Tsipras, 17 Şubat’ta Syriza Meclis grubu üyelerine kesin bir dille konuştu: “Yunan halkı hayır dedi; bize kimse şart koşamaz, ültimatom veremez!”. Ve bir de tarih verdi: 20 Şubat’tan itibaren, Parlamento, Hükümet programındaki sosyal önlemleri oylamaya başlayacak.. Tam da AB Maliye Bakanları (Eurogroupe) birkaç gün önce Brüksel’de bunun kopmaya yol açacağını söylemişken!
Bekleyeceğiz ve göreceğiz. Fakat beklerken, ben bugün yine Yunanistan’la ilgili başka bir kavgayı anlatmak istiyorum. Batı Trakya’da Hatice Molla’nın Şeriat’la kavgasını. Görünüşte son derece mütevazi, yerel bir kavga. Oysa bizi çok yakından ilgilendiriyor; hatta, Lozan’a yapılan göndermeler dolayısıyla, biraz da bizim kavgamız.
Olaydan, birkaç gün önce, Fransız Le Monde gazetesinde çıkan (14 Şubat) uzun bir yazı dolayısıyla haberdar olmuştum. Adéa Guillot, makalesinde, “AB’nin göbeğinde Şeriat uygulanabilir mi?” diye soruyordu. Sonra araştırdım; Batı Trakya’lı Müslümanların çıkardıkları “Azınlık-ça” dergisinde (Kasım 2014, sayı: 82) aynı olay hakkında ilginç röportajlar okudum. Ve öğrendiklerimi paylaşmanın yararlı olabileceğini düşündüm.
Aslında konu gerçekten de önemli, fakat pek de yeni ve şaşırtıcı sayılmaz. Hıristiyan dünyası laiklik sorununu çoktandır çözdüğünü zannederken, Müslüman vatandaşları sayesinde bu sorun Avrupa’nın başlıca dertlerinden biri haline geldi. Bir yanda demokratlar, kimlikleri yadsımadan entegrasyonu nasıl sağlarız diye kafa yoruyorlar , öte yanda da göçmen işçi ve İslam düşmanlığı –çeşitli nedenlerle- başını almış gidiyor. Batı basını bu yüzden bu konuya büyük bir yer ayırıyor.
Konumuz olan olay, söyledik, yeni değil ve kökeni 2008 yılındaki bir davaya uzanıyor. O tarihte Gümülcine’li Hatice Molla Salih, kocasını kaybediyor ve 44 yıllık hayat arkadaşı Mustafa Molla 2003’te bir vasiyetname ile tüm varlıklarını kendisine bıraktığı için de miras konusunda sorun yaşamayacağını sanıyor. Zaten kendisi de o tarihte benzer bir vasiyetname yaptığı için, vicdanı da rahat.
Meğerse çok yanılıyormuş; daha ertesi sabah kapısı çalınınca başına neler geleceği de hemen ortaya çıkıyor.
Ziyaretçiler kocasının iki kız kardeşi ve bunlardan birinin avukat oğlu; taziyeden çok miras konuşmaya gelmişler. Avukat Ayhan Şakir, “olamaz, diyor; İslam hukukunda ‘vasiyetname’ diye bir şey yoktur; işlem geçersizdir; paylaşmayı Şeriat’a göre yapacağız”. Sil baştan! Aslında tereke de fena sayılmaz; daireler, dükkânlar, üç katlı bir işyeri. Bir kısmı da Türkiye’de. Avukat Şakir “bunları paylaşacağız”, diyor ve bir hukukçu olarak göndermeler yapıyor. 1881 İstanbul Anlaşması, diyor; 1913 Atina Anlaşması, diyor ve en önemlisi de, Lozan, diyor. 1991’de Yunan Meclisi zaten bu konuda Lozan’a gönderme yapan bir kanun çıkarmış. Ve avukat Şakir de buna dayanarak bir miras davası açmış.
Peki, yedi yıl önce açılan bu davanın sonucu ne olmuş?
İşte işler burada çatallaşıyor. Önce Yunan Mahkemesi “bu ülkede Şeriat işlemez!” diyerek davayı reddediyor; sonra İstinaf Mahkemesi onaylıyor.. derken Şakir Bey ihtilafı Yargıtay’a taşıyor ve oradan ilginç bir karar çıkartıyor. Buna göre Yüksek Mahkeme, davayı, İslam aile ve miras hukukuna göre görülsün diye ilk mahkemeye iade ediyor; üstelik hâkimlerin değişmesini de şart koşuyor.
Hatice Molla şaşkın, üzgün ve hayli perişan; “nasıl olabilir?” diyor, “Lozan Anlaşması’nda (42 ve 45. maddeler) hukuka değil, örf ve adetlere gönderme var; üstelik Türkiye’de Şeriat uygulanmıyor; nasıl olur bu?”. Ve o da Yunan avukatlarıyla beraber bir hukuk savaşı başlatıyor. Bir yandan davayı AİHM’ye taşırken, öte yandan da Türkiye’de bir dava açıyor. Yunanistan’daki gelirleri dondurulduğu için, hiç olmazsa Medeni Hukuk’un yürürlükte olduğu Türkiye’deki mallarını kurtarmayı umuyor. Fakat nafile! Türk mahkemesi de “vasiyetin yapıldığı ülkeden bu vasiyetin geçerli olduğuna dair belge” gelene kadar davayı askıya alıyor. Anlaşılan “geçersiz” diye bir belge gelirse Türk Mahkemesi de Şeriat’a göre karar verecek! Şeriat’ın kestiği parmak acımaz, diyecek. Hatice Molla’nın avukatlarına göre ise, karşı taraf “Müftü’den alacakları bir vesikayı Türk Konsolos’a da imzalatarak, Türkiye’de de tanıtma amacı güdüyor”. Ne var bunda? Zaten Türkiye adım adım Şeriat’a doğru ilerlemiyor mu?
Bu arada, bu garip hukuk ihtilafı Yunanistan’da kamuoyuna intikal ediyor ve bütün Yunan gazeteleri davayı izlemeye başlıyorlar; “bir tek Batı Trakya’da kimsenin haberi olmadı” diyor Hatice Molla. “Ve de Türkiye’de”, diye ekleyebilirdi. Türk-Yunan muhafazakarlarının farklı nedenlere dayanan İslamcı Omerta’sı..
Hatice Molla’nın avukatı Yannis Ktistakis Türk ve Yunan tutucularının bu tabiata aykırı el birliği için, Fransız yazara şunu söylemiş: “Lozan Anlaşması ne Şeriat’dan ne de müftüden söz ediyor. Yunan Devleti bu yönde bir yorum yaptı. 1923’te Kemalist Türk toplumu çok laik ve ilericiydi. Buna karşı çok tutucu ve Ortodoks Yunanistan, Şeriat’ın Trakya Türk cemaati üzerindeki Kemalist etkileri azaltabileceğini düşündü”. Açıkçası Müslüman yurttaşlarına karşı dini afyon olarak kullandı!
Şimdi yıl 2015; bu tabloya bakıp da değişen fazla bir şey yok mu diyeceğiz?
Aslında son Yunan seçimlerinden sonra iki ülke arasında roller değişmiş gibi görünüyor. Biliyoruz, Türkiye çoktandır tutuculuk giysilerine büründü; Batı Trakya’da Şeriat’ın gazabına uğrayanlar gözlerini artık –AKP Türkiye’sine değil- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine çeviriyorlar. Buna karşılık Tsipras hükümeti de her türlü azınlık haklarının bayraktarlığını üstlendi. Kuşkusuz gündeminde 1920’lerin Türkiye’sinden çok farklı sorunlar var. Fakat bu da çağdaş bir kurtuluş davası.. Üstelik sadece borç ödeme ve “kemer sıkma” zincirlerinden değil, aynı zamanda çağ dışı hurafelerden de kurtulma kavgası.. Tsipras daha başbakanlık görevini devralırken bile, işe “ben İncil üzerine yemin etmem!” diye başlamadı mı? Görülüyor ki Syriza bu konuda da tüm ilericilerin umudu.. Bekleyelim, görelim..