İçemesek de içenlerin sohbetine katılmak gerek. Üniversite öğrenciliğimden beri nasıl bir çevreye düştüysem; arkadaşlarıma hep içmek, bana da çay, kola eşliğinde dinlemek düştü.
Uzun muhabbet gecelerinde anladım kadınların sarhoş erkeklerden ne çektiklerini. Feminizme biraz mesafeli olsam da bu bahiste kadınlar haklı sonuna kadar. Duyan duysun.
Çekilecek dert değil sarhoşluk ama o sohbetleri de ayran, şıra içenlerle yapmak mümkün değil. O zaman insan karar veriyor; kırk satır mı, kırk katır mı?
***
İnsan arkadaşını uzun bir aradan sonra görünce olan oluyor; o ona, öteki berikine haber veriyor derken hoop muhabbetin ortasındasın.
Başlangıçlar güzeldir. Hasret giderme, şakalaşma; insanın içi ısınıyor, gözleri ışıyor. Yalnızlık, dişleri sökülmüş canavar gibi inleyip kalıyor karşısında topluluğun.
Ne oluyorsa oluyor, başlangıçlar sona kalmıyor. Ben biliyorum bunun sorumlusunu. Şişede durduğu gibi durmuyor meret.
***
Muhabbet yerinin koordinatlarını alınca telefonla, gitmek gerek. Yoksa dâvet murdar olur. Kimisi eşine sorar izin bâbında, bende o yetmiyor gitmeye; sabahtan beri işmar eden migrenimin de gönlünü yapmalıyım. Aslında sabahtan beri migren disiplini içindeyim; yasakları yemiyorum, sigara dumanından, gürültüden uzak duruyorum, ama yetmiyor, o hep 1-0 önde. Uğraş ki skoru eşitleyesin.
Önce demokratik yolları deniyorum, iki Parol’la teskin ümidi… Daha zor anlar için işi şansa bırakmıyorum, çantamda duruyor her daim iğneyle enjektörü.
Muhabbetle açılırız deyip oturuyoruz masaya. Sohbetin başladığı ve gideceği yer neresi olur ki bu günlerde müstakbel faşizmimizden başka?
***
Gündemi faşizm olan sohbette durur mu migren yerinde? Başlıyor kafamın içinde horon tepmeye uzatmalı sevgilim.
Çantamı elime alıp yanımdaki arkadaşıma fısıldıyorum:
“ Benimki azdı, bir iğne vurunup geleyim…” diye
“ Yok yok, bizim doktor vursun, üşüme dışarıda.” deyince, doktor mesajı almış ve ayakta. Ayakta ama gözleri kapandı kapanacak. Yolu işaret ediyor, düşüyorum önüne çantam elimde.
Holden geçip bir odanın kapısını açıyoruz. Odanın tefrişinden belli ki meyhanenin müdüriyetindeyiz. Çekyat vb. bir şey yok. Eskiden ayakta vuruyorlardı ama şimdi öyle değil.
İşlem başlıyor. Ampulun kafasını kırıp ilacı enjektöre -bir iki sallansa, gözlerini iyice açmaya çalışsa da- çekiyor ancak yanlışlıkla enjektörün küçüğünü almış olduğumdan, ilacın bir kısmı aktarılamıyor.
Pamuğa rakı döküp elinde bekleten garson, doktorun talimatıyla gidip çeşit çeşit enjektörleri getiriyor odaya. Gülsem mi tırssam mı? Meyhanede bu enjektör çeşitliliği nedir arkadaş? Neyse çıktık bir yola, geri dönemeyiz.
Doktor yeni enjektöre ampuldeki ilacın tümünü aktarıyor. Peşinden basıp arkasına fıs diye biraz ucundan attırıyor ilacı. Bu normal, hava kalmasın diye yapılıyor, biliyorum.
