Maurice Isserman*
Çeviri: Talip Özdoğan**
Yüzyıl önce Eugene V. Debs fikirlerinden dolayı cezaevine girdi.
Yüzyıl önce bu ay (Nisan), Amerikalı Sosyalist lider Eugene V. Debs on yıllık hapis cezasını çekmek için Batı Virginia, Moundsville’de bulunan cezaevine girdi. Debs bir önceki sonbahar, Birleşik Devletler’in Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden kısa bir süre sonra ve güya düşmana yardım eden vatandaşlarını cezalandırma amacıyla çıkarılan Casusluk Yasası’nı ihlal etmekten suçlanmıştı. Debs cezaevine girdiğinde birçok sosyalist arkadaşı bu yasanın hükümleri gereğince zaten hapsedilmiş bulunuyordu.
64 yaşına, içinde bulunduğu sağlık sorunları, karamsarlık ve ailesinden ve dostlarından ayrılma korkusu içinde giren Debs, “şehit” olmayı istemiyordu. Ama hayatta, özgür iradesiyle seçtiği bir rolü olduğunu biliyordu ve bu yüzden muhalif tavrını açıklıkla sürdürdü. “Dostlarıma söyleyin ki” dedi, 1919 Nisan ayında cezasını çekmeye başladığında, “hapishanenin kapısından başı dik, ruhu yabanî ve fethedilmemiş, ateşli bir devrimci olarak girdim”.
Debs’in suçunun aslında, “casuslukla” veya herhangi bir dalavere ve ihanetle hiçbir ilgisi yoktu. Onun suçu açıkça ve gururla işlenmiş bir suçtu: 10 ay kadar önce Ohio, Canton’daki kamuya açık bir parkta binlerce destekçiden oluşan coşkulu bir kalabalığın önünde konuşma yapmak. Debs savaşa derinden karşıydı, bunu ifade etmişti, bundan dolayı cezalandırılmıştı. O hapse girdiğinde kıdemli bir sosyalist olan Helen Keller, onu “kardeşliğin ve özgürlüğün havarisi” olarak adlandırmıştı.
Debs bütün kariyerini, başka bir Amerika’nın, daha adil ve tarafsız bir Amerika’nın mümkün olabileceğini göstermeye adadı. Yüzyıl sonra, ülke bir kez daha aynı sorunla mücadele ederken, Debs’in bize söylemeye çalıştığı şey, hatırlamaya değer.
1855’te Indiana, Terre Haute’de doğan ve özgür düşünceye sahip Fransız göçmen bir aile tarafından yetiştirilen Debs hiçbir kiliseye bağlı değildi ve hiçbir resmî dinî inancı benimsemedi. Ancak Kutsal Kitap’ı (Scripture) yakından biliyordu ve Orta Batı Amerika Protestanlığı’nın diliyle konuşma konusunda oldukça rahattı. Sahnede çatık kaşlı federal ajanlar onun sözlerini gelişigüzel bir şekilde kaydederken, Debs Canton’daki kalabalığa şunları söylüyordu: “Tanrı’nın oğlu İsa, devrinin devrimci bir propagandacısı olan bu işçi, bu marangoz, kendisini, egemen düzenbazların gözünde istenmeyen bir vatandaş olarak buldu ve bu kişiler onu çarmıha gerdi.”
Debs, uzun Canton söylevinin yalnızca bir paragrafını Sosyalist Parti’nin geleneksel savaş karşıtlığını ifade etmeye ayırmıştı: “Efendiler daima savaşları ilan etmişler, tebaa ise daima muharebelerde savaşmıştır”. Sadece bu ifade, Casusluk Yasası hâlihazırda yürürlükte iken suçlamada bulunmak ve hızlı bir iddianame hazırlamak için oldukça yeterliydi (Casusluk Yasası yüzyıl sonra hala kitaplarda duruyor).
