679 sayılı OHAL Kanun Hükmünde Kararnamesi ile, yaklaşık 30 yılını geçirdiği A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi-Mülkiye’den ihraç edilen Dr. Faruk Alpkaya, Cumhuriyet Gazetesi’nden Kemal Göktaş’ın sorularını yanıtladı. Ekonomide, dış ve iç politikada 2017 ve 2018’in çok sert, çatışmalı ve acılı geçeceğini söyleyen Alpkaya, şu anda Türkiye’de yapılanları 150 yıllık modernleşme hareketinin topyekûn imhası olarak değerlendirdi.
Kemal Göktaş, Dr. Faruk Alpkaya ile Ankara Üniversitesi’nin imzacı akademisyenlere yönelik özel tutumunu, AKP’nin tek adam yönetimini getirecek olan Anayasa değişikliğini Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına atıf yaparak savunmasını ve Türkiye’yi önümüzdeki dönemde bekleyen tehlikeleri konuştu.
Barış için Akademisyenler grubundaydınız ve meşhur barış bildirisine imza atmıştınız tam bir yıl önce. Bu süreç çeşitli merhalelerden geçti. Hakkınızda adli soruşturma açıldı ve KHK’yle ihraç edildiniz. Bu ihracınız dikkat çekici, çünkü birçok büyük üniversitede imzacı akademisyenler hakkında bir işlem yapılmadı ama Ankara Üniversitesi’nde çok sayıda akademisyen atıldı. Özel bir durum mu var sizin üniversitenizde?
Doğru bir tespit yaptınız. Kimi köklü üniversitelerde, idari veya adli soruşturma yönünde hiçbir girişimde bulunulmazken Ankara Üniversitesi’nin özel bir çabası var. Atılan akademisyen ve Eğitim Sen üyeleri sayısında ilk sırada Ankara Üniversitesi yer alıyor. Rektör Erkan İbiş’in Siyasal Bilgiler Fakültesine, İletişim Fakültesine ve Cebeci Kampüsü’ne yönelik özel bir memnuniyetsizliği var. Bu memnuniyetsizlik aslında Gezi döneminin biraz öncesinde başlıyor. İlk rektör seçildiğinde yoğun protestolarla karşılaşmıştı. Daha sonra bir daha hiç gelmedi fakülteye. Mülkiye’nin kuruluş yıldönümlerine de gelmedi, yerine yardımcılarını gönderdi.
Nedir bu özel husumetin nedeni?
Bu özel husumetin nedeni, sanırım kendi alışık olduğu yönetim tarzına uygun bulmaması. Çünkü bizim kampüste genel olarak yanlış bulduğunu eleştirme, yöneticinin her söylediğini doğru bulmama gibi bir gelenek vardır. Bu gelenek onu çok rahatsız etti. Kendi kültürü gereği, hem siyasi kültürü hem de muhtemelen mesleki kültürü gereği hep baş eğmeye, hep itaat etmeye alışmış olsa gerek ki aynı itaati Rektör olduktan sonra çevresinden de görmek istedi. Ama bunu göremeyince özel olarak uğraşmaya başladı. Uğraşmaya da bundan 2 yıl önce Dekan Yalçın Karatepe’ye soruşturma açarak başladı. Bu ondan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi ve nispeten iletişim Fakültesi öğretim üyelerine yönelik sistematik bir mobbinge dönüştü. Son tespitte, öğretim üyelerine açılan soruşturma sayısı 60’ı geçmişti bizim fakültede. Hatta bazı arkadaşlarımıza 5, 6, 7 soruşturma açıldı. İtiraz dilekçesine bile soruşturma açma biçiminde tepki gösterdi. