Anlaşıldı; Louis Bonapart tartışmalarını 2015’de bıraktık; bu yıl da Hitler’le uğraşacağız. Bunun yolunu da, herhalde farkına varmadan, Tayyip Bey açtı: Bu kez “anayasacı” kimliğiyle, üniter devletlerde başkanlık sistemini anlatırken…Konuşmasında Hitler Almanya’sını hatırlatıyor ve sıradan bir örnek verir gibi, “üniter sistemli başkanlık, baktığımızda var”, diyordu, “Hitler Almanyası’na baktığımızda da bunu görürsünüz”.
Ve tabii kıyamet de koptu.
Sadece iç basında değil; dış basında da! Hitlerizmin ne olduğunu çok iyi bilen bir Alman gazetesi (Süddeutsche Zeitung) haberi okuyucularına şöyle duyurmuştu: “Erdoğan, Hitler Almanya’sını etkin bir başkanlık sistemi için örnek gösterdi“. Ve arkasından, Guardian, Independent, New York Times, Libération vb sıralandılar .. Hatta El Arabiya bile koroya katıldı.
Gürültü büyüktü ve -bekleneceği gibi- “düzeltme” de gelmekte gecikmedi: Tayyip Bey’in sözleri “çarpıtılmış”tı.. Oysa olan olmuş, Führer gündeme oturmuştu. Bu vesileyle benim de aklıma bir Nazi öyküsü geldi; onu anlatayım dedim; bir sinema klasiğinden aldığım ilhamla..
***
Nazizm hakkında sayısız yorum yapılmıştır; Marksist, pozitivist, psikanalitik, liberal vb.. Bu konuda yazılanlar özel bir kitaplık oluşturur. Ayrıca Hitler rejimi görsel sanatlara da büyük bir ilham kaynağı oldu. Resim ve fotoğrafçılık sanatına; tiyatroya, özellikle de sinemaya!.. Ne var ki bunların büyük çoğunluğu Nazizm iktidara geldikten sonra işlenen cürümleri sergilerler. En çarpıcı örneğiyle, Visconti’nin, Nazi’lerin kendilerine uşaklık eden Krupp ailesini nasıl yozlaştırdığını anlatan başyapıtı gibi.. Benim aklıma da, bugünlerde, aslında Nazizmle doğrudan ilişkisi olmayan, fakat onların iktidara geldiği yıllardaki atmosferi betimliyen bir film geliyor. Fritz Lang’ın 1930 tarihli ünlü eseri: Bir şehir katilini arıyor.. Başka dillerde “Lanetli adam M.” başlığı altında gösterilmişti.
***
Görmemiş olanlar için özetleyeyim; konu kısaca şöyle: 1930 yılında Berlin’de bir kız çocuğu kaybolur. İzleyen günlerde de seri katil olduğu anlaşılan bir ruh hastası, gazetelere yolladığı bir mektupla cürümlerini ve içinde bulunduğu psikolojiyi anlatır. Bütün şehir dehşet içindedir. Emniyet görevlileri şehri parsellere ayırarak aramalara başlar. Artık bir karış toprak bile kontrol dışı değildir ve kolektif paranoya içinde herkes birbirinden şüphelenmeye başlamıştır. Tabii bu durum herkesi rahatsız eder; en çok da işleri aksamaya başlayan yeraltı dünyasını.. Onlar da bir toplantı yaparak harekete geçerler ve kendi olanaklarıyla katili aramaya katılırlar. Aslında “olanak”ları hiç de az değildir; nitekim dilencileri seferber ederek kısa zamanda katili yakalarlar.
***
Yeraltı dünyası bu; katili “Devlet”e teslim edecek değiller ya! “Kanun”ları var, “mahkeme”si var; kendine göre bir de “adalet”i var. Ona bir avukat temin edip “jüri”nin karşısına çıkarıyorlar. “Jüri” başkanı da yerüstü dünyasında birkaç cinayetten aranan bir “zanlı”dır. Ve filmin belki de en çarpıcı sahnesini burada yaşarız: “Dava”yı izleyen kalabalık “profesyonel” takım, nefret dolu bakışlarla ve ürkütücü bir sessizlik içinde katili süzmektedir. Katil de dehşete kapılmış, “makheme”ye yalvarmaktadır: “Ne olur beni Devlet’e teslim edin! Yalvarırım size!”. Devlet komiseri son anda yetişir..
