İsmail Hakkı Karakelle
Ocak ayının son cumartesisinde, Mülkiyeliler Birliği’nde, Edebiyat Buluşmaları’nda, Cemal Süreya’yı, Ülkü Tamer’in deyişiyle “Atlas Okyanusunda Fırat’ın Salı/Zap suyunda Alp çiçeği” ni andık, konuştuk, Cemalce söyleştik. Konuklarımız Muzaffer İlhan Erdost ve Sezai Sarıoğlu idi. Mütevazı salonumuz çok çeşitli yaş ve meslek gruplarından katılımcılarla dolup taştı. Lafın gelişi demiyorum, gerçekten taştı, ayakta bile yer bulamayıp dönenler oldu. Katılımcılar arasında Cemal Süreya’nın Maliye Müfettişliği ve Maliye Tetkik Kurulu üyeliği yıllarından, ağırlıklı olarak Mülkiyeli, çalışma arkadaşlarının çokluğu dikkat çekiyordu.
Bu defa buluşmamız dört kişilik bir müzik grubunun dinletisi ile başladı. Viyolonselde Bahadır (nam-ı diğer Maçor), vurmalıda Pelin, basgitarda Murat ve udda Utku kardeşlerimiz dinleyicilere müzik dolu bir yarım saat yaşattılar ve bizimki gibi küçük salonlarda, mini gruplar tarafından işin içine elektronik cihazları katmadan da güzel, kaliteli müzik yapılabileceğini gösterdiler.
Konuşmalara geçmeden önce toplantı yöneticisi, Muammer Aksoy Hocamızın (31 Ocak 1990), Uğur Mumcu’nun (24 Ocak 1993) ve Hırant Dink’in (19 Ocak 2007) katledildiği ocak ayının bir bakıma kayıplar ayı olduğuna dikkat çekerek, bu cinayetler aydınlatılmadan, yalnızca tetikçilerinin değil, arkalarındaki güçlerin de ortaya çıkarılıp yargılanarak hak ettikleri cezalara çarptırılmadan ülkede hukuk düzeninin tam olarak kurulamayacağını, özgürlüklerin, demokrasinin ilerleyemeyeceğini, kısaca rahat soluk alamayacağımızı vurgulayan bir açış konuşması yaptı. Aynı konuşmada, Ocak ayında (7 Ocak 2015), Paris’te Charlie Hebdo’nun basılarak aralarında ünlü karikatürist Wilonski’nin de olduğu 12 kişinin katledilmesi şiddetle kınanarak, “ister dünyevi, ister uhrevi olsun hiçbir kutsalın sanatın elinden ve dilinden kurtulamayacağı”nın altı çizildi.
İlk konuşmacımız şair, yazar, yayıncı, Sol Yayınları’nın kurucusu, 1980’de katledilen kardeşi İlhan Erdost’tan sonra Onur Yayınları’nın sahibi ve yönetmeni, İkinci Yeni akımının isim babası, değerli ağabeyimiz Muzaffer İlhan Erdost idi. Erdost, “ Rüzgarlı Sokak, Pazar Postası, İkinci Yeni, Cemal Süreya” başlıklı, bir saati aşkın konuşmasında, her kilometresi onurlu mücadelelerle geçmiş 84 yıllık yaşamından damıtılan zarif, seçkin üslubuyla bize İkinci Yeni’yi, İkinci Yeni’de Cemal Süreya’nın, O’nun deyimiyle Cemal’in yerini paha biçilmez anılarla süsleyerek anlattı.
Erdost, Pazar Postası’ndaki “İkinci Yeni” yazısına atfen “Artık A’nın, B’nin, C’nin yazdıkları gibi büyük şiirler yazılmıyor, şiirimiz gittikçe kötüleşiyor” diye yazmışlar; 1956 yılının Ağustos ayı, ben de, “Bazı şairler A gibi, B gibi, C gibi şiir yazmak istemiyorlar, X şair x gibi, Y şair y gibi, Z şair z gibi yazmak istiyorlar, yani geçmişten gelen anonimleşen sesi, sözü, estetiği aşmak, kendilerinin sesi, sözü, estetiği olan şiiri yazmak istiyorlar” diye yazdığını belirtti. “Kolay şiirden zor şiire geçiş”, “mısra yapısı”, “şiiri düşünüş farklılığı”, “bu şiiri bir önceki şiir beğenisiyle değerlendirmemek” cümleciklerinin, Erdost’un 60 yıla yakın süre önce kaleme aldığı yazısında geçen anahtar kavramlar olduğunu öğreniyoruz. Erdost, İkinci Yeni’nin, dar anlamda değil de geniş anlamda bir akım olarak nitelenebileceğini; belirli bir dönemde, belirli bir toplumsal ve dolayısıyla kültürel aşamada yaygınlaşan bir eğilimin, her şairin birbirinin şiirini değil, kendi şiirini yazdığı anlamda bir akım sayılabileceğini söyledi.