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Cenk Yiğiter’i mesela ısrarla soruşturmada savunma yapması için Kalecik ilçesine gönderiyordu. Bu özel bir husumet olduğunun göstergesi. Bu husumet söylediğim gibi kendi kültüründen kaynaklanıyor olabilir. Ama bir yandan da kendi kimi hatalarını ya da kusurlarını ört bas etmeye yönelik bir çabadan da kaynaklanıyor olabilir. Şunu demek istiyorum. Nedense Ankara Üniversitesi’nde sistematik bir Fetullahçı temizliği yapılmadı. Tam aksine mesela Hakkari Üniversitesi’nin Fetullahçı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılan eski rektörü, Veteriner Fakültesi’nde rektör Erkan İbiş’in isteğiyle görevlendirilmiş durumda. Gene kimi dekan vekilleri hakkında Fetullahçı olduğu gerekçesiyle suç duyuruları olduğu söyleniyor. Bunlara hiçbir şey yapılmazken, ‘ben bir şey yapıyorum’ diyebilmek için asıl olarak solcu, demokrat olan ve ağırlıklı olarak da hemen hemen hepsi Barış için Akademisyenler’in 11 Ocak’ta yayınladıkları bildiriye imza atmış kişileri tasfiye ediyor. Ama bunu yaparken bile özel bir uygulama yapıyor. Mesela İletişim Fakültesi’nden Doç. Gülseren Adaklı arkadaşımız ilk 1 Eylül KHK’si ile atılmıştı. Gülseren Adaklı, sendika listesinde Rektör Erkan İbiş’in usulsüzlük ya da yolsuzluk yaptığına dair bir adli soruşturma yürütüldüğüne ilişkin bir haber paylaşmıştı ve bundan dolayı önce soruşturma açıldı, ceza verildi ve sonra ilk KHK’ye konulup atıldı. Gene İletişim Fakültesi’nden Doç. Sevilay Çelenk, bir yıldır beklemekte olan profesörlük tezinin daha fazla bekletilmesinin görevi kötüye kullanmak olduğunu belirttiği için KHK’ye konularak atıldı. Kendinin konumunu rahatsız eden ya da kendinin otoritesini sarsmaya yönelik şeylere karşı özel bir uğraşma durumu da var. Tabii bunlar genellikle Barış için Akademisyenler imzacıları ile çakışıyor. Çünkü haksızlık ve adaletsizliğe karşı çıkmak ister Cizre’de olsun, ister Ankara Üniversitesi’nde olsun, ister dünyanın herhangi bir köşesinde olsun, ahlaklı ve vicdanlı insanların ortak özelliğidir.
Ankara Üniversitesi’nde böyle bir uygulama var ama bir de KHK gerçeği var. Türkiye çapında çok sayıda akademisyen ihraç edildi. Bu durum kamuoyuna şöyle bir algıyla sunuluyor. FETÖ’cüler ve terörle iltisaklı olanlar atılıyor. Bu bahane edilerek birçok görüşten insan atıldı. FETÖ’cü olmayan solcu, demokrat akademisyenlerin tasfiyesi ile ne amaçlanıyor?
Şimdi orada terör örgütüyle iltisaklı olanlar dediniz ama KHK’de daha esnek ve daha vahim bir ifade var. ‘Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan’lar deniyor.
Yani bir kişinin kamu görevinden KHK ile atılması için terör örgütüne iltisaklı olması gerekmiyor mu?
Terör örgütü olması gerekmiyor. MGK’nin bir şekilde bir listeye aldığı yapı, oluşum ve gruplardan söz ediliyor. Bunların hiçbirinin hukuksal karşılığı yok. Yapı ne demek, oluşum, grup ne demek? Bunlarla da iltisakı, irtibatı olanlar atılır diye ayrıca bir düzenleme var. Şimdi ben kendi yakın çevremdeki insanları tanıyorum. Onlar hakkında, benim tanıdıklarım içinde herhangi bir terör örgütü ile iltisak ve irtibat ya da tehlikeli olabilecek yapı, grup ve oluşumlarla ilişkisi olan kimse yok.
Zaten Türkiye terör suçlarına karşı en sert uygulamalara ve hukuksal düzenlemelere sahip bir ülke. Diyelim ki herhangi bir terör örgütüne iltisakı olan bir öğretim üyesi olsa bile KHK’lere varana kadar çoktan işlem yapılması gerekmez miydi?