Doktor gözüyle işaret ediyor, masanın üzerine yüz üstü eğiliyorum, eğilmemle gözlerim dört açılıyor. Masanın üzerinde kitaplar, ama ne kitaplar… Gorki’nin Benim Üniversitelerim’i, Guerin’nın Faşizm ve Büyük Sermaye’si, Herman Hesse’nın Knulp’ı…
Tabii bu görebildiklerim kitap kulelerinin üzerlerinde yer alan kitapların kapakları. Altlardakileri sırtlarından okumaya çalışsam da ışık yetersiz. Ben nereye düştüm böyle, derken doktor hazır mısın? diyor. İzci selamı verip “daima, daima, daima” mı demeliyim? Haftada bir, yılda elli iki iğne ajandalarda kayıt altında.
Doktor alkollü pamukla iğneyi vuracağı mıntıkayı silerken, “hah, şimdi saplayacak,” diyorum içimden ama “tın” diye, yere düşen enjektörün başındaki iğnenin sesini duyuyorum. Hay aksi, şu odaya girdiğim gibi çıkabilsem. Migrene fit olası geliyor insanın doktorun titreyen ellerini görünce.
Neyse, biraz meşakkatli de olsa kitap, alkol, loş ışıktan müteşekkil bir odada iğnemi yiyip masaya dönüyoruz doktorla ki masadakiler ayaklanmış, istikamet karşıdaki işkembeci.
***
Yine hep birlikte oturuyoruz birleştirilmiş masalara. Biz odadayken içeridekiler zamanı boşa harcamamış iyice bir yüklenmişler alkolü. Bu ayarlanamayan ses tonlarından bile belli.
Gruptaki bir arkadaşımız yurt dışından gelmiş. Belli çok özlemiş hepimizi ve geçmişi. Anlatıyor iştahla. İllegalite falan hak getire. Yok simitçi bizi dinlermiş, yok lokantacı polise ihbar edermiş, yaşlanınca insan cesurlaşıyor mu ne? Yalnız, dikkatimi çekiyor; kapının dibindeki masada çorba içen adam çaktırmadan bizi dinliyor. Belki de evham yapıyorum…
Geceyi ses şelalesi şeklinde yapılan sohbetle bitirip kalkıyoruz. Yurt dışından gelen arkadaşımız kolumda kapıdan çıkarken, masada çorba içen adam “az bak,” diyor ona. Ahaa! Kavga matinesi başlamasa bari. Duraklıyor bizimkisi. Adam garsondan aldığı kalemle peçeteye bir şeyler yazıyor. Halil’in sesi güzel değil ki istek yapılsın!
Halil önünü göremiyor, nasıl okusun peçetedeki çarpık çurpuk yazıyı. Alıp elinden peçeteyi okuyorum:
“İhtilalci Yol
- “
Çorbasını içmeye devam eden adama bakıyorum, “ne bu?” bakışıyla.
Adamın “Deminden beri dinledim arkadaşı. İhtilalci Yol deyip duruyordu. Ben de yargılandım yattım.” demesiyle Halil’in gözleri dört açılıyor ve olduğu yerden kıpırdamıyor. Bu arada adam hesabını ödeyip yanımızdan geçip gidiyor. Halil arkasından bağırıyor:
“Adın ne abi?”
“190 Necmettin!”
Halil tekrar bağırıyor: “ Faşizm geliyor Necmettin abi, tek yol devrim!”
Adam cevap veriyor:
“Gelsin lan gelsin!
Biz ne faşizmler gördük!”
Halil, Necmettin abisinin peşinden tırısa kalkıyor, tutabilene aşkolsun. Caddenin başında Necmettin abisini yakalıyor ve koca kollarının arasına adamı sıkıştırıp şapur şupur yanağından, başından, kulağından öpüyor ve bize dönüp “Siz gidin, ben Necmettin abimleyim bu gece, geçmişe yolculuk başlıyor!” diyor.
Bu arada doktor sendeleyerek kulağıma eğilip, “Migrenin kökten çözümü devrimde.” diye fısıldıyor.
Doktor bile böyle dedikten sonra… Bir bildiği var demek. Türkiye’de 7-8 milyon migrenli varmış, hani az da değiliz. Mesele onları ikna edip örgütlemekte. Olur mu olur!