Ulusu temsil eden insanlar vardır. Şöhretten, yetenekten, üretkenlikten kaynaklı bir temsilden söz etmiyorum. Ulusu ulus yapan her ne varsa ki bunun adı tarih olur, ortak kültür olur, farklı inanışlar olur, yoksulluk ve çilekeşlik olur, bir savaş olur, bir çoban, kaçakçı ya da bir eşkıyanın öyküsü olur… Kimi insanın her eylem ve sözcüğünde, mensubu olduğu ulusun izi fark edilir.
Zamanında, Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün Jean Paul Sartre için dile getirdiği meşhur bir söz var ya. “Sartre Fransa’dır” demiştir de Gaulle. İşte böyle bir konumdu Yaşar Kemal’inki sanırım. ‘Kemal Türkiye’dir’ denilse, bunu söyleyebilecek bir devlet başkanı olsa, kim itiraz ederdi? Büyük ozan geçen hafta toprağa verildi.
Yaşar Kemal, tadına doyulmaz bir yetkinlikle anlattığı çiçeğine, böceğine, toprağına kavuşurken, Türkiye, insan aklı ve onuruna hakaret kabul edilmesi gereken Kabataş saçmalığını konuşuyordu. Yaşar Kemal toprağa verilirken.
Bunu yaşamak zorunda mıyız?
Bunu yaşamak zorunda mıyız gerçekten? Sorun yeteri kadar açık değil mi? Muktedir olan, hiçbir şey anlamadığı ve anlama olasılığı bulunmayan bir toplumsal kalkışma karşısında duyduğu dehşetli korku/telaş esnasında, tutunabileceği bir şeylere gereksinim duydu ve elindeki devasa makine, her dişlisiyle ona hizmet etmeye çabaladı. Halen çabalıyor.
Diline doladıklarından biri, camide içki içilmesi hikâyesiydi. Sonuç: Koskoca devlet aygıtı, namuslu tek bir müezzin karşısında paramparça oldu. Ceberutluğun sınırı, polisin, askerin, bürokrasinin, baskının sınırı, bir müezzinin ‘Görmedim’ ifadesiyle çizildi. Görmemişti çünkü ve yalana tenezzül etmedi. Müezzinin imanı, inandığı Allah’a idi belli ki. Mevkiye, partiye, para pula iman etmeyi reddetti. Bu kadar basit. Bir kişi, yalnızca bir kişi yetiverdi.
Yalandan nemalananlar
Diğeri, tarihin her hangi bir döneminde ve yeryüzünün herhangi bir noktasında yaşanması pek muhtemel olmayan ‘Kabataş fantezisi’ idi. 70-100 arası, deri pantolonlu ve üstü çıplak erkek, gündüz vakti Kabataş İskelesi gibi bir yerde türbanlı-çocuklu bir kadına saldırıp üzerine işemişlerdi.
Avukatı konuştu, ‘Yalan’ dedi.
Peki, yalandan nemalananlara bir etkisi oldu mu? Tabii ki hayır. Olmayacak da. Defalarca yinelendiği gibi, bu tip rejimler aklı dışı yalanlara, dedikoduya gereksinim duyar. Yalan ne kadar büyük/saçma olur ve ne kadar çok tekrarlanırsa, yönlendirilmek istenen hedef kitle üzerinde o kadar etkili olacağı varsayılır. Gerçeğin hiçbir önemi yoktur.
Hâl böyleyken sanırım bu ülkenin en büyük şansı, toplum ortalamasının ve bir bütün olarak ‘muhalefet’in, iktidar aygıtının gözlerimizin önünde sergilediği ürkütücü ‘kamplaştırma’ çılgınlığına, ‘şimdilik’ fazlaca kulak asmıyor oluşu. Devletin tepesindekiler tarafından her Allah’ın günü küçümsenen, suçlanan, fırça yiyen milyonlarca yurttaş, şimdilik, ‘Ya sabır’ diyor ve neyse ki hala ‘iktidar’ ile ‘seçmen kitlesi’ni birbirinden ayırmayı başarabiliyor. Buna mukabil, muhalif yurttaşın gözünde söz konusu ‘ayrım’ın giderek bulanıklaştığını gözlemlemek de mümkün.
Derdiniz, iktidarın aklına uyup ‘nefret’i körüklemekse
Bakınız, bu ülkede her gün kadınlar katlediliyor. Her gün taciz ve şiddet vakaları yaşanıyor. Türkiye’de kadın öldürenlere, taciz edip şiddet kullananlara inançlarını sorsak, herhalde Müslüman çıkma olasılıkları Evanjelik çıkma olasılığından daha büyüktür değil mi? Peki bu durumda, ‘Müslümanlar kadın katleder!’ mi denilmeli? Eğer derdiniz, iktidarın aklına uyup ‘nefret’i körüklemekse, evet!
Diyelim ki bunlardan birkaçı havuz medyası okuru çıktı. ‘Havuz okurları tacizci/tecavüzcü olur’ şeklinde bir başlık mı atılmalı? Eğer ahlaksız ve aptalsanız, neden olmasın?
Herkesin malumu ‘tape kahramanı’ düzeyindeki örnekleri, şunun için veriyorum: Bir yurttaş ya da yurttaş grubunun ‘suç’ işlediği iddia edildiğinde soruşturulur, deliller değerlendirilir, yargılanır. Bizler bir insanın suçlu olup olmadığını, ‘inanç’ düzeyinde tartışamayız. Örneğin ‘Şu insanın tacizci (ya da darbeci!) olduğuna inanıyorum’ ifadesi, gerçek/hukuk açısından bir şey ifade etmez.
