan etmesine rağmen, uluslararası finans çevrelerinin Erdoğan’a alternatif arayışında olmadığı, Erdoğan’ı bir şekilde kendi çizgilerine çekebileceklerine güven duydukları düşünülebilir. Zira, Erdoğan’a ve AKP’ye alternatif arayışında olsalardı, Erdoğan’ın popülaritesine zarar verebilecek çeşitli müdahaleler uygulayarak, AKP’nin oy kaybetmesine yol açabilecek imkanlara sahip olmalarına rağmen, böyle bir yola başvurmadılar. Bu durum Erdoğan’ın işini kolaylaştırdı.
Bütün bu etmenlerin 24 Haziran seçimlerinin sonucuna etki ettiğini ve AKP ve Erdoğan’ın seçimi kazanmasını kolaylaştırdığını kabul etmek gerekir. Ancak, yine de Erdoğan için bir seçim zaferinden bahsetmek mümkün görünmüyor. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimini % 52.6 oy oranı ile kazansa da, AKP milletvekili seçimlerinde % 42.6’da kaldı. AKP bu sonuçla 295 milletvekili kazanırken, mecliste salt çoğunluğu sağlayamadı. Erdoğan’ın güçlü Cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmesi önemli olsa da, Erdoğan ve AKP’nin, istediği yasaları çıkartabilmek için MHP ve BBP’nin desteğine ihtiyacının devam edecek olması da önemsiz sayılamaz.
Seçim sonuçlarında en çok dikkat çeken noktalardan biri de, MHP’nin aldığı % 11’i aşkın oy oranı oldu. Bu oy oranını inandırıcı bulmayanlar, seçimde hile kuşkularını dile getirdi. Acaba muhalefetin iddia ettiği gibi hile olmuş muydu? Duruma bakılırsa, sandık sonuçlarının birleştirilmesi ve toplanması sürecinde (en azından sonuca tesir edecek ölçüde) bir hile görülmediği Muharrem İnce tarafından dile getirildi. Ancak, seçim sandıklarının azımsanmayacak bir bölümünde (Toplam 180 bin sandıktan 30 bininde) muhalefetin hiçbir müşahidinin bulunmadığı, bu sandıklarda hile yapılmış olup olmadığının denetlenemediği bilgisi de önemliydi. Diğer yandan, seçmen kütüklerinin sağlıklı olup olmadığı, bir kişinin birden fazla sandıkta seçmen olarak yazılıp, oy kullanmasının mümkün olup olmadığı da denetlenemiyordu. Önceden bu olasılığı azaltan parmak boyası uygulamasının kaldırılması bazılarınca manidar bulunmuştu. Diğer yandan, birkaç yıl önce seçmen sayılarında büyük artışlar olduğunun duyurulması da kuşku yaratmıştı. Dolayısıyla “seçim hilesi” kuşku ve iddiaları yine gündemden düşmedi ama, muhalefet bu konuda inandırıcı bir kanıt da ortaya koyamadı.
Muhalefetin seçimde aldığı sonuçlara bakıldığında, CHP oyları, Cumhurbaşkanlığında % 30.6, milletvekilliğinde % 22.6 olarak gerçekleşti ve bu ikisi arasında 8 puan fark bulunuyor. İyi Parti oylarına bakıldığında, Cumhurbaşkanlığında % 7.3, milletvekilliğinde % 10 oy aldığı görülüyor. HDP oyları Cumhurbaşkanlığında % 8.4, milletvekilliğinde % 11.7 olarak gerçekleşti. Bu sonuçlar, muhtemelen, yaklaşık 3 puanlık sol oyun HDP’ye, 2.7 puanlık ulusalcı oyun da İyi Parti’ye kaydığını gösteriyor. Bunlara “stratejik oy” adı verilirken, CHP-sol-ulusalcı seçmenin bu stratejik oyları İyi Parti ve HDP’nin mecliste temsilini sağladı. CHP yönetimi de seçim ittifakını başarıyla gerçekleştirdi. Bu sonuç, seçime hazırlıksız yakalanan İyi Parti ve yine pek çok yöneticisi, milletvekili, belediye başkanı, taraftarı hapiste olan HDP için kritik önem taşıdı. Kuşkusuz muhalefet açısından en kötüsü, İyi Parti, HDP ve diğerlerinin meclise girememesi olurdu. Bu hamleler olmasa ve muhalefet mecliste sadece CHP ile temsil edilseydi, AKP mecliste salt çoğunluğa sahip olduğu gibi, MHP ve BBP ile birlikte Anayasayı değiştirebilecek büyük bir çoğunluğa da ulaşabilirdi. Sonuçta şunu söylemek mümkün: Muhalefet seçimi kaybetti ama ezilmedi. Erdoğan seçimi kazandı ama büyük bir zafer elde edemedi.
