Neredeyse bir hafta oluyor; Fransa’nın en sevilen mizahçıları hunharca öldürüldüler. Din adına; Müslümanlık adına! Tam da “ırkçılıkla mücadele” konusunu işlemek üzere toplandıkları bir sırada! Şimdi bütün dünya onları konuşuyor; milyonlar “Hepimiz Charlie’yiz!” diye meydanları doldurdular. “İfade özgürlüğü” adına; “Cumhuriyet değerleri” adına!.Ve aralarında binlerce Müslüman..
Gerçekten de bugünlerde “Hepimiz Charlie’yiz!”; bu çok haklı özgürlük sloganı hepimizin dudaklarında. Fakat ne yazık ki iş bununla bitmiyor; sorun çözülmüyor. Özellikle bu topraklarda.
Evet, maalesef biz bu cinayetleri Fransızlardan çok daha iyi biliyoruz. Maraş’ta vurulanlar bizdendi; Sivas’ta yakılanlar bizdendi; Uğur’lar; Ahmet Taner’ler; Muammer’ler; Bahriye’ler; Hrant’lar bizdendi. Dün Charlie’yi öldürenler, daha önce onları da öldürmüşlerdi. Bunları biliyoruz; fakat şu soruları da hala yanıtlayamadık: Hangi motiflerle, hangi “İslam” adına işlendi bu cinayetler? “Gerçek İslam”dan kim, ne anlıyor? Yoksa böyle bir şey yok mu? Her Müslüman’ın kişisel anlayışı, kişisel yorumu, onun “gerçek İslam’ı” değil mi? İşte bazı sorular ki yüzyıllarca tartışıldılar ve –heyhat!- daha yıllarca da tartışılacağa benziyorlar.
****
Charlie için Müslümanlar da sokaklara döküldü dedik. Aslında, İslam adına işlenen cinayetlerin Müslümanları da “feryat”a sevk etmesi hiç de yeni bir şey değil. İslam zulmüne karşı daha yüzyıl önce, Allah’a şöyle feryat ediyordu Akif:
“Canileri, katilleri meydana süren sen,
Canideki, katildeki cüret yine senden!”.
Peki, bu mu “gerçek İslam” anlayışı? Böyle mutlak bir kadercilik mi? Hayır, diyordu Akif; ben “cebri değilim!”; bireysel iradeyi, kişisel sorumluluğu yadsıyanlara inanmıyorum. İyi de, inananlar da var. Onlara ne diyeceğiz? “Allah’ın Partisi”ni kurup gırtlak kesenleri yok mu sayacağız? “Bunlar Müslüman değil!” deyip geçecek miyiz? Geçemiyoruz ve o zaman da “reform” diyoruz; İslam’da reform lazım; “tecdid” lazım; barışın, özgürlüğün, demokrasinin yolu bu, diyoruz ve bunu tartışıyoruz.
Yerli ya da yersiz, mademki bu sihirli söz ağzımızdan çıktı; o halde biraz “reform” hakkında konuşalım. Sık sık lafı edilen “dinde reform” hakkında.. Ve tabii gözlerimizi bu tecrübeyi yüzyıllarca önce yaşamış topraklara çevirerek.
****
Yıl 1517: Martin Luther adında Katolik bir din adamı, kendi kilisesini “protesto” ediyor ve şikâyetlerini madde madde yazarak Wittenberg Kilisesi’nin kapısına asıyor. Söylediği, özetle, şu: Gerçek Hıristiyanlık bu değildir; kilise adamları kendilerini dünya nimetlerine kaptırdılar; dine ihanet içindeler.. Ve böylece tarihe “Protestanlık” diye geçecek hareket başlıyor. “Gerçek Hıristiyanlık” arayışı..
