29 Nisan 2017 Cumartesi günü yapılan Edebiyat Buluşması’nda, edebiyat ve müzik ilişkisini konuştuk. Konuşmacılarımız; Mülkiye hocaları Bilsay Kuruç ve Ahmet Makal ile müzik kuramı denilince ilk akla gelen isimlerden biri olan Ahmet Say idi. Ancak Sayın Say geçirdiği bir cerrahi müdahale nedeniyle ne yazık ki toplantıya katılamadı.
Ahmet Makal hoca, sözlerine; kendisi için hayatın iki veçhesi olduğunu, bilim ve sanatın bir madalyonun iki yüzü gibi hayatı oluşturduklarını, bunlardan birinin eksikliği halinde madalyonun, dolayısıyla hayatın oluşamayacağını belirterek başladı. Bu bağlamda Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nde, “Çalışma İlişkileri ve Sanat” seminerleri açtığını, yapacağı konuşmanın da, üzerinde çalıştığı “İnsan Hakları, Sosyal Haklar ve Müzik” başlıklı bir makalesinin bir bakıma özetle anlatılması olduğunu söyledi.
Sayın Makal, toplantı afişinde de yer alan “Söz mü, Ses mi” alt başlığına, sorusuna “Elbette her ikisi de, hem ses hem söz” şeklinde cevap verdi. Bu ilişkiyi anlamak için öncelikle Endüstri Devrimi sonrasında çok zor koşullarda yaşayan insanların adaletsiz düzene karşı deyişlerine, şarkılarına, marşlarına; ABD’de zenci kölelerin acılarını, öfkelerini dile getiren ezgilerine bakmak gerektiğini söyledi. Pamuk tarlalarında acılarını sese ve söze döken zencilerin Blues’un ilk basamaklarını oluşturduklarını, daha sonra bunların pop, protest hatta rock müziklere de yansıdığını belirtti. İlk örnek olarak, 1935 yılında linç edilerek öldürülen ve cesetleri bir kavak ağacına asılan iki zenci için, şair Abel Meeropol’un yazdığı “Strange Fruit” şiirinden aynı başlıkla yapılmış ırkçılığa karşı eseri verdi. Hoca, salondakileri derin bir hüzne boğan, benim gibi birçok kişinin ilk kez duyduğu bu şiiri okudu. Parçanın birçok kimse tarafından söylendiğini, en iyilerinden birisinin Billie Holiday’e ait olduğunu ekledi. 1950’li, 1960’lı yıllarda, başta ABD olmak üzere birçok ülkede savaş ve ırkçılık karşıtı folk, blues, pop, rock eserlerin ortaya çıktığını, bunlardan ilk akla gelenlerin “We Shall Overcome (Kazanacağız)” ile Bob Dylan’ın “Blowin in The Wind(Rüzgarda Uçuşuyor)” eserleri olduğunu söyledi. Bob Dylan’ın adını anınca, “Söz mü, Ses mi” sorusuna ilişkin olarak, bu yıl edebiyat alanında “Nobel”i Bob Dylan’ın aldığını hatırlattı ve bunun edebiyat müzik ilişkisine ilginç bir örnek teşkil ettiğini belirtti. Yine bu dönemde, müzikte sosyal haklar için birçok ismin arasından Seeger ve Guthrie’nin öne çıktığını ekledi.
Ahmet Makal Hoca, klasik müziğin ağırlıklı olarak sözsüz eserlerden oluşması nedeniyle insan hakları ve sosyal haklar bağlamında edebiyata en uzak müzik biçimi olduğunu, ancak tümüyle de dışında olmadığını söyledi. İngiliz besteci Benjamin Britten’in “The War Requiem (Savaş Ağıdı)” ve Polonyalı müzisyen Penderecki’nin, Hiroşima Kurbanları İçin Ağıt eserlerinin klasik müzik alanında savaş karşıtlığına iki iyi örnek olarak verilebileceğini söyledi. Ünlü şair, oyun yazarı Bertolt Brecht’in eserleri müzik alanına yansıyan edebiyatçıların başında geldiğini, bu duruma Weill, Eisler ve Dessau bestelerinin iyi örnekler teşkil ettiğini belirtti.