CHP açısından Muharrem İnce’nin bir aylık bir seçim kampanyası sürecinde gösterdiği başarı, en azından tabanın moralini yükselten, siyasete ilgisini arttıran bir etki yarattı. Buna karşılık, Kılıçdaroğlu ve parti yönetimi açısından meşruiyet sorunu doğurdu. Kılıçdaroğlu’nun TÜSİAD’da temsil edilen büyük sermayenin temsilciliğine oynayan stratejisi ve Gül’ü aday yapma çabaları başarısızlığa uğradı. Zaten CHP yönetimi son 4-5 yıldır politika belirlerken bu çizgiyi esas alıyordu. Büyük sermaye AKP’den şikayetçi olduğuna ilişkin hiçbir işaret vermezken ve muhalefete açık bir destek vermekten dikkatle uzak dururken, CHP yönetiminin ısrarla muhalefetini bu hatta göre kurgulaması sonuç vermedi. Çağımızda sermayenin siyasete en doğrudan müdahalesi medya aracılığıyla oluyor. Oysa, muhalefet bu seçimde Sözcü, Cumhuriyet, Yeni Çağ gibi birkaç gazete ve Halk Tv, Tele 1 gibi birkaç televizyonla sınırlı kaldı. Fox Tv dışında, sermayenin medyada muhalefete hemen hiçbir destek vermemesi, AKP’nin medyada büyük bir hakimiyet kurmasını sağladı. Sermaye Sözcü, Cumhuriyet gibi gazetelere ilan-reklam vermeye bile korkar oldu. Bu durum, Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP açısından, “sermayenin ana partisi” olabilmek için sermayenin çıkarlarıyla uyumlu görüşler savunmanın yetmediğini, bir yandan sermaye politikalarına toplumsal meşruiyet sağlarken, bir yandan da toplumsal destek sağlayarak seçim kazanma becerisini göstermek gerektiğini öğretmiş olmalı.
Muhalefetin bir başka unsuru olan İyi Parti yeni kurulan bir partiydi. Çizgisi ve kadroları henüz tam olarak şekillenmiş değildi. Örgütlenmesini de tamamlayamadığı için seçime hazırlıksız yakalanmıştı. Ama merkez sağdaki boşluğu doldurabilirse, AKP’den önemli oranda oy alabileceği tahmin ediliyordu. Seçim sonuçları bu öngörüyü doğrulamadı. Bir kere, kadrolarının büyük çoğunluğunun MHP kökenli olduğu, merkez sağa açılmakta çekingen davrandığı görüldü. İkinci olarak, örgütlenmesini tamamlayamaması, medyada yeterince temsil edilmemesi, yeni kurulan ve halk tarafından tanınmayan bir parti için büyük sorun oluşturdu. Akşener’in Cumhurbaşkanlığı için aldığı oy, taraftarlarının beslediği umutlara kıyasla hayal kırıklığı yarattı, ama meclise girmeyi başarması da fena bir sonuç değildi.
Saadet Partisi’nin, bazı tarikat ve cemaatlerin desteğini sağlayabileceği ve böylece AKP tabanından oy alabileceği düşüncesi de boş çıktı. İslamcı kesimin AKP ve Erdoğan’ı desteklemeye devam ettiği görüldü. Bu tablo, muhtemelen, İslami cemaatlerin neoliberal düzene uyum sağlamasında AKP’nin önemli bir rol oynadığını, artık eski “milli görüş” ve “adil düzen” çizgisinin İslami kesim tarafından büyük ölçüde terk edildiğini gösteriyordu.