Barış için Akademisyenler imzacılarından ilk 4 arkadaşımız İstanbul’da gözaltına alındıklarında, yargılanma Terörle Mücadele Kanunu üzerinden başlatılmıştı. Sonra yargılamayı mahkeme durdurdu, burada sadece ‘devlete hakaret’ olabilir dedi. Onun için de Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi gereği Adalet Bakanlığı’ndan izin alınması gerektiği için Adalet Bakanlığı’na izin yazısı yazdı. Yani yargı organları da herhangi bir terör işi olmadığını aslında tescil etmiş oldu. Adalet Bakanlığı uzun bir süredir gerçi yanıt yazmadı. ‘İzin vermiyorum’ da demedi, işi sürüncemede bırakmaya devam ediyor. Zaten kötü olan bakın şu: KHK’yle 100 bine yaklaştı atılan kamu görevlisi sayısı. Akademisyen sayısı 5 -6 bin civarında. Bunların kimin ne olduğunu, aslında herkes yakın çevresinden biliyor. Ben gerçekten bunlar ne kadarı Fethullahçı, ne kadarı şucu, ne kadarı bucu hiçbir bilgim yok. Büyük çoğunluğunun ismi cismi belli değil. Bilinen, tanınan insanlar için kamuoyu ilgisi yoğunlaşıyor ama bilmediğimiz büyük bir kitleyle karşı karşıyayız. 100 bin kişi. Şaka değil yani bu. Bunlar ne zaman ve nasıl devlete alındılar, bunca yıldır ne yapıyorlardı, niye sessiz kalındı, şimdi niye atılıyorlar? Bütün bunlar büyük bir belirsizlik işareti. Bunun yanı sıra doğrudan aslında Fethullahçılarla ilişkisi olan kişilerin bir kısmına da hiçbir şekilde dokunulmuyor.
Bu çok garip değil mi?
Dolayısıyla bunu buradan izah etmek mümkün değil. Başka bir şey yapılıyor Türkiye’de. Ben onu 150 yıllık modernleşme hareketinin topyekun imhası olarak değerlendiriyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19. yüzyılın ortalarında kabaca Tanzimat Fermanı ile işaretleyeceğimiz bir modernleşme başladı. Sadece yasal düzeyde değil, kurumlar düzeyinde de bir modernleşme… Yeni kurumlar açıldı. Harbiye yeniden kuruldu. Mülkiye kuruldu. Tıbbıye yeniden kuruldu. Giderek özel idareler, yerel yönetimler oluşmaya başladı. Anayasacılık ve giderek demokrasiye doğru bir gidişat başladı. Bu modernizm süreci de modernleşme süreci de bütün yönleriyle olumlu değildi, bunun içinde olumsuz yönler de vardı. Ama bu iktidar olumlu olan her şeyi yok etmeye yönelmiş durumda. Olumsuz yönleri de o modernizmin içinde hoşgörülebilecek olumsuzluklar olmaktan çıkartıp artık tahammül edilmez bir boyuta taşıma eğilimi içinde aynı zamanda.
Mesela neleri yok etmek istiyor?
Bütün kurumları yok etmek istiyor. Büyük ölçüde de yok etmiş durumda. Bakın yargı… Bugün artık Türkiye’de bağımsız yargı diye bir şeyden söz etmenin mümkün olduğunu zannetmiyorum. Herhangi bir konuda hükümetin istemediği bir kararı verecek yargıcın yarın yayımlanacak olan KHK’de yer alması neredeyse kaçınılmaz gibi. Belki de Fethullahçıları atmamalarının nedeni tam da bu. Onları rehin almış durumdalar ve kullanıyorlar tetikçi olarak. Böyle de değerlendirilebilir. ‘Ben seni Fethullahçılıktan içeri atacağım, benim dediğimi yap’ da diyebilirler.
10 Cumhuriyet yazar ve yöneticisinin tutuklu olduğu Cumhuriyet Vakfı dosyası da müebbetle yargılanan FETÖ sanığı bir savcı tarafından soruşturuluyor.
Bu tipik bir rehin alma durumu. ‘Sen benim rehinemsin. Benim her istediğimi yapacaksın.’ Bu rehin alma durumundan çıkabilecekleri de sanmıyorum.
…
Başkanlık sistemine geçiş gerçekleşirse nasıl bir Türkiye bekler bizi?
Bir kere bu gerçeklese de gerçekleşmese de ben önümüzdeki iki yılın, 2017 ve 2018’in çok sert, çok çatışmalı ve çok acılı geçeceğini düşünüyorum. Geleceğe ilişkin bir şey bilmek mümkün değil elbette ama öncelikle iktisadi koşullar bir süre sonra iç piyasaya yansıyacak, çünkü şimdi daha yansımıyor. Biz sıradan insanlar olarak yükselen döviz fiyatının, ekonominin yeniden dolarize olmasının etkilerini, muhtemelen 6-7 ay sonra yaşamaya başlayacağız. Asıl etkilerinin de 2018’de çıkacağını düşünüyorum. İkincisi bu başkanlık referandumu süreci muhtemelen çok sert, çok çatışmalı geçecek. Mecliste muhalefet vekillerine tahammül edemeyen bir iktidarın, bütün protestoları yasaklayan iktidarın herhangi bir şekilde sandık başlarında özgürce oy kullanılmasına izin vereceğini beklemek bana biraz saçma görünüyor. Tabii bütün bunlar, yani bu kutuplaşmanın ve iktisadi krizin yanı sıra Türkiye’yi dış politikada büyük yalpalamalar ve büyük başarısızlıklar bekliyor. Şimdi sormak lazım, siz düne kadar ‘sıcak denize inmek isteyen Moskof’ diyordunuz. Şimdi ne oldu da Moskof’la sarmaş dolaşsınız? O Moskof’un sıcak denizlere inme hevesi, Boğazları ele geçirme hevesi bitti mi, yoksa yarın öbür gün gene kandırıldık mı diyeceksiniz? Benzer bir şekilde ABD’de de büyük bir istikrarsızlık dönemi başlayacak kanısındayım. Trump döneminin neye yol açacağı, ne gibi sonuçlar doğuracağı henüz belli değil. Bütün bu koşullarda Irak ayrı bir macera. Daha da kötüsü bölgedeki cihatçı hareketler Türkiye içinde ciddi bir örgütlenmeye sahipler, kitle tabanına sahipler ve silahlandıklarını düşünüyorum. Ayrıca AKP’nin eskiden olmayan sokak gücü dediğimiz şey, AKP-MHP kaynaşması sayesinde MHP’nin tabanı ile birlikte elde edilmiş olacak. Bu olguların hepsini birlikte değerlendirdiğimizde çok sert geçecek iki yıl bekliyorum. AKP’nin herhangi bir seçimle artık iktidarı kaybetme lüksü yok. İktidarı kaybettikleri anda bunun ağır siyasi sonuçları olacak. Suçların bir şekilde hesabı sorulmaya kalkılacak yargı tarafından. Buna tahammül etmeleri mümkün değil.
Toplumsal muhalefetin yapacağı hiç mi bir şey yok?
Var tabii, olmaz olur mu? Toplumsal olaylar ya da tarih önceden belirlenmiş bir doğrultuda gelişen ya da kuklacılar tarafından yönetilen bir süreç değildir, tam aksine vektörel bir süreçtir. Tarihsel ve toplumsal olgular çarpışan güçlerin mücadelesi sonucunda ortaya çıkar. Bence burada eski tür muhalefet anlayışını, eski bakış açılarını terk edip gündelik hayatı sürdürebilmek için bile yaygın bir dayanışma ağı kurmamız gerekiyor. Basitçe şunu örnek vermek istiyorum. Geçen günlerde üst üste İki haber çıktı: Birinde kedi evi kuran gençlere saldırıldı, ikincisinde kedi evi kuran bir psikolog öldürüldü. Karda kışta sokak hayvanlarını düşünmek ahlaki bir tercihtir. Vicdanı ona buyuruyor. Kimse emir vermiyor kedi evi kur diye. Bu vicdani tercihe yönelik bir hınç ve şiddet gelişiyor. Buna yönelik nefret ve hınç aslında bir yaşama yönelik bir hınç. Burada yaşamı savunabilmek için, basitçe sıradan yaşamımızı savunabilmek için bile büyük toplumsal dayanışma ağları oluşturmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ağların da ufak ufak aslında ortaya çıktığını seziyorum, bazen görüyorum. Hiç ummadık ağlar ortaya çıkıyor. Bu toplumsal dayanışma ağları, geçmişin kitle örgütlerinden farklı yapılar. Bunların merkezi yok. Bir örgütleyicisi yok. Bunlar kendiliğinden çıkıyorlar ama bir ağ olarak dayanışıyorlar.
Anlık bir işe yönelik olarak örgütleniyor ve ardından dağılıyorlar, değil mi?
Bir daha aynı sorun çıktığında yeniden bir araya geliyorlar. Ama bu bir insanı temas. Bir merkezin dayatması diretmesi değil.
O yüzden çok daha mı güçlü aslında?
Çok daha güçlü ve çok daha yok edilemez. Ve hayatı savunmak her zaman kazandıracak bir şeydir. Çünkü vicdanlı insanlar hayatı savunurlar. Bence yaşadığımız dönemin, hatta 12 Eylül’den bu yana yaşananların en büyük etkisi Türkiye’de vicdani ve ahlaki yapıları çökertmesi oldu ama bu çöken yapıların içinde bile bir kıvılcım var.
…
Söyleşinin tamamı için: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/660585/Dr._Faruk_Alpkaya__Turkiye_yi_cok_zor_2_yil_bekliyor.html