Debs’in Terre Haute’teki ilk günlerinden tanıdığı çok az kişi, günün birinde onun son yıllarını siyasal bir mahkûm olarak geçirmek gibi korkunç bir ihtimalle yüzleşeceğini tahmin edebilirdi. 15 yaşına girmeden önce, ailesinin düzensiz malî durumuna katkıda bulunmak konusunda oldukça istekliydi; Debs bu nedenle okulu bıraktı ve yerel bir demiryolu manevra istasyonunda çalışmaya başladı. Ancak kol emekçisi olarak uzun süre çalışmadı. 25 yaşına geldiğinde daha sonra nitelikli demiryolu işçilerinin önemli bir sendikasına dönüşecek olan Lokomotif Ateşçileri Birliği’ne (The Brotherhood of Locomotive Firemen) ait ulusal bir derginin editörüydü. 30’una geldiğinde Indiana Yasama Meclisi seçimlerine bir Demokrat üye olarak seçilmişti. Zekâsı ve hitabet yeteneği dikkate alındığında, önü açıktı.
Debs’in Indiana’daki bu ilk günlerindeki görüşleri, emek ve sermaye arasında toplumsal uyumu destekleyen hayli muhafazakâr zanaat/meslek sendikacılığının görüşlerini yansıtıyordu. Ancak 1890’ların ilk yıllarında, özellikle (neredeyse tamamen beyaz, yerli ve erkek olan) lokomotif ateşçileri gibi nitelikli işçilerin örgütlenmesine odaklanan zanaat sendikacılığının, işçi hareketi için çıkmaz bir sokak olduğunu hissetmeye başlamıştı.
Debs bunun yerine vasıflarına bakılmaksızın herhangi bir sanayi kolunda çalışan bütün işçileri tek bir örgüt çatısı altında örgütleyen bir strateji benimsemiş sanayi sendikacılığına yöneldi. 1894 yılında büyük Pulman greviyle doruğuna ulaşan kısa ama olağanüstü bir başarının elde edildiği Amerikan Demiryolları Sendikası’nın 1893’te kurulmasına yardım etti ve başkanlığını yaptı. Grev federal askeri birlikler tarafından bozguna uğratıldı ve Debs hemen akabinde posta hizmetlerine müdahale ettiği gerekçesiyle hapse atıldı. Sendikanın sönümlenmesi ve hapiste geçirdiği altı ay, Debs’i birkaç yıl içinde küçük ama giderek büyüyen sosyalist bir hareket için başkan adayı bir lider olarak ortaya çıkaran politik bir hatta yönlendirdi.
Deb’in biyografi yazarı Nick Salvatore “Debs fiziksel olarak bile değişmiş görünüyordu.” diye yazmıştı. O, yeni yüzyılın başlangıcıyla ulusal düzeyde önem kazandı ve Sosyalist harekete yüz binlerce destekçi kazandırdı. Uzun ince boyuyla Debs ince endamını oldukça etkili bir şekilde kullanmaya başladı. Uzun kolları ve gövdesi sesine uyum sağlarken etkileyici gözleri ve yüzü kürsüden dikkatleri üzerlerine çekiyordu… Eski Ahit’in resullerinde ve Yeni Ahit’in kızgın İsa’sında olduğu gibi Debs açık sözlü hatta sert bildirilerinden dolayı özür talebinde bulunmayan nebevî bir model bulmuştu. Bu süreçte ilk kez güçlü karizmatik hitabıyla dinleyicilerine dokunmuştu.
Debs 1900 yılı Eylül’ünde “Sosyalizmin Birleşik Devletler’deki geleceği aslında umut verici” diye yazıyordu, “Ümit üzerine tefekkür, güçlü bir esin kaynağıdır.”
Debs abartıyordu; o yıl sosyalist bir başkan adayı olarak yaklaşık 14 milyon oyun yalnızca 100 binini almayı başarmıştı. Ancak takip eden başkanlık yarışlarında bu abartı, kehanete doğru meyletmeye başladı.