Hoca konuşmasının sonunda sözü yine “Söz mü, Ses mi” sorusuna getirdi ve “Hem söz hem ses; ancak, kaliteli söz, kaliteli ses; kaliteli müzik, kaliteli edebiyat” diyerek bitirdi.
Ardından, sözü Bilsay Hoca aldı. Hoca, konuşmasının başlığının, “İki Devrimin Sesi” olduğunu; birincisinin 1789 Fransız, ikincisinin 1917 Ekim devrimlerinin sesi olduğunu belirterek söze başladı. Beethoven dışındaki bestecilerin, Fransız besteciler de dahil, 1789 Devrimine ilgi göstermediklerini, sanki böyle bir şey olmamış gibi davrandıklarını; yalnızca Beethoven’ın, kitlelerin özgürleşmek için tarih sahnesine çıkışını gördüğünü ve onun sesi olduğunu söyledi. Haydn ve Mozart’ın yumuşak tarzına karşı bir sıçrayışı temsil eden Beethoven’ın 1804’te tamamladığı 3. Senfonisi ile Fransız Devriminin sesine dönüştüğünü belirtti. Beethoven’ın başlangıçta, eserini Avrupa halklarını özgürleştirdiğini düşündüğü Napoleon Bonaparte’ye ithaf ettiğini, ancak Napoleon’un imparatorluğunu ilan etmesiyle, senfoninin birinci sayfasını yırtıp attığını ve esere Eroica başlığını verdiğini söyledi ve ardından 3.senfoninin “Kahramana Saygı” başlıklı ikinci bölümünden bir kısmını bize dinletti. Dinletinin sonunda, tekraren, “Beethoven’ın, insanları özgür kılarak dünyayı değiştiren Fransız Devrimine sesine veren yegâne besteci olduğunun” altını çizdi.
Hocamız, 20. Yüzyılda devrimin sesinin Şostakoviç olduğunu söyleyerek konuşmasının ikinci bölümüne başladı. 20. Yüzyılda büyük dramların yaşandığını, bu yüzyılın ağır bir yüzyıl olduğunu, ağır dramlara insanların ancak vicdanlarıyla karşı çıkabileceğini, aydınlanmanın halklarda ortak bir vicdan yarattığını, Şostakoviç’in bu anlamda 20.Yüzyılın sesi, 20. Yüzyılın Shakespeare’i olduğunu belirtti. Şostakoviç’in 11. Ve 12. Senfonilerinin kendi sesi olduğu kadar insanların, devrimin sesi olduğunu söyledi ve Beethevon’da olduğu gibi 11. ve 12. Senfonilerden bölümler dinletti. Hoca’nın anlattıklarından, 11. Senfoninin 1905 devrimi/ayaklanmasıyla ilgili olduğunu; Rusya’da, 1905 yılında, halkın papaz Gabon önderliğinde kışlık saraya yürüdüğünü, yürüyenlerin üzerine ateş edildiğini, yüzlerce kişinin öldüğünü, Şostakoviç’in babasının da ayaklananlar arasında olduğunu, Senfonide Mahkûm, Aç Başını, Dinle, Şehit Düştün gibi halk şarkılarının olduğunu ve bunların senfoni formuyla mükemmel bir şekilde bağdaştığını öğrendik. Aynı şekilde 12. Senfoninin, Ekim Devrimi ile ilgili olduğunu; 1917 alt başlığını taşıdığını, dört bölümden oluştuğunu, soğuk savaşın etkisiyle bu senfoninin Türkiye’de çalınmasının adeta yasak olduğunu öğrendik.
Hoca, konuşmasını; “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar” marşının da bugünün devriminin sesi olduğunu, bestecinin yaşadığı çağın sesi olması gerektiğini, “Bir müzisyenin bir müzisyenden fazla olması gerektiğini” belirterek bitirdi. Bilsay Hoca konuşmasına başlarken, salonda bulunanlardan Hoca’yı yakından tanımayanlar ve/veya Oğuz Onaran’a Armağan kitