Son yazı Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya hakkında açılan dava ve ifade özgürlüğü üzerineydi. Devam.
Yinelemekte sonsuz yarar olan şu somut durumu kabul etmeyecek herhalde yoktur: Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokratik devlet bulunmuyor. Demek ki seçenekler açık. Ya laiklik benimsenip adam gibi uygulanacak ya da demokrasiden vazgeçilecek.
Cesur adımlar
Topraklarımız açısından bu tercih yapılalı bir asırdan fazla oldu aslında. Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan çok önce, devletin din ve İslam dışı unsurlarıyla kurduğu ilişki değişmeye başlamıştı. 1920’ler ise halihazırda filizlenmiş burjuva devrimi kurumlarının inşasına sahne oldu.
Tabii kabul etmek gerekir ki hayli cesur adımlardı bunlar. Ve öylesine radikaldi ki neredeyse yüz yıl geçmiş olmasına karşın halkın ve siyasetçilerin ‘bir kesimince’, bitip tükenmeyen bir nefretle karşılanıyor. Ancak henüz Atatürk’e ‘rahat’ sövülemediği için, dizginlenemeyen ‘kin’ İnönü’nün adı üzerinden aktarılıyor.
Maya iyi kötü tuttu ama…
Cumhuriyet’e yönelik tepkinin dozu ne olursa olsun, sonuç olarak laiklik mayası iyi kötü ‘tuttu.’ Komşulara bakınca laikliğin benimsenmesinde tümüyle başarısız olunduğunu iddia etmek akıl kârı olmaz. Hemen güneyimizde din uğruna kafa kesiyorlar!
Buna mukabil gerek hayli sert ve zaman zaman çarpık yorumlanıp uygulanması ve gerekse Cumhuriyet’i hazmedemeyenlerin peşinde koştukları ‘rövanş’ için sergiledikleri gözü karalık, konunun tüm hararetiyle gündemde kalmasını sağlıyor.
Öyle bir ilke ki laiklik, reddi halinde, yani devlet işleri referansını dinden almaya başlayıp ‘idare’ yurttaş karşısında yansızlığını kaybettiğinde, ne hukuk devletinden ne de insan haklarından söz etmek mümkün. Haliyle inanç ve ifade özgürlükleri de büyük ölçüde laik bir hukuk sisteminde anlam ifade ediyor.
Tipik bir ‘ifade özgürlüğü’ sorunu
Karan ve Çetinkaya’nın yaşadıkları tipik bir ‘ifade özgürlüğü’ sorunu. İki yazar tartışma konusu karikatürü köşelerinde yayınladı. Kişisel olarak, ikisinin de Müslüman yurttaşı kırmak ya da küçük düşürmek, toplumu ayrıştırmak gibi bir niyetlerinin olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bunu durup dururken değil Paris’te karikatüristler ‘katledildikten’ sonra yaptılar. Karikatürü yayınlamaları açık bir protestoydu. Dayanışma çağrısıydı. Türkiye gibi bir yerde, üstelik AKP iktidarında, cesur bir eylemdi.
Sonrasında olanlar malum. Hakaret, itibarsızlaştırma, Paris’teki yürüyüşe katılan ve fotoğraf karesine girebilmek için büyük çaba harcayan Başbakan’ın Türkiye’ye dönünce doğal olarak fikir değiştirmesi, medyadaki soytarıların hezeyanları, sosyal medyadaki ücretli klavye kabadayılarının marifetleri, şu bu… Sonunda dava açıldı ve ilk duruşma yapıldı.
‘Dinlerin kutsallığı’ değil, ‘inananların hakları
İfade özgürlüğü, rahatsızlık yaratan, şoke edici düşünceler açısından gereklidir. Ortada, ‘diğerleri’nin canını sıkan bir söz, hareket, eylem olmalıdır. Yazarların protestosu da kızgınlık yaratmış, rahatsız etmiş olabilir. Bu durum; kızan, şoke olan ve rahatsızlık duyanların sorunudur. Eylem sahiplerinin değil.
Üstelik rahatsız olanlar, baskın ‘çoğunluğun’ mensupları. Malumunuz insan hakları, öncelikle azınlıkta olanın korunmasını hedefliyor. Ayrıca insan haklarının korumaya aldığı temel değer ‘dinlerin kutsallığı’ değil, ‘inananların hakları’dır. Hiç uzatmadan konuya ilişkin olarak, Fazıl Say hakkında verilen berbat mahkûmiyet kararının ardından meslektaşım Kerem Altıparmak’ın Bianet için yazdığı değerlendirmeyi öneririm.
Ne üzerine konuşuyoruz?
Karan ve Çetinkaya davası Türkiye’de laiklik ve ifade özgürlüğünün halinin tartışılması açısından fırsat olabilir. Ancak öncelikle ‘ne üzerine’ konuştuğumuzu bilmeliyiz. ‘Dinin gerekleri’ mi yoksa ‘inanç ve ifade özgürlükleri’ mi? Ne üzerine konuşuyoruz?