Ayrıca yargılama sonunda suçlu bulunup hüküm giyen yurttaşın ‘diğer’ nitelikleri de hiç kimseyi ilgilendirmez. Hükümlü kişi kadın ya da erkek, laik ya da dinci, şu ya da bu etnik köken ve mezhepten, şu ya da bu gazetenin okuru olabilir. Bunların olup bitenle ilgisi yoktur. Haliyle, örneğin bir yurttaş dolandırıcılıktan yargılanıp suçlu bulunduysa, o kişinin suç teşkil eden eylemiyle ilgilenilir; yoksa Sünni mi Alevi mi diye bakılmaz.
Malum güruh gerçeğin ne olduğuyla ilgilenmiyor
Burada değinmeye çalıştığım en temel hak ve yargılama ilkelerinin bir kısmı, 1215 tarihli Magna Carta’da yer almaktadır. Yinelemek isterim: 1215 tarihli.
Aradan 800 yıl geçti ve Türkiye’de yaşayan kalabalıkça bir hödük ve sahtekâr güruhuna hiçbir şey ifade etmiyor ne yazık ki. Hadi şunu da bir kez daha yineleyelim: Çünkü malum güruh gerçeğin ne olduğuyla ilgilenmiyor ve ilgilenmeyecek. Hepsini topladığınızda, bir dürüst müezzin etmiyor!
Başka çare yok
İşte bu gerekçelerle, bir kez ‘Peki’ demeyi denesek olmaz mı? Yanıt vermese, hiç kimse. Ne yazarlarsa yazsınlar. Hatta ve hatta, ‘İnanıyoruz, haklısınız’ denilse mesela…
‘Delil yok, görüntü yok, tek bir tanık yok ama aklı ve ahlakı bir yana koyup inanıyoruz size’ denilse.
‘Görüntüler silinmiş, Kabataş ahalisi lal olmuş’ denilse.
‘Haklısınız, bizim de onlarca deri pantolonlu, üstü çıplak tanıdığımız var ve bu insanlar İstanbul’un her yerinde dolaşıp türbanlı kadın taciz ederler; çünkü bunlar Kemalist ve laikler. Kemalistler, laikler ve Geziciler deri pantolon giyip sağa sola işemek isterler’ denilse.
‘Üstü çıplak sidiklilerin vicdanı taş, dilleri kaba’ denilse.
‘Sizler, bir ömür mağdurdunuz; solcular işkenceden geçirilirken, Aleviler katledilir ve yakılırken, binlerce solcu sürgün olurken, kitapları gömülüp yağmalanırken mağdurdunuz ve hep mağdur kalacaksınız, endişe etmeyin’ denilse.
‘Hadi artık, rahatlayın, haklısınız’ denilse.
Uçakta, kırık gerdanlarıyla verdikleri o sakil pozları
Başka çare yok. Yalanın, riyanın, dalkavukluğun harç olduğu yaşamlarda, gerçeğe yer yok. Bunlarla girilen her polemik biraz daha canlanmalarına, tartışılabilir insanlarmış gibi algılanmalarına, çirkin seslerini bir kez daha duyurmalarına yol açıyor. Hepsi bu.
Oysa oturup izlemeli kendi yarattıkları bataklıkta nasıl debelendiklerini. Kanıt arayışlarını. Görüntü arayışlarını. İliklerine işlemiş, dillerine vurmuş kinlerini. Küplerini doldurma telaşlarını. İktidar karşısındaki titreyişlerini. Uçakta, kırık gerdanlarıyla verdikleri o sakil pozları…
Yalnızca, izlemeli. Nasıl olsa bu devir geçer, yalan üreticileri ve yayıcıları, rejimin yancıları, olağan bir demokraside hesap verir. O güne dek, bir kez sahip olabildiğimiz şu güzelim yaşam, kısa süre sonra hiç kimsenin hatırlamayacağı zavallılar muhatap alınarak harcanmasa, fena mı olur? Harcamasak, keşke.
Bu satırlar yazılırken uygar dünya, güneş enerjisiyle çalışan bir uçağın heyecan verici yolcuğunu konuşuyordu ve Türkiye ulusunun en değerlilerinden Yaşar Kemal’in toprağına kavuşması, henüz iki haftayı bulmamıştı.
Konuya ilişkin yazı önerileri: Söylenebilecek her şeyi tükettiğini düşündüğüm üç yazı öneririm: İlki, Ümit Kıvanç’ın hayli ayrıntılı değerlendirme yazısı. (http://m.t24.com.tr/haber/adim-adim-didik-didik-kabatas-olayi,251474) İkincisi, sütun komşum Hürrem Sönmez’in Diken’deki satırları. (http://www.diken.com.tr/insanin-ne-kadar-sefillesebilecegine-dair-bu-kepaze-gosteriye-bir-son-verin-artik/) Sonuncusu, ‘bu durumda kimin beyanı esastır? sorusuna Bianet’te ‘AİHM kararları’ bağlamında enfes bir yanıt veren Kerem Altıparmak’ın makalesi. http://bianet.org/bianet/hukuk/162796-kabatas-reloaded-gezi-eylemcisinin-beyani-esastir.
(diken.com.tr’den alınmıştır.)