1912’de toplam seçmen sayısının yüzde 6’sına karşılık gelen yaklaşık yarım milyon oy aldı. Aşağı Doğu Yakası ve Milwaukee’de göçmen mahalleler Debs için bir araya gelen yegâne yerler değildi. Washington ve California ve en şaşırtıcısı Oklahoma gibi bazı eyaletlerde Sosyalist Parti’nin seçmen payı iki basamaklı düzeylere ulaştı. Aynı 12 yıllık dönem boyunca parti, üye sayısını 10.000’den yaklaşık 120.000’ne çıkardı. Ülke çapında 1200 sosyalist, Michigan’da bulunan Flint, Montana’da bulunan Butte, Berkeley’de bulunan Calif’deki belediye başkanlıkları da dâhil çok sayıda yerin yönetimini kazandı.
Gösterişten tümüyle uzak olmamakla birlikte, Debs yine de dikkate değer karizmatik yetenekleriyle arasına mesafe koyuyordu. Onun bütün ülkeyi kapsayan daimî halka hitap gezilerinin temel noktası, kişisel bir kült inşa etmek değil, kurumsal bir temel geliştirmekti. 1910’da “Beni veya herhangi birini takip etmenizi istemiyorum” diye konuşuyordu. “Eğer sizi bu kapitalist vahşetin dışına çıkaracak bir Musa arıyorsanız, tam da bulunduğunuz yerde olmayı sürdüreceksiniz.” Bunu yapma kudretine sahip olsa da takipçilerini “vaadedilmiş topraklara” götürmeye kalkmazdı çünkü [şunu diyordu]: “Eğer ben sizi oraya götürebilirsem, başka biri de sizi oradan çıkarabilir.”
Debs kesinlikle Marx ve Engels’i okumuştu. Sınıf mücadelesine ve demokratik sosyalist bir kamu düzenine nihaî olarak (hemen olmasa bile) varılacağına inanıyordu. Ancak Salvatore’nin belirttiği gibi: “Debs, yerli Amerikan radikallerinin klasik bir örneği olarak kalır. Dünyaya bir Sosyalist olarak gelmemişti ve Sosyalist olduğunda da Amerikan değerlerini reddetmedi.” Marksist olanı değil, Amerikalı olanı dile getirdi. Zanaat sendikacısı olduğu ilk günlerden başlamak üzere sonraki bütün siyasal evrimi boyunca vurguladığı şeyler “bireysel vakar ve vatandaşlık kavramında mündemiç olan güçtü.”
Bilinçli bir şekilde ya da değil, Debs, Massachusetts Körfezi Kolonisi’nin kuruluş günlerine kadar uzanan Protestan radikalizminin zorbalığını vurgularken, Anne Hutchinson bu sırada ünlü “İbahilik tartışmasında” [antinomianism –dinin yasaklarını mubah sayma, en.] bu teokratik devletteki müesses bakanlığın otoritesine meydan okuyordu. Kelime anlamı olarak “yasaya/hukuka karşı veya muhalif olmak” anlamına gelen İbahilik, Ortodoks Püritenlerin, temel ihtilaf noktası olarak Tanrı ile doğrudan iletişim kurduğunu -kişisel ilham/vahiy- iddia etme cesareti gösteren Hutchinson ve takipçileri için kullandıkları suiistimale dönük bir terimdi.
İki yüzyıl sonra, bir diğer Massachusettsli radikal, köleliğin kaldırılması taraftarı William Lloyd Garrison, kendi gazetesi olan The Liberator’un ilk sayısında “hakikat kadar sert ve adalet kadar uzlaşmaz” olma sözü veriyordu. Frederick Douglass, John Brown, Elizabeth Cady Stanton ve Margaret Sanger aynı geleneği takip etti. Debs de öyle yaptı.
