Adını ilk kez Adalet Partisi Başkanı seçildiği günlerde duymuştum. Aramızda merakla konuştuğumuzu anımsıyorum: Kimdi bu adam? Nereden çıkmıştı?
Nereden çıktığı çok geçmeden anlaşıldı. Solcu düşüncenin hızla geliştiği, antiemperyalist duyarlılığın hızla arttığı günlerdi. Bu ortamda şom ağızlılar ona daha çok “Morrison Süleyman” adını uygun gördüler. 1960’ların başlarında Morrison Knudsen adlı Amerikan şirketinin temsilciliğini yapmıştı. Ve böylece Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı, “Çoban Sülü” olmadan önce, yıllarca “Morrison Süleyman” diye anıldı. Tabii bu arada başka isimler de aynı isim etrafında bazı çağrışımlar yapıyordu: Tenekeci Şellefyan, Yeğen Yahya, kardeş Şevket vb gibi.. Günümüze göre ne kadar masum çağrışımlar değil mi?
***
Kendisini ilk kez 1965’te bir seçim mitinginde dinlemiştim. Natıka, hadi sıfır demeyelim, ama sıfıra yakındı. Hayli şaşırmıştım. Tabii zamanla açıldı; fakat hiçbir zaman da kitle hatibi olamadı. Şimdi düşünüyorum da, galiba böylesi çok daha iyi oldu.
Demirel kırk yıllık siyasal yaşamını çok yoğun geçirdi. Zaman zaman “şapkası” ile simgelenen maceralı sahneler arasında, yedi kez hükümeti kurdu; iki kez de “darbe” yönetti. Üstelik öyle “post-modern”, “paralel” vb gibi uydurma cinsten değil; ağır, izleri hala silinememiş darbeler.. Dikkat edin, “darbe yedi” demiyorum, “yönetti” diyorum; çünkü 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri aslında ne kendisini ne de temsil ettiği sınıfları hedef almıştı.
***
Aslında Türkiye’de bütün darbeler egemen sınıflarla ABD arasındaki anlaşmanın ürünü olmuş ve TSK da hep araç olarak kullanılmıştır. 27 Mayıs’tan önce bile iki kurmay albay (Dündar Seyhan ve Sadi Koçaş) Washington ve Londra’ya giderek durumu anlatmışlardı. Ve her darbe bir iktisadi krizi izliyor; önce iktisadi sonra da siyasi hayat çıkmaza giriyor; en sonunda da gözler TSK’ya çevriliyordu. Bu tabloda TSK’ya düşen rol ise alanı temizlemek, müflis sermayedarların borçlarını halkın sırtına yıkmak, işçi ücretlerini dondurmak ve dikenlerinden temizlenmiş bahçeyi “sahiplerine” devretmek oluyordu. Geride korkunç bir zulüm ve adaletsizlik tablosu bırakarak.. Kendilerini “sınıflar üstü” sanıp bir şeyler yapmaya çalışan askerler ise kolayca hizaya getiriliyordu. Aslında 12 Eylül’ün has adamı Evren değil, Özal’dı. Evren ve arkadaşları Özal’ı bir kenara itip, Sunalp’ı piyasa sürmeye kalkınca, birileri hemen onlara hadlerini bildirdi. Yine de düzen “militarist” bir atmosferden kurtulamıyordu. O günlerde Der Spiegel’de çıkan bir karikatürü anımsıyorum. Bizdeki üç parti başkanları kaz adımlarıyla yürürken çizilmiş ve altına da
“Özal, Sunalp, Calp;
Rap! Rap! Rap!” diye yazılmıştı.
***
Bana kalırsa Demirel en büyük siyasal başarısını koltukta oturduğu yıllardan çok, geçiş dönemlerindeki performansına borçludur. Doğrusu bu nazik süreçlerde, Çoban Sülü, gereken suplesi büyük bir başarıyla sergiledi. Demirel “Sistem” adamıydı; yine de zaman zaman – örneğin ülkücüler kanlı cinayetler işlerken “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözündeki gibi- “Sistem”i sağdan zorladığı da oluyordu. Ne var ki belli “kırmızı çizgiler”i aşmamaya da her zaman özen gösterdi; hele hiçbir zaman kendisinde olmayan güçler vehmetmedi. Sevmeyeni çoktu, fakat hiçbir zaman yoğun bir nefret konusu olmadı. Muhafazakar bir siyasetçi olarak, o da politikasında dine ödünler verdi; fakat, son yıllarda olduğu gibi Şeriatçı karşı-devrim heveslilerine karşı mesafesini almayı da bildi.
***
Demirel bir mühendisti ve “barajlar kralı” diye de şöhret yapmıştı. Henüz “İnşaat! Ya Resulullah!” sözü çıkmamıştı, ama o dönem uluslararası kapitalizmin “bol-emek, ucuz emek” dürtüsüyle bazı sektörleri çevre ülkelerine devrettiği yıllardı. Türkiye’de de –“çağın ruhu” diyelim- Mülkiyelilerin yerini Mühendishaneliler almaya başlamıştı. Ve bu arada başarılı yatırımlar da yapıldı. Öyle görünüyor ki Demirel ilerde daha çok devletçi icraatıyla anılacak.. Zaten bugün alkışlar arasında gömülürken de, vurgulanan tarafı bu yönü ve laik cumhuriyete sahip çıkması oluyor. İsterseniz buna da 7 Haziran’dan sonra yeniden ön plana çıkan “çağın ruhu” diyelim. Toprağı bol olsun..