Devlet Kurucusu Atatürk.. Devrimci Atatürk.. Cumhuriyetçi Atatürk.. Asker Atatürk.. Diplomat Atatürk.. Modern Türkiye’nin kurucusunun bütün bu nitelikleri üzerinde ayrı ayrı durabilir, sayfalar dolusu analizler yapabiliriz. Fakat 1997 Türkiyesi’ne bakınca, Atatürk’ün, ilk bakışta o kadar çarpıcı görünmeyen, fakat yukarda saydığım tüm niteliklerine temel teşkil eden bir özelliğine, gerçekçiliğine, özlem duymamak mümkün mü? İsterseniz önce büyük liderin bu özelliğini bazı somut olgular bağlamında anımsayalım:
Başlangıçta “baykuşların öttüğü harabezar bir ülke” vardı. Ve de “mazlum bir ulus”. Yorgun ve bezgin bir halk. “Ordu, ismi var cismi yok bir halde. Kumandanlar ve zabitler, Harbi Umuminin bunca meşakkatleriyle yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle dilhun, gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumu kenarında dimağları çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul…”
Kurtuluş çareleri çeşitli… Saltanat makamı son derece iddialı: Tüm İmparatorluğu kurtarmaya çalışıyor. Nasıl mı? Kurdurduğu bir dernekle İngilizlerle “muhabbet” ederek.. Sonuç elbette ki en ufak bir sürprize yer vermiyor. Paris Barış Konferansına giden Osmanlı Delegasyonu ve Clemenceau’nun hakaretleri. Bakınız tam o sırada Atlantik ötesinden bir gazete o günlerin atmosferini nasıl yansıtıyor: “Türkiye bir Devlet olma niteliğini kaybettiği için onunla bir barış anlaşması yapılmaması çok kuvvetle muhtemel. Şimdi sadece Osmanlı devletinden Anadolu’da miras kalan parçaları toplamak sorunu kalıyor.”
Ya ötekiler? “Memleketi Harbi Umumiye (sevkettikten sonra), kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar edenler” de boş durmuyorlar ve daha az iddialı değiller. Kısa bir şaşkınlık ve bocalama dönemini atlattıktan sonra yeni bir İmparatorluk kurma çabasına giriyorlar. İmparator öldü; yaşasın İmparator! Sonuç aynı derecede hazin. Baku Doğu Halkları Kongresinde “bolşevik” bir nutuk atan Enver Paşa ve Kongre’den çıkan “kendi halkına zulmetmiş komutanı kınama” kararı.
Nihayet bir kısım yurtseverler de, ülkeyi kaplayan kötümserlik dalgası içinde, hiç olmazsa kendi bölgelerini kurtarmak için örgütlenme çabasına giriyorlar. Sade bir şekilde; yürekle ve özveriyle..
Atatürk’ün kurtuluş çaresi en gerçekçi, fakat, kesinlikle en mütevazi değil. Aslında, kendisi Devletin kurtarılmasına inanmıyor. Devletin yeniden kurulması, daha doğrusu yeni bir Devlet kurulması “vizyon”unu geliştiriyor. Hangi güçlerle? Hangi insan malzemesiyle? İşte Atatürk’ün gerçekçiliği burada devrimciliği ile kenetleniyor.
Milli Kurtuluş Savaşımızı ve onun 23 Nisan 1920 de BMM’nin kuruluşuyla Devrim’e dönüşmesini en genel hatlarıyla inceleyenler şurasını mutlaka teslim edeceklerdir: Bu süreçte, Atatürk, başından sonuna kadar en küçük kuvvet ısrafına dahi fırsat vermemeye azami özen gösteren, uzlaştırıcı ve birleştirici bir rol oynamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Ulusal Kurtuluş Savaşımızda somutlaşan dehası, gelişmelerin her aşamasında ve koşulların özelliklerine göre değişen biçimlerde “geniş cephe” oluşturma yeteneğidir.
Ne kadar basit! Sadece iki sözcük: “Geniş cephe”: Kurtuluş için; devrim için! Fakat hangi devrim için?
Fransız Devrimi bir burjuva devrimiydi. Bir halk ayaklanması, devrime dönüşmüştü. Bu devrime öncülük yapacak kadroları Aydınlanma Yüzyılı hazırlamıştı. Ya Alman Birliği? O da bir Devrim sayılabilirdi. Ulusal devlet kurma niteliğiyle “Anadolu İhtilali”ne benzemiyor muydu? Aslına bakarsanız Bismark’ın misyonu kolay olmuştu. Ülkenin gelişme derecesi çok ileriydi ve kendisi de mağlup bir ordunun başında bulunmuyordu.Yunkerler, bankerler ve bunkerler hazırdı. Oysa bizdeki gerçek durum neydi?
1920’lerin Anadolusunda modern bir toplumu yapan sınıflar yoktu. Burjuvazi yoktu; proletarya yoktu. Yoksul köylüler vardı, toprak ağaları vardı, aşiret şefleri vardı, şeyhler vardı. “Anadolu eşrafı” denen zümre bile, cepleri dolu olduğu halde, çoğunlukla kafa ve görünüş itibariyle köylülerden zor ayırdediliyordu. Ve bir avuç da, medeni görünüşlü (çoğu kez de medeni düşünüşlü) “asker ve sivil aydın” vardı. Atatürk “geniş cephe”yi böyle bir insan malzemesiyle gerçekleştirdi.
Nutuk, öncelikle büyük komutanın bin bir zahmetle bu geniş cepheyi nasıl oluşturduğunun hikayesidir ve kesinlikle bir kişisel hesaplaşma değildir. Nutuk’da askerler, siyasetçiler, idareciler ve tüm savaşçılar zafere, Devrime ve Cumhuriyete yardımcı ya da engel oldukları ölçüde boy gösterirler: Çelişkiler içinde, safha safha gelişen ve değişen bir süreç çerçevesinde…
Ne var ki bu “geniş cephe” türdeş bir geniş cephe değildir. Karmaşık ve çoğu kez çıkarları birbirine ters unsurlardan oluşmaktadır. Vatan kurtarılacak, Cumhuriyet kurulucaktır. Fakat cephe, toplumsal ilerlemenin keskinleştireceği bir sınıf kavgasının tüm elemanlarını içermektedir. (…)
***
Not: Tırnak içindeki alıntılar Atatürk’e aittir. Yazı “Sürüden Ayrılanlar” (İmge, 2000) kitabımda yer alıyor.
(*) Atatürk’ü 79. ölüm yıldönümünde özlemle anarken, yirmi yıl önce aynı vesileyle yazdığım yazının giriş kısmını ekliyorum. Güncelliğini koruduğu kanısındayım.