Sosyalist hareket içinde hiç eksik olmayan zorlu tartışmalar sırasında Debs, özel mektuplarında “karanlık yerlerde rehber olması için Tanrı’nın oraya koyduğu iç aydınlığı”nın gerekliliğinden bahsediyordu. 1918’de cezaya çarptırıldıktan sonra mahkemeye konuşurken Hutchinson/Garrisonvari ilhamın sesiyle gürledi:
Sayın Yargıç, yıllar önce tüm canlılarla olan akrabalığımı fark ettim ve yeryüzünde en aşağılık olandan biraz olsun daha iyi olmadığıma karar verdim. Ve o zaman söylediğimi şimdi de söylüyorum: Eğer daha alt bir sınıf varsa ona dâhilim, eğer ortada bir suç varsa, dahlimin olduğunu ve eğer cezaevinde bir can varsa özgür olmadığımı söyledim, hâlâ da söylüyorum.
Batı Virginia’daki iki aydan sonra nakledildiği Atlanta’daki hücresinde duvara astığı tek resim çarmıha gerili İsa’ydı.
Daha sonraki bir jenerasyona mensup Amerikalı bir sosyalist ve Dissent dergisinin kurucu editörü ve hareketin tarihinin yakın tanığı olan Irving Howe, yaşamının ileri bir döneminde, Debs’in Sosyalist Parti’nin uzun vadede iyiliği için fazla Amerikan olup olmadığını soruyordu. Howe “çeşnisi bakımından son derece yerli” olan Debsçi Sosyalizm’in köklerinin zaman zaman bir çeşit ahlaki mutlakiyetçilikle iç içe geçen Amerikan Protestan “ahlaki beyan” (moral testimony) geleneğinde yattığını yazmaktaydı. “Ahlakî beyan geleneği büyük toplumsal hareketlere, özellikle de kölelik karşıtlığına ilham verebilmiştir; bu gelenek siyasal yaşamın sınırlarında protestolara, işin doğrudan içinde olan partilerden daha iyi hizmet etti.” Debsçi çağda Sosyalistler “ahlakî protesto ve siyasal eylem arasında huzursuz ve kararsız bir şekilde bocalayıp durdular.”
Savaş ve barış meselesi, Debs’in kaçamak bir dil kullanacağı bir mesele değildi; öyle görünüyor ki bu federal hükümetin de yapacağı bir şey değildi. Debs 10 yıllık cezasının üç yılından daha kısa bir süresinde çalıştı, ancak sağlığı bozuldu. 1926 yılındaki ölümüne kadar bir daha da asla iyileşemedi.
Cezaevinde kaldığı sürede, resmî baskılarla yıpranan sosyalist hareket parçalandı. Cezaevinden sevgilisi Mabel Curry’e yazdığı bir notta Debs, hücresindeki portatif karyolada her zaman olduğu gibi huzursuz bir şekilde uyurken gördüğü bir rüyayı anlatır: “Doğduğum evin içinde yürüyordum -ev yok oldu ve geriye sadece külleri kaldı. Hakkımdaki her şey kül olmuştu. Ayaklarım küllere batıyordu ve ayakkabılarım küllerle doluyordu.”
Ve böylece yeniden canlanan Amerikan Sosyalizminin ümitleri, sonraki yüzyılın büyük kısmında küller içinde kaldı. Sosyalistlerin hareket açısından yeni olan ve sayı olarak giderek artan hâlihazırdaki jenerasyonunun ahlakî protestonun kurtarıcı vaadini ve siyasal eylemin pratik başarılarını birlikte dokumak için bir yol bulup bulamayacakları hususu hala belirlenmeyi bekliyor.
(*) Hamilton Koleji’nde Amerikan tarihi dersleri veren Maurice Isserman “The Other American: The Life of Michael Harrington [Öteki Amerikalı: Michael Harrington’ın Yaşamı]” kitabının yazarıdır.
(**) Mülkiye Eğitim Merkezi Çeviri Çalışma Grubu.
Kaynak: https://www.nytimes.com/2019/04/20/opinion/americas-original-socialist.html