78. ölüm yıldönümünde, Atatürk’ü bugün de her zamanki gibi minnetle anıyoruz. Ve her anma gününde olduğu gibi, duygularımız, bugün de ister istemez içinde yaşadığımız koşullarla şekilleniyor. Oysa rastlantı bu ya, bu 10 Kasım neredeyse günü gününe dünyayı sarsacak bir olayla örtüştü: ABD seçimlerinde faşizan fikirler taşıyan milyarder bir emlakçı, akıl almaz bir “program”la Başkan seçildi. Ve şimdi de herkes “Pandora’nın Kutusu’ndan bakalım neler çıkacak?” diye kaygıyla bekliyor.
Beklentilere ışık tutabilir düşüncesiyle, yeni Başkan’ın “sözlü program”ını ben de bugünkü Birgün’de özetledim. Ve bu arada da aklıma şu soru takıldı: Acaba Atatürk’ü anarken ve bir yandan da ABD seçimi üzerinde düşünürken, bu iki olayı birlikte yorumlamak mümkün müydü? Doğrusu pek de bir ilişki kuramazken beklenmedik bir yazar imdadıma yetişti. New York Times yazarı Ross Douthat’ın konuyla ilgili yazısında ilham verici noktalar vardı.
***
R. Douthat, yazısına Trump’ın zaferiyle, 217 yıl önce Fransa’da Napolyon Bonapart’ın kendisini “Birinci Konsül” ilan eden “18 Brumaire” darbesi arasında ilişki kurarak başlıyor. Zaten Fransız Devrimi takviminin “18 Brumaire”i, bugünün “9 Kasım”ına tekabül ediyor; tam da Trump’ın “darbe” günü!
Fakat hepsi bu mu? Benzerlik sadece tarihlerde mi?
Douthat yazısına şöyle devam ediyor: “Donald Trump bir Napolyon değildir; fakat kendisini sadece otoriter bir opera-komik figürü, tarihsel bir parodi olarak görenler için, onun kendi 18 Brumaire’ini dikkate alma zamanı gelmiştir”. Ve sonra da, yazar, Clinton için seferber olmuş bütün unsurlara (medya, anketler, danışmanlar vb) rağmen, Trump’ın “gerçekten şaşırtıcı” bir zafer kazandığını söylüyor.
Zafer mi? Zafer, hiç kuşku yok. Ne var ki siyasi zaferler, sportif zaferlere benzemiyor ve bazen siyasi yarışı kazananlar, kazançlarının enkazı altında kalıp boğuluyorlar. Nitekim Douthat’ın “Trump zaferi” ile ilgili sezgisi de bu yönde. “Otuz yıl önce soğuk savaşın bitmesinden ve 1960/70’lerin sosyal krizinin bitmesinden beri, diyor yazar, hiçbir şey (ne 11 Eylül travması, ne siyah bir başkanın seçilmesi) Amerika’da tarihi bu kadar gerilere çekmedi”. Üstelik bu dalga Amerika’yı aşan bir dalga! Bu konuda da Douthat çerçeveyi şöyle çiziyor: “Küresel planda Trump’ın milliyetçiliği ve popülizmi, kendisini Marine le Pen, Recep Tayyip Erdoğan ve tabii Putin gibi değişik figürlerle paralellik halinde, tam bir zamanın adamı haline getiriyor; fakat bütün normları ve ortak varsayımları parçalayıcı kişiliğiyle Amerika kontekstinde daha önce hiç görmediğimiz bir siyasetçi”. Yazar makalesini daha da kötümser cümlelerle bitiriyor.
***
Douthat’ın koyu karamsarlığının sorumluluğunu kendisine bırakalım ve şu soruyu soralım. Yazarın Trump’la Erdoğan’ı “zamanın ruhu” bağlamında buluşturan gözlemi ne ölçüde haklı? Fransa’da yaşanan “18 Brumaire” darbeleri bu konuda ipuçları verebilir mi?
İlginçtir ki yakınlarda ben de bu sahifelerde bizde yaşananlarla “18 Brumaire” arasında ilişki kurmuştum; fakat benim sözünü ettiğim 18 Brumaire birinci değil, üçüncü Napolyon’un 18 Brumaire’i idi. Tabii arada büyük fark var; fakat bir de benzerlik bulunuyor. Austerlitz kahramanının (I. Napolyon) yeğeni (III. Napolyon), amcasına özeniyordu; ona benzemek, tarihte onun gibi bir yer almak istiyordu. Aslında % 75 oy alarak Cumhurbaşkanı seçilmişti; fakat 1848 Anayasası emperyal iddialarını engelliyordu. Onu aşması ve halkına, hayallerine uygun bir Anayasa kabul ettirmesi lazımdı.
Bizde de Erdoğan şanlı Osmanlı sultanlarına öykünüyor ve yollarıyla, köprüleriyle tarihte derin izler bırakmak istiyor. Uluslararası platformlarda da dünyanın kaderini elinde tutan birkaç liderden biriymiş gibi konuşuyor: Ortadoğu’da fütuhat rüzgârları estiriyor; BM kürsülerinde “Dünya beşten büyüktür!” diye haykırıyor; Amerika’ya sık sık akıl veriyor; AB’yi de bıkıp usanmadan haşlıyor. Ve içerde de çoktandır, şu anda ABD’de Trump’a yöneltilen eleştiri sesleri yükseliyor.
***
Peki ya Atatürk?
O resmi referanslardan çıkalı bir hayli zaman oldu. Büyük asker ve devlet adamını ancak böyle yıldönümlerinde anıyoruz. Oysa birçok sözü günümüzde de bütün canlılığını koruyor ve bugünlere ışık tutuyor. Galiba en çok hatırlamamız gereken sözlerinden biri de şöyle; bugün kendisini bu sözlerle analım:
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘Yapıyoruz, yapacağız!’ dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. Panturanizm yapmadık, “Yaparız, yapıyoruz!” dedik, “Yapacağız!” dedik ve yine “Öldürelim!” dediler. Bütün dava bundan ibarettir”.
Demek ki bütün dava neymiş?