Yıl yine 1517; bu kez Kahire’deyiz. Yavuz Sultan Selim şehri fethetmiş ve başını toprağa dayayarak ağlıyor. Öyle ki, Hammer, üç yüz yıl sonra ünlü eserinde, “Osmanlı sultanlarının tarihinde buna benzer başka bir sofuluk örneği görülmemiştir” diyecektir. (Paris, c. ıv; s. 347). Selim, üç yıl önce İran seferinde kırk bin kadar Aleviyi kılıçtan geçirdikten sonra Kahire’de “Gerçek İslam”ı bulmuş görünüyor. Onun için ağlıyor.
Aslında bu eş-zamanlı iki olayın hem benzer, hem de farklı noktaları var. Benzer noktalar şunlar: Luther de, Selim de “gerçek” bir din arayışı içindeler. Dini duyguları güçlendirmek istiyorlar; daha sağlam temellere oturtmak istiyorlar inançlarını. İkisi de fanatik. Farklılık gerçek inancın araçlarında ortaya çıkıyor.
Luther, Kilise’ye isyan halinde. Halka, (mealen), “çıkarın Allah’la aranızdan şu rahip denilen sahtekârları! diye sesleniyor; işte İncil burada! Kilise’nin emrettiği gibi Latince’sini değil, onu anlayacağınız dilde, Almanca okuyun! Okuyun ve kendiniz yorumlayın”. Matbaanın en çok İncil ve Protestan bildirileri bastığı bir dönem böyle başlıyor. Marx’ın “rahipler laikleşirken, laikler de rahipleşiyordu” dediği dönem.
Selim’e gelince, o, Kahire’de aradığını bulmuş görünüyor. Halife El-Mütevekkil’i İstanbul’a getiriyor ve kendisini İslam’ın kutsal şehirleri Mekke ve Medine’nin hizmetkârı (Hadim-ül Haremeyn el-Muhteremeyn’i) ilan ediyor. Halkın Kur’anı aracısız ve Türkçe okuması diye bir derdi de yok. Zaten her fethettiği İslam şehrinden yüzlerce ulema ve şuarayı İstanbul’a taşıyor. Kutsal metinleri okumak ve anlatmak bu “seçkin”lerin görevi. Kaldı ki kendisi de şair ve şiirlerini Farsça yazıyor. İşte farklar bunlar.. İlerleyen yüzyıllarda sonuçları daha da netleşecek ve vahimleşecek olan farklar.. Sonunda Batı’yla “Efendi-Köle” ilişkileri yaratacak olan farklar..
Burada tarih anlatacak değilim. Sadece iki farklı gelişme zincirinin başka önemli bir halkasına işaretle yetinelim..
****
Luther “Gerçek din” arayışında “ilahiyat”ta devrim yapmıştı. Oysa Engels’in dediği gibi, “ilahiyat zamanla ya özgür felsefeye dönüşür, ya da kör inanç haline gelir”. Batı’da ilahiyatı özgür felsefeye dönüştüren düşünür de Descartes oldu. Luther’den yüz yıl kadar sonra… Luther nasıl İncil’i halk dilinde okuttuysa, kendisi de felsefesini Latince değil, halk dili Fransızca ile kaleme almıştı.. Üstelik Protestan da değildi; Cizvit okulunda okumuştu ve dinine sadıktı. Protestanlık, Katolik kilisesini de sarsmış, orada da reform arayışlarına yol açmıştı. Descartes her şeyi, hatta Allah’ı bile akla dayandırırken, o da felsefede bir devrim yapıyordu.. Tam da İstanbul’da Katip Çelebi’nin “medreselerde felsefe okutulmuyor” diye dert yandığı yıllarda..
