Bakanlar Kurulu, yarın, Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan başkanlığında toplanıyor. Ortada olağanüstü bir durum yok, ama yine de Başbakan Davutoğlu “gayet normal” diyor, “bizim kitle neden rahatsız olsun ki?”. Ve makamına layık bir tonda konuşuyor. Parti başkanlığını hatırlatıyor; “yeni nesil”den söz ediyor; yapacağı “yenilikler”i sıralıyor ve seçim çalışmalarına da başbakan olduktan hemen sonra, baba şehrinde, Konya’da başladıklarını söylüyor. (Hürriyet, 17 Ocak). Bu sözler, görüp yaşadıklarımızla pek uyuşmasa da, kimileri “bu da bir çeşit algı operasyonu” dese de –hakkını yemeyelim- üzerinde durulması gereken sözler..
Hatırlayalım: 10 Ağustos’tan önce hemen her gün Tayyip Bey’i dinlerdik. Ve dinleye dinleye de neler söyleyeceğini adeta ezberlemiştik. Konuşmalarında bazen duble yollar, faiz lobisinden önce gelir, bazen de tersi olurdu. IMF alacaklarının nasıl sıfırlandığı da mutlaka araya sıkıştırılırdı. Hangi TV kanalını açsak bunları duyardık. İstesek de, istemesek de! O kadar ki, sonunda –bazı kanallarda- duyulmaması gereken şeyleri bile duymaya başlamıştık.
Derken seçimler yapıldı; Tayyip Bey cumhurbaşkanı oldu ve bizler de sandık ki artık nutuk çağı sona eriyor; sessiz bir döneme giriyoruz ve bundan böyle stratejik derinliğin muhtaç olduğu “masa çalışmaları” ağır basacak!
Yanılmışız.
tanersonnAslında daha da kötüsü oldu. Artık gün geçmiyor ki bu kez her ikisini birden dinlemek zorunda kalmayalım. Hem cumhurbaşkanını, hem de başbakanı. Kimilerimiz, ‘yoksa iktidar- muhalefet kavgası bitti de, hesaplaşma iktidar içine mi taşındı’ diye düşünmeye başladı. Oysa görüyoruz ki durum o da değil. Tayyip Bey de, Davutoğlu da farklı şeyler söylemiyorlar; hatta başbakan, görünüşe göre, cumhurbaşkanı’ndan üslup çalmaya bile çalışıyor. Henüz vurgularda ve kreşondalarda hayli zayıf kalsa da. Kısaca kavga yok. Ve bu yüzden de AKP içinde “iktidar kavgası”, daha çok muhalefetten umudu kesmiş olanların “wishful thinking”i gibi görünüyor.
O halde değişen ne?
Görünen şu: nutuklar ikileşti ve yürütme gücü de ortak çalışan iki kola ayrıldı. Oysa bütün gerçek bu mu? Tarihçiliğim depreşti; kolektif bilinçaltımızı yokladım; Osmanlı tarihinde referanslar aradım. Ne de olsa Osmanlı tutkusuyla tutuşan bir iktidar döneminde yaşıyoruz. O halde ben de size kalın hatlarla bir Osmanlı tablosu çizmeye çalışacağım..
***
Osmanlı Devleti’nde, Padişah, ilke olarak mutlak bir iktidara sahipti. Sosyolojik planda ise Yeniçeri Ocağı, 1826’da kırılana kadar, onun karşısında bir denge unsuru oluşturuyordu. Yeniçeriler halktan kopuk değillerdi. Zaten çoğu esnaflaşmış, halkın bir parçası haline gelmişti. Para tağşişleri, vergi artışları ve her türlü keyfi önlem Ocak mensuplarını da vuruyor, onlar da tüm lumpenleri peşlerine takarak kazan kaldırıyorlardı. Bu halkçı tarafları yüzünden, Batı’da onları Fransız Etats-Généraux’larına (Genel Meclis’lerine) benzetenler de olmuştu. Uzun yıllar Osmanlı hizmetinde çalışmış Kont Marsigli ve ünlü düşünür Voltaire bunlar arasındaydı.
Aslında Yeniçeri ordusu gerçekten de bozulmuştu; aralarından başına buyruk kabadayılar, haydutlar, soyguncular çıkıyordu. Oysa bu durumun baş sorumluları kimlerdi? Ayrıca o tarihlerde hangi Osmanlı Kurumu bozulmamıştı ki? Saray mı? Sadaret mi? Medreseler mi?
***
Yeniçeri kırımı Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası oldu. Farklı bir iktidar kavgası sergileyen yeni bir dönem başlamıştı. Bu dönemde kavga halktan tamamen kopuk, entrikalarla bezenen Saray kavgalarına dönüştü. Sultan ve yakınları, paşalar, mültezimler, sarraflar, devamlı değişen kombinezonlar içinde kıyasıya savaşıyor ve bu kavgada en dürüstler, en bilgililer, en açık fikirliler çoğu kez kaybediyordu. Üstelik Düveli Muazzama elçileri de kavgaya katılmış ve Osmanlı yandaşlarıyla birlikte gidişata yön vermeye başlamışlardı. Namık Kemal, İbret’te (1872), açık açık “Avrupa nazarında daha ziyade makbuliyet kazanmak” için iç politikada yabancı güçleri kullanma çığırını Mustafa Reşit Paşa’nın açtığını yazmıştı. Kendisi de Avrupa’ya Fransız elçiliğinin yardımıyla kaçtı. Ülkede istibdattan ve “kaht-ı rical” den (devlet adamı yokluğundan) şikayet ediyordu.