Erdost, Cemal Süreya için “Cemal’in ülkesi Türkçe oldu. Başkenti de şiiri. Türkçeyi güzelleştirdi, zenginleştirdi. Nice güzel şey onun güzel Türkçesiyle yaratıldı. Ulus birliğiyle bütünleşme, nasıl ki Türkçeyle kazanılmışsa, Türkçeyle dokuduğu yelken ona evrenselin kapılarını açtı. Ülkü Tamer’in şiirinde billurlaştırıldığı gibi ‘Okyanusta Fırat’ın Salı’ oldu. Ulus ve ulusal uğrakta yöreselden evrensele açılmış bir sal. Cemal ne bir aşiretin, ne bir kavmin üyesi olarak kalabilirdi ve ne de bir ulus bireyi olarak kendini sınırlayabilirdi. Türkçe sınırlarını çizse de, o, insanlığın insanıdır. İnsanlık okyanusundaki saldır.”; Cemal Süreya’nın 1960’tan 1981’e kadar 53 sayı çıkardığı Papirüs için de “şöyle söylenebilir ki, Papirüs düşü, Cemal’in düşüdür, düşlerin düşü de denebilir” dedi.
Muzaffer İlhan Erdost, konuşmasının “Sin ve Kefen” başlıklı son bölümünde, salondakileri tarifsiz hüzünlerle sarsan, Cemal Süreya’nın 9 Ocak 1990’da yaşamdan ayrılışını, 11 Ocak 1990’da sonsuzluğa uğurlanışını anlattı ve seslenişini, fazlasıyla hak ettiği uzun uzun alkışlar eşliğinde sonlandırdı.
Erdost’un ardından sözü öğretmen, gazeteci, yazar, eleştirmen, şair Sezai Sarıoğlu aldı. “Aşk Dediğin Haram Olur”un, “Hapishaneden Şiirler”in, “Doğusu Batısı Olmayan Sözler”in, bizim için en çok da “Nar Taneleri”nin, önce “Bulancaklı” sonra “Siyasallı” Cengiz’in, Ayaklı Kütüphane Cengiz’in yazarı Sezai Sarıoğlu sözü aldı. Bir aldı “pir” aldı. “8.10 Vapuru” ile başladı. “Sesinde ne var biliyor musun” diyerek başladı. Ayakta, salondakilerin her birine sesiyle, gözleriyle dokunarak gürül gürül aktı, aktı… “Cemal’in şiiri yaygınca bilindiği ve haksız yere kategorize edildiği gibi öyle erotik şiir değildir; sürgünün, her şeyden önce dil sürgününün şiiridir” dedi. 1938 Dersim sürgününde, 6-7 yaşlarında Erzincan’dan Bilecik’e günlerce süren yolculuğun, yolculuk boyunca babası ve amcasının “bizi öldürürler mi”, “öldürürler mi bizi” dediklerini duymasının, bu büyük travmanın Cemal Süreya’nın sesini, sözünü, şiirini derinden etkilediğini vurguladı ve Cemal Süreya şiirindeki “göçebelik” travmasının izlerini nasıl sürebileceğimizi bize şiirinden örneklerle tanıttı. “Evet” dedi, “Cemal’in sesinde, söyleyemediği kelimeler” vardı…
Sezai Sarıoğlu, 80’den önce “bizim mahalle”de şair deyince akla, şiirde “toplumcu gerçekçi” akımın öncüsü ve temsilcisi olan Nazım, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Attila İlhan ve Hasan Hüseyin’in geldiğini, İkinci Yeni’nin, Cemal Süreya’nın, Ece Ayhan’ın, Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın görmezden gelindiğini; 80’den sonra ise tam tersi bir yola girildiğini, bu defa da Nazım’ın, Nazım’ın açtığı yoldan yürüyenlerin şiirine “slogancı şiir” denilerek küçümsenmeye çalışıldığını; şiirin İkinci Yeni’den ibaret olduğunun söylenmeye başlandığını, hatta daha ileri gidilerek “Nilgün Marmara’nın kitabının yanına Nazım kitabı koymayı Marmara’nın şiirine hakaret sayarım” denildiğini söyledi. Sarıoğlu ”Bunları geride bıraktık, geride bırakmalıyız. Şiir bir tanışmadır. Cemal’le; ön yargıları ve klişe değerlendirmeleri bir yana bırakarak, şiir akımlarının birbirlerini dışlar gibi görünse de aslında birbirinden doğarak diyalektik bir bütünlük içinde evrildiğini göz ardı etmeden Cemal Süreya şiiri ile yeniden tanışmalıyız” dedi.
Sarıoğlu’nun daha söyleyecek çok sözü vardı. Zamanımız yetmedi. Tadı kulaklarımızda, gözlerimizde kaldı. Dert değil dedik, bir daha buluşuruz dedik…
Sarıoğlu’nun ardından katılımcıların arasından önce, Cemal Süreya’nın Mülkiye’den sınıf arkadaşı Nihat Al ağabeyimiz “Cemal” ve “Cemal’in şiiri” hakkında düşüncelerini, sıcacık anılar eşliğinde, özetle ve yine dinleyenleri kendisine hayran bırakarak, paylaştı. Onun ardından da, Sözgelimi Dergisi’nin yayın yönetmeni, Cemal Süreya “muhibbi” Umut Kara kardeşimiz Cemal Süreya şiiri için düşündüklerini söyledi ve Şair’in “Ankara”sını okudu.
Cemalce söyleşimiz, bir buluşmamız daha yöneticinin, gelecek ayın, Şubatın, 28’inde bir başka Mülkiyeli şairin, Ece Ayhan’ın konuşulacağı; aynı gün Mülkiyeli yazar ve şairlerin kitaplarını imzalayacakları bir “İmza Günü” düzenleneceği duyurusu ile son buldu.