*****
Batı’da din ilahiyatı yarattı; ilahiyat özgür felsefeye dönüştü ve özgür felsefe de insan ve toplum bilimlerini doğurdu. Fakat bu süreç, daha temelli bir gelişmenin sadece gözle görünür kısmıydı. Aysberg’in kitlesi ise sosyal tabanda, üretim yapısında, sınıf kavgalarında yatıyordu. Luther prenslerden, Thomas Münzer köylülerden, Calvin de burjuvalardan yana tavır aldılar ve sınıf kavgalarına katıldılar. Kolektif birlikteliğin anlamı da bu çatışmalar içinde değişiyordu. “Dinci cemaat” yapılarından “ulusal cemiyet” yapılarına geçiliyordu.
Bu süreci Osmanlılar nasıl yaşadı?
Akif’le başlamıştık; bu konuya da Akif’ten bir alıntıyla devam edelim. Geçen yüzyılın başlarında, müminleri “ne Araplık, ne Türklük kalacak, aç gözünü !” diye uyardıktan sonra şunları yazmıştı şair:
“Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize ?
fikr-i kavmiyeti şeytan mı soktu zihninize” ?
Aslında “kavmiyet” yani “ulusallık” fikri Osmanlıların “beynine” çoktan girmişti ve onu “şeytan” değil de, Cevdet Paşa’nın Tezakir’inde anlattığı gibi, III. Napolyon sokmuştu. Çağın egemen akımı da buydu. Mehmet Akif mutlaka Cevdet Paşa’yı okumuştur; ama nedense bu gözünden kaçmıştı. Aslında Yeni Osmanlılar “cemaat”ten “cemiyet”e nasıl geçilebileceğini, “imtizac-ı akvam”ın (kavimlerin uyuşmasının) nasıl gerçekleşebileceğini yıllarca tartıştılar. Ne var ki Sırp, Rum, Bulgar, Ermeni cemaatleri, hatta sonunda Arap cemaatleri Osmanlıları beklemediler; kendi ulusal topluluklarını kurma kavgasına girdiler. Kavgada en geç kalanlar da, kendilerini kavganın üstünde “milleti hakime” sanan Türkler oldu.
Yine de 1923 Devrimi ile biz de sonunda “ulus-devlet”imizi kurduk sanıyorduk. Üstelik on yıl sonra da “her savaştan açık alınla çıktığımızı” marşlarla ilan etmiştik. Fakat o da ne? Yoksa bütün bunlar hayal miydi? Yoksa sonunda Yavuz Sultan Selim, beş yüz yıl geriden koşarak, Mustafa Kemal’i geçmiş miydi?
Yıl 2015. Halkın % 51,8’inin oyuyla, R. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olarak -Çankaya’ya değil de- Selçuklu taklidi bir Saray’a çıkmış bulunuyor. Türkçe ile felsefe yapılamaz, diyor; Osmanlıca öğrenelim, üniversiteleri “külliye” yapalım, diyor ve “giyim özgürlüğü” adına on yaşındaki kızların başlarını örtmeyi de “gerçek İslam” icabı sayıyor.
Ya Kürt sorunu? Anlaşıldı; onu da bir “Kürdistan cemaati” kurarak çözeceğiz! Tayyip Bey, “Türk ve Kürt milliyetçiliklerini ayaklarımızın altına aldık” dememiş miydi? Ve bütün bunları yaparken de –bin yıl önceki din savaşlarında olduğu gibi- “Haşhaşi Cemaati”ne karşı kıyasıya bir savaş veriyor. “Gerçek İslam” ve “gerçek cemaat” adına!
İşte size 2015 yılında Türkiye’de egemen olan “Gerçek İslam” anlayışının bazı öğeleri..
“Reform” mu dediniz? Geçiniz. O, beş yüz yıl öncesinin hikayesi.. Biz post-modern çağda yaşıyoruz. Herkesin kendine göre bir “gerçek İslam”ı var. Ve kimilerinin de eli çok çabuk; hemen silahına gidiyor. Ölen ölüyor ve bizler de meydanlarda toplanıyor, slogan atıyoruz. Başka bir şair, Orhan Veli de “kimimiz öldük; kimimiz nutuk söyledik!” dememiş miydi?