Yine de bir İslam ülkesindeyiz; İslam diyarında “ulu’l emre itaat” esastır ve kavgalar hep sultan sancağı altında yürütülür. İlke buydu, ama II. Mahmut’tan sonra sosyo-politik bir olgu olarak da yeni bir iktidar kutuplaşması ortaya çıkmıştı.
Yeni kutuplaşma Sarayla Bab-ı Alî, sultanla sadrazam arasındaydı: Bir tarafta ilke olarak sahip oldukları iktidarı fiilen de kullanmak isteyen sultanlar; öbür tarafta, sırtını bir elçiliğe dayamış, “sultana haddini bildiren” (Şinasi) sadrazamlar.. Sultan Aziz, Fuat ve Ali paşalar peş peşe öldüklerinde, “işte şimdi özgürlüğüme kavuştum” dememiş miydi? Aslında bahtsız sultan yanılıyordu; Sadrazam Mahmut Nedim Paşa ile Rusya elçisi İgnatiyef’in ittifakının yükselen gücünü henüz fark etmemişti..
***
Bu dönemin iktidar kavgalarını bir bakıma “Saray” simgesi temsil ediyordu. Aslında iddialı bir padişah olan Abdülaziz yeni yapılan Dolmabahçe’ye iktidar hırsıyla yerleşmişti. Cağaloğlu’ndaki sadaret konağı da defalarca yandıktan sonra, 1844’te, kâgir olarak yeniden yapılmış ve küçük bir “saray”a dönüştürülmüştü. Ne var ki Sultan Aziz Dolmabahçe’de sefahate dalınca, küçük saray, büyük saraya galebe çaldı ve iktidarın ipleri paşalara geçti.
Sultan Hamit çok daha becerikli çıktı ve Devlet değirmenini yeniden saraya taşıdı. Bunun için Osmanlı ıslahatçılığının en radikal ve en yetkin öncüsü Mithat Paşa’yı sürgüne yollamaktan da çekinmemişti. Ne var ki tüm demokratları kahreden bu saray darbesi kendisine de pahalıya mal oldu ve imajı, manevi kullarının hala tamir edemedikleri bir yara aldı. Oysa Sultan Hamit, marangozlukta olduğu kadar siyasette de ustaydı. Kendine göre bir “imaj politikası”, bir “imaj yönetimi” icat etmişti ve bunun bir aracı olarak da yeni bir saray protokolu düzenlenmişti. Müstebit Sultan, seleflerinin saltanat imajını koruyamadıkları Dolmabahçe’yi terk etmiş, Yıldız’a yerleşmişti.
Abdülhamit döneminde Saray teşrifatı da değişti; ressam Şeker Ahmet Paşa teşrifat müdürü oldu. Yine de müstebit Sultan, ülkeye davet ettiği ve sonunda kendisini iktidardan kovacak subayları yetiştiren Alman militaristleri sayesinde dünyaya hiç de parlak olmayan bir imaj bıraktı. Evet Sultan Hamit kurnaz bir padişahtı; imajını düzeltmeye çalışıyordu; fakat tarihi, “imaj operatörleri” ve “algı yöneticileri” yazmıyor. Ve bu yüzden de o dönem, kim ne derse desin, tarihimizin karanlık bir dönemi olmaya devam edecek..
***
Şimdi gelelim bugüne. Bu genel tablo ve Saray-Bab-ı Alî ikileşmesi bugünlerde de yaşadığımız bazı olayları çağrıştırıyor mu? Yeni Anayasa ile parlamenter rejimden başkanlık rejimine geçiyoruz derken, yoksa Bab-ı Alî’den Saray’a geçişe mi tanık olduk? Yeni bir “saray”; yeni teşrifat kuralları ve “imaj” operasyonları; merdivenlere dizilen tören askerleri vb. bütün bunlar bize bir şeyler hatırlatmıyor mu? Yakınlarda bizzat katılanların açıkladığı BOP’lu ve “ılımlı İslam”lı Bush “proje”sinin, kendisini Kudüs’te “İslam’ın hamisi” ilan eden II. Wilhelm’in “proje”sinden bir farkı var mı? Bugün her vesileyle Sultan Hamit’i yüceltenler, bu benzerliklerden rahatsızlık mı duyarlar, yoksa memnuniyet mi?
Yarın Hükümet Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanıyor. Anlamayanlar varsa, iktidarın Bab-ı Alî’de mi yoksa Saray’da mı olduğunu görecekler. Tereddütler varsa giderilecek. Bu da bugünkü “imaj politikası”nın ya da “algı yönetimi”nin bir parçası değil mi?