Sosyalistler, seçimde HDP’ye destek vererek ve barajı aşmasını sağlayarak kritik bir rol oynadı. Cumhurbaşkanı adayı bile tutuklu olan HDP’nin barajı aşarak 67 milletvekili çıkartması önemliydi. Ancak, sosyalist solun 24 Haziran seçimlerindeki rolü HDP’nin barajı aşmasına destek verirken, meclise de birkaç milletvekili sokmakla sınırlı kaldı.
Sonuç olarak, seçimler siyasi dengelerde çok büyük değişikliklere yol açmadı. Hatta, bütün partiler açısından, kendini başarılı sayması için sebepler göstermenin mümkün olduğu bir seçim tablosu ortaya çıktı. Partilerin siyasi temsil ve toplumsal destek konusundaki mevcut dengelerini önemli ölçüde değiştirecek bir “dip dalgası” beklentisi ise gerçekleşmedi.
* * *
Seçimlerin ne tür sonuçları olacağı ve seçimden sonra ne tür gelişmelerin gerçekleşebileceği konusunda şimdilik iki noktaya dikkat çekmekte yarar var.
Bir kere 24 Haziran sonrasında Türkiye, “Türk tipi Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı verilen ve aslında Latin Amerika tipi başkanlık sistemi ile Türk tipi parlamenter sistemin bir sentezine dayanan yeni bir sisteme geçiş yapacak. Yeni sistemde Erdoğan çok güçlendirilmiş bulunan Cumhurbaşkanlığı makamında oturacak olsa da, AKP Mecliste salt çoğunluğu kaybetmiş durumda. Erdoğan ve AKP’nin, istediği yasaları çıkartabilmek için MHP ve BBP’nin desteğine ihtiyacı devam edecek. Bu, başkanlık sistemine özgü bir koalisyon biçimi anlamına gelmekte. Bu durumun bazı önemli sonuçları olacaktır.
Yeni dönemde, muhalefet ise, mecliste, CHP, İyi Parti, Saadet Partisi, DP, HDP ve HDP listesinden giren bazı küçük sosyalist partilerle temsil edilecek. Bu durumun, beklentilerin aksine, daha renkli ve çoğulcu bir meclis anlamına geleceği söylenebilir.
İkinci olarak, yeni dönemin, farklı bir ekonomik konjonktürde kurulacağına dair işaretler artıyor. Erdoğan, 2002’den bu yana bir politikacı için oldukça “şanslı” bir dönem geçirmiş, bu sayede Türk demokrasi tarihinde hiçbir politikacıya nasip olmayan seçim başarıları kazanmıştı. Kanımızca, bunda, uluslararası finans kapital tarafından Türkiye’de 2002 sonrasında bol sıcak para girişine dayalı bir tüketim ekonomisi yaratılması temel etmendi. Büyük miktarlı cari açıklara ve dış borçlara dayalı bu “ekonomik mucize” (!) seçmenlerin önemli bölümünde refah algısını yükseltmişti. Gerek sıcak para akımlarına dayalı ekonomik büyüme, gerekse alt sınıflara yönelik çeşitli sosyal yardımlar ve transferler, Erdoğan’ın dar gelirli, yoksul kesimlerin önemli bir bölümünden siyasi destek kazanmasını sağlamıştı. Hatta, muhalefetin seçim kampanyasında, kendisine büyük bir saray yaptırması, kendisine yakın bir sermaye grubunu kayırması vb. eleştirileri çokça dile getirmesi bile bu desteğin pek fazla zayıflamasına yol açmamış görünüyor. Bazı yorumcular, bu desteğin dinsel duygularla da desteklenen bir sadakate dönüştüğü görüşlerini dile getirmekteler.
Ancak, önümüzdeki dönemde ekonomik koşulların kötüleşeceğine, ekonominin daralacağına, kemer sıkma programlarının devreye gireceğine ve “yapısal reformlar” adı altında emekçi sınıfları daha da yoksullaştıracak adımların atılacağına ilişkin işaretler artıyor. Bakalım Erdoğan ve AKP, bu yeni dönemde, sorunların üstesinden gelebilecek ve toplumsal desteğini koruyabilecek mi?