İsmail Hakkı Karakelle
12 Mayıs Cumartesi günü Çubuk/Hacılar bölgesinde yürüdük. Dört dörtlük bir doğa yürüyüşü oldu. Bir doğa yürüyüşünde görülebilecek hemen her şeyi gördük. Çiçeğin enva-i çeşidi; sümbüller, çiğdemler, mineler, menekşeler, papatyalar, papatya ne kelime papatya denizleri. Ağaçlar; çamlar, söğütler, kavaklar, yabani fındıklar, cevizler, ahlatlar, gelinliklerini giymiş vişneler (yöre vişne bölgesiymiş, bu vesileyle öğrendik). Alıçlar, çalılar, dikenler; bazılarımızın dikenlerle çok iyi anıları yok biliyorum, ama olsun biz yine de gördüğümüzü yazalım. İnekler, uzaktan da olsa koyun sürüleri, adını bilemediğim kuşlar, kaplumbağa; evet bu yürüyüşte, bir tosbağaya da merhaba dedik. Derecikler, çeşmeler ve bu çeşmelerin, ağaçların oyulmasıyla yapılanlar da dahil olukları, dağ başında ayıların banyo ihtiyacını karşılamak için yapılmış küvet, şelale, ki ayrı bir paragrafı hak ediyor. Özetle, Hüseyin bey, bize deniz hariç, istesek sanki onu da gösterecek gibiydi, her şeyi gösterdi. Hüseyin bey de nereden çıktı, diyenleri duyar gibiyim. En başta söylemeliydim. Hüseyin Kara, Çubuk Yukarıçavundur köyünden bir yurttaşımız. Bu yürüyüşte bize rehberlik yaptı. Çok da güzel yaptı. Mülkiye Doğa Topluluğunun ilk günlerinde, arkadaşlara verdiğim bir söz vardı: “Ayağımı basmadığım yere sizi götürmeyeceğim.” Bunun ilk istisnasını geçtiğimiz Cumartesi günü yaşadık. Yöreyi bilmiyordum. Civar köylerde dahil, bölgeyi; dağları, vadileri avucunun içi gibi bilen birine ihtiyacımız vardı. İmdadımıza Ankara Hiking’in değerli rehberi Nedim hoca yetişti, Hüseyin Kara ile temasımızı sağladı. “Avucunun içi gibi” dedim de, Hüseyin beyin yakın zamanda geçirdiği bir kaza nedeniyle elinin ciddi biçimde yaralı olduğunu ve bu yaraya rağmen bizi dere tepe dolaştırdığını, şükranla hatırladım.
Cumartesi sabahı, Yukarıçavundur köyünden Hüseyin beyi ve eşi hanımefendinin bizim için hazırladığı leziz ekmekleri/bazlamaları alıp, hemen köyün çıkışındaki orman yolunun başına geldik, arabadan inip, yürüyüşe başladık. Artık Hüseyin Kara’ya emanettik. Dere boyu yükselmeye başladık. Yolda büyük baş hayvan sürüsü nedeniyle kısa süreli de olsa bir trafik sıkışıklığı yaşadık. Mülkiyelilerin tosunlara/öküzlere değil belki ama ineklere/düvelere olan geleneksel saygısı nedeniyle sorun büyümeden çözüldü. Yükseldikçe yeşillik arttı, ağaçlar yayvan yapraklılardan iğne yapraklılara geçti. Tepelere, yaylalara geldiğimizde, başta papatyalar olmak üzere çiçek denizlerinde bulduk kendimizi. Çeşme başlarında verdiğimiz kısa molalarla 1700 metrelere ulaştık. Kanlıhoca tepesinden Aydos dağlarını doya doya seyrettik. Aydos dağlarını ilk kez görüyordum. Tek başına bir dağ değil, Sivritepe, Gelinölen gibi tepelerden oluşan bir dağ silsilesiymiş Aydos, öğrenmiş oldum. Kanlıhoca tepesinden sola dönüp, ormancıların tomruk istiflerinin yanından yürüyerek dağın arka yüzüne, vadiye indik. Saat 13.00 civarında güzel bir su başında öğlen molasını verdik. Molaya damgasını İlkay’ın söylediği bozlak vurdu. İlkay’ın “İnce Memediiim…..” diye çekişini, sadece biz garip yürüyüşçüler değil, börtü böcek, dal yaprak cümle mahlukat dinledi gibi geldi bana. Yalnızca ağaç oluğa dökülen suyun sesi kalmıştı, İlkay’ın gür sesine eşlik eden.
Zaman zaman zorlandığımız uzunca bir inişle saat 15.00 civarında Hacılar köyü piknik alanına indik. İnişin büyük bölümünde Aktepe zirvesini ve eteklerindeki güzellikleri seyretmekten yorulduğumuzu fark etmedik. Şimdi Hacılar şelalesine gitme zamanıydı. Hüseyin beye göre şelale şuracıkta, şu kayanın dibinde, 100-200 metre kadar ilerdeydi. Birazdan anladık, köylülerin “bir sigara içimlik yol” şeklindeki tariflerine benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu. Yol hiç de kısa değildi, ama çok daha önemlisi oldukça zorlu iniş çıkışlarla doluydu ve bu zorlukları aşmak bir hayli yorgun olduğumuz yürüyüşün sonuna denk gelmişti. Ekip çalışmasıyla, el le, omuz omuza çıktık, indik ve nihayet Şelale’ye ulaştık. Çektiğimiz zorluklara değmişti. Ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkarıp buz gibi suya girdik. Girdik dediysem, diz kapaklarımıza kadar. Olsun bu bile yorgunluklarımızı almaya yetti.
Dönüşte, çeşme başında Vecihi kaptanı her zamanki gibi demli çayıyla, ama bu defa ilaveten odun ateşinde pişmekte olan köftelerle bizi beklerken bulduk. Burada daha fazla ayrıntı vermeyelim, köfteyi, hem de dağ başında yiyebilen var, yiyemeyen var, de mi efenim.
Tahmin edeceğiniz üzere, Ankara’ya geç vasıl olduk. Bütün gün yaşadıklarımız hafızalarımızda, keyifli bir yorgunlukla evlerimize dönerken, bizi bütün gün o güzelim yerlerde dolaştıran Hüseyin Kara beyi ve Ankara’dan getirip götüren, yetmezmiş gibi bir de çayımızı köftemizi yapan Vecihi kaptanı kuvvetle alkışladık. İlk kez bizimle yürüyenlere; Pınar, Nesrin, Merih ve Deniz hanımlara, Özgür beye aramıza hoş geldiniz dedik.
Bu yürüyüşün rehberliğimiz için iyi bir tarafı da, söylemezsem çatlarım, Mülkiye Doğa Topluluğu üyeleri, bundan böyle bendenizi parkurların zorluğu nedeniyle en azından uzunca bir süre eleştiremeyecek olmasıdır. Hüseyin beyin dağında, bayırında yürüyenler, fakirin parkurlarında hoplaya zıplaya giderler.
(Fotoğraflar: İlkay Ulusoy)