Oysa yavaş yavaş, “devlet” de nitelik değiştirmekte, yeraltı dünyası ile yerüstü dünyası birbirine karışmaktadır. Bu sembiyozu, 1970’lerde de, çok farklı bir pencereden Bop Fosse, “Kabare” filminde anlatacaktır..
***
Anlatıldığına göre, Fritz Lang önce filmine “Katil aramızda” diye bir başlık seçmiş; Nazi yanlısı stüdyolar ona kapılarını kapayınca bilinen adı koymuş. Yine de Goebbels onun Nazizmi çok iyi anladığını hemen fark etmiş ve Propaganda Nazırlığı koltuğuna oturur oturmaz ona önemli bir görev teklif etmiş. Oysa Fritz Lang’ın dünyası başka bir dünya; teşekkür ediyor ve Paris’in yolunu tutuyor.. Nazi sempatizanı karısını Almanya’da bırakarak.. Dedik ya o tarihlerde yeraltı dünyası ile yerüstü dünyası birbirine karışmaya başlamıştı.. İşte Naziler bu ortamda iktidara geldiler ve bu amaçla da her türlü aracı kullandılar. Daha 1919’da, Mussolinii Il Popolo’da “Bizim zamana, ortama ve yerine göre hem aristokrat hem demokrat; hem tutucu hem devrimci; hem legalist hem de illegalist olabilme gibi bir lüksümüz var” demişti. Nazilerin iktidara yürürken nasıl ABD mafiası yöntemlerini kullandıklarını ise 1950’lerde Hanna Arendt anlattı. Gözlemciler benzer yöntemleri bugün de DAİŞ’in kullandığına işaret ediyorlar. İslamo-faşist lafı boşuna değil!.
***
1930’larda Alman sinemasına damgasını vuran dışavurumcu akım “sürü psikolojisi” ile ilgili daha bir sürü başyapıt yaratmıştır. Bunlar arasında, Metropolis gibi, Lang’ın imzasını taşıyanlar da bulunuyor. Ve bugün Hitler’in adı anılırken insanlar biraz da bu ve daha sonraki görüntüleri hatırlayıp, ürperiyorlar. Oysa Türkiye Cumhurbaşkanı, farklı bir kültürel gelenekten geldiği için, konuşmasında bu konuda yeterli bir duyarlılık göstermemiş ve Nazi Almanya’sından sıradan “başkanlık rejimi” diye söz ederek tepkileri çekmiştir.
***
Aslına bakılırsa 1940’larda yayılan Büyük Doğu kültürü, Necip Fazıl’ın “Başyüce” sistemi ile sergilediği gibi, hiç de “demokratik” bir nitelik taşımıyordu. Koyu bir Yahudi düşmanı olan N. Fazıl zaman zaman bu konudaki duygularını ifade etmiştir. Örneğin ona göre Yahudilerin en çok korktukları şahıslar “Abdülhamit ve Hitler’den ibaret kalmıştı” (Başmakalelerim, 3; s. 214). AKP kurucuları ve en aktif elemanları da 1970’lerde Büyük Doğu kültürü içinde yetiştiler. Geçenlerde Necip Fazıl ödülü alan hikayeci yazar, Star’daki köşesinde (25 Aralık) bu kültüre bağlılığını şöyle dillendiriyordu : «Kültür ve Sanat dünyamızın nabzı Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile atıyor. Büyükdoğu’larla yetişmiş nesillerin; dil ve zihin dünyası kadar, zevk ve dava şuurunu da dokuyan bir hamlenin, bir ritmin, bir ahengin adı olagelmiştir Necip Fazıl..”. İşte bugünlerde kimilerimiz de böyle bir ortamda yaşıyor. Ve tabii tartışmalar da devam edecek..