Demirel öldü ve görkemli bir devlet töreniyle gömüldü; yine de arkasından konuşmaya devam ediyoruz. Anlaşılan daha uzun süre de konuşacağız. Yaptıklarını anlatacağız; şapkasını anacağız.. Manevi kızının, hiçbir mizah duygusuna kapılmadan, ciddiyetle tabutunun üzerine yerleştirdiği fötr şapkasını.. Yedi kez hükümet kurmuş bir siyaset ustasının adeta “mütemmim cüzü” haline gelmiş bir giysisini…
***
Okuyalı çok oldu, ama Dostoievski’nin bir kahramanı hala ara sıra zihnimi yoklar ve bana Demirel ile şapkasını anımsatır. Hangisiydi unuttum, bir romanında, yazar, bir kahramanı için, “sakalını öyle bir sıvazlayışı vardı ki, der, gören de sanırdı ki Tanrı önce bu sakalı yarattı; sonra da sırf bu sakalı sıvazlasın diye onu yarattı”. Son kırk yılın şapka edebiyatına bakıyorum da, hani neredeyse biz de böyle bir duyguya kapılacak hale geldik. Yoksa bu topraklarda da Tanrı önce bir “Şapka” yaratmış, sonra da bu “Şapka”ya en uygun âdem olarak Sülü’yü mü yaratmıştı? Kimi zaman başında taşısın, ara sıra havalarda sallasın, sıkışınca da kaptığı gibi kaçsın diye!
***
İnsanların giyim kuşamı siyasal hayatta her zaman önemli bir rol oynamıştır. Özellikle de başa takılan giysiler: Külah, sarık, kavuk, türban, serpuş, kipa, bone, fes, kasket, takke, kep, bere, şapka vb.. Sayın sayabildiğiniz kadar! Siyaset konusu oluyor ya, biz bu coğrafyada kafalara çuval geçirilmesine bile tanık olduk!
Osmanlıların giysi konusunda yaptıkları düzenlemeler ve gayrimüslimlere koydukları yasaklar hayli incelenmiştir. İlginçtir ki bu konuda araştırma yapanların buldukları ilk belge de şapkayla ilgili olmuştu. Bu belgeye göre, 1556 yılında üç Müslüman “kâfir suretine girip, şapka ve kâfir libası (giysisi)” ile hırsızlık yaparken yakalanmışlar ve tabii “siyaset edilmişler”; yani -Osmanlı usulüne göre- ahrete yollanmışlar. (Y. Ercan; Osmanlı Yönetiminde Gayri Müslimler, 2001).
“Şapkalı” üç Müslüman hırsız? Yıl 1556.
Yine de insan sorgulamaktan kendini alamıyor. Yoksa bu “hırsızlık” ithamı bir bahane miydi? Yoksa bu üç zavallı aslında çok ileriyi görebilen vizyonerler miydi? Geçelim. Zaten üç yüz yıl kadar sonra da (1832’de), az çok şapkaya benzer bir başlık, yani FES, bu kez Osmanlılara bir “Islahat” operasyonu ile empoze edildi. Ve aynı yıl Eyüp’te bir de Feshane kuruldu.
Belçika makineleriyle kurulan ve Belçikalıların yönettiği Feshane’de 200-250 kadar işçi çalışıyor, günde 1500 kadar fes üretiliyordu. Ne var ki çok daha fazla sayıda fes de dışarıdan ithal edilmeye başlanmıştı. En iyi fesler Fransa’da Orleans’dan; düşük kaliteliler de Almanya’dan geliyordu. İşte tarihimizde ilk “şapka devrimi” böyle oldu.
Karşı-devrimciler homurdandılar; fakat ayaklanma olmadı. Yeniliğin “devrimci” denilebilecek tek yönü, gayrimüslim reayanın da Müslümanlarla eşit şekilde fes giyebileceğinin kabulü olmuştu. O dönemi anlatan Heuschling “(Hıristiyan) reaya kendilerine köleliklerinin bir simgesi gibi empoze edilmiş başlıkları sevinç içinde feslerle değiştirdiler” diye yazar. (L’Empire de Turquie, Bruxelle-Leipzig, 1860.s. 156).
***
Yine de şapkanın asıl öyküsü Cumhuriyet ilan edildikten iki yıl sonra başladı. 25 Kasım 1925’te 671 sayılı “Şapka İktizası Hakkında Kanun” kabul ediliyor ve aslında laik cumhuriyete karşı olanlar da ayaklanmak için yeni bir bahane buluyorlardı. Gerisi malum.. İstiklal Mahkemeleri, kurulan sehpalar, uçan kelleler ve –bu bir devrim kanunudur- yer yer kurunun yanında yanan yaşlar..
Kısaca şapka yıllarca bir simge oldu; milyonlarca insanın devrim düşmanlığını ifade eden bir simge.. Hayallerinden başka bir yerde olmayan bir Hilafet rejiminin nostaljisi içinde yaşayanlar takke taktılar, bere giydiler, başı açık gezdiler, fakat bir türlü “şapka”ya ısınamadılar. Aynı kategoriden kadınlar ise “giyim özgürlüğü” diye kendi kendilerine bir yasak koydular ve saçlarını, başlarını iyice kapattılar. Türbanla. Ve yaklaşık yüzyıl önce Cumhuriyeti ilan etmiş bu ülkede “türban tartışmaları”, yani başını açma yasağı, sanki ciddi bir “özgürlük” sorunuymuş gibi tartışıldı. Ve hala tartışılıyor.. Şeriat meselesi? Fıtrat meselesi? Aslında idrak meselesi..
İdrak mi dedik? Osmanlı ulema ve vüzerası yüzyıllarca Türkleri “idraksiz” insanlar (“Etrak-ı bi idrak”) olarak görmüşlerdi. 19. yüzyılda “Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!” diye kükreyen özgürlük şairimiz ise kendisini çok geçmeden Magosa zindanlarında buldu. Oysa bugün “neo-Osmanlıcılık” adı altında geçmişe öykünen iktidar erbabı, özgürlük türküleri söyleyenlere değil de onları zindanlara atanlara nostalji duyuyor.
***
Ve Demirel’in şapkası da işte bu ortamda bambaşka bir anlam kazanıyor. Kuşkusuz kendisinin böyle bir niyeti yoktu; ama, elinde şapkası oradan oraya savrulurken, sonunda Çoban Sülü galiba muhafazakarlara da şapkayı sevdirdi. Üstelik son yıllarda Devrim’i çağrıştıran her simge giderek yoğunlaşan bir düşmanlık konusu olurken. Türban ilkokullara kadar yayılırken..
***
Demirel’e yapılan görkemli cenaze törenini de bu koşullarda değerlendirmek gerekiyor. Görünen o ki bu tören, bir “ölü”ye sevgi seli olmaktan çok, bir “canlı”ya karşı protesto kampanyasına dönüştü. Mevcut koşullarda, gömülen, Başbakan Demirel değil; Cumhurbaşkanı Demirel’di. Törende, Milliyetçi Cephe’ler kuran, Deniz ve arkadaşlarını sehpaya yollayan, emekçi örgütleriyle savaşan Demirel unutulmuş, Anayasal sınırlar içine çekilmiş, “haddini bilen”, laik cumhuriyete bağlı bir devlet adamı alkışlanıyordu. Bu haliyle de, Tören, Erdoğan’a bir ders niteliği taşıyordu. Anlaşılacağı konusunda hiç kimse fazla iyimser olamasa da…