Laik/seküler sistem, herhangi bir inancın gerekleriyle ilgilenmez. Hedefi, bir inancın taraftarı olmamaktır.
Demokratik sistem yurttaşına der ki, sen inancını yaşa, ancak devlet işlemlerini ve kamusal kuralları inancına göre belirlemeye kalkışma. Örneğin herkesin vergisiyle kurulup bir mezhebin fetva makamına dönüşmüş Diyanet’i kabullenme. Herkesin vergisiyle açılmış bir sosyal tesiste yalnızca senin sevdiğin içecek olmasın. Herkesin vergisiyle yapılan okullarda senin inancın zorunlu ders olarak okutulmasın. Herkesin vergisiyle maaş alan siyasetçi, elinde senin kutsal kitabınla meydanlarda fink atmasın. Herkesin sahibi olduğu kamusal mekânlar bir dinin ibadethanesine tahsis edilmesin. Herkes eşit yurttaş ise, oruç tutmayanlar baskı görmesin. Bürokratlar Cuma Namazı’na ‘tayin’ endişesiyle gitmesin. Ya da örneğin ortada akıl almaz suç iddiaları varsa, laik devlet ‘başbakan’ının aklına ilk gelen öneri ‘helalleşme’ değil, yargıçları görevlerini yapmaya davet etmek olsun.
Kuru gürültünün ‘tartışma’ haline gelebilmesi, öncelikle ‘ne üzerine’ konuşulduğuna karar verilmesine bağlıdır. Böylece kimse kandırılmamış ve boşuna oyalanılmamış olunur.
Bu durumda tekrar: Ne üzerine konuşuyoruz? Dindar yurttaş ve siyasetçinin talebi ne? Laik/seküler olmayan bir demokrasi var olmadığına göre, nasıl bir sistem tahayyül ediyorlar? Herkes uygarca ve birbirinin yaşamına tecavüze yeltenmeden, sınırları belli bir hukuk devletinde birlikte mi yaşayacak, yoksa toplumun bir kesiminin insanca yaşabilmesi çoğunluğun iznine mi tabi olacak?
‘Herkes inancını özgürce yaşasın’ ifadesi, riyakâr bir laf
Devleti yönetenlerin tekbir eşliğinde kurdele kestiği, muhalif siyasetçilerin mezheplerinin arsızca gündem yapılabildiği, okullarda ‘zorla’ din dersi okutulan, gazeteci ve siyasetçilerin oruç tutup tutmamalarının ‘manşet’ olduğu, Fazıl Say’ın retweet’i nedeniyle hapse mahkûm edildiği Türkiye tipi bir demokraside, dinci siyasetçilerin sarf ettiği ‘Herkes inancını özgürce yaşasın’ifadesi, riyakâr bir laftır. Koskoca bir üçkâğıtçılıktır.
Bunun, içten ve dürüst bir temenniye dönüşmesi için, öncelikle‘çoğunluk inancı’ mensuplarının çaba harcaması ve şu basit soruyu içtenlikle yanıtlaması gerekir: Sorun herkesin inanç özgürlüğünü mü yoksa çoğunluk inancının gereklerinin tüm topluma dayatılması arzusu mu? Eğer ikincisi ise, bunun adı‘birlikte yaşamak’ değil, ‘bir kesimin diğerinin izin verdiği ölçüde nefes alabilmesidir.’ Haliyle ‘uzlaşma’nın değil, sert bir ‘mücadele’nin konusudur. Siyasi hedeflere alet edilip zorbalıkla tüm topluma dayatılmaya çalışılan herhangi bir inanç, memleketine huzur getirmemiştir.
Her birimizin sorunu
Hâl böyleyken, hak mücadelesi veren iki Cumhuriyet yazarına yönelik öfke ve ‘kokmaz bulaşmaz’ merkez medyanın okurlarını kızdırma ihtimali bulunan netameli konulara dair malum tavrı, yalnızca Karan ve Çetinkaya’nın değil, demokratik bir memlekette yaşamak isteyen her birimizin sorunu. Olmalı.
Üç gün sonra adlarını hiç kimsenin hatırlamayacağı beş para etmez birkaç havuz serserisinin günlük zırvalarının konuşulması üzerine harcanan toplumsal enerjinin hiç olmazsa bir kısmı, giderek derinleşen temel hak sorunlarımıza, düşünce özgürlüğü alanının genişletilmesine tahsis edilmeli. Anlamlı olan budur. Çünkü Türkiye, sol görüşlü düşünce insanlarının düşünceleri nedeniyle katledildiği ve faillerinin her nasılsa hep meçhul kaldığı bir topraktır.
(diken.com.tr’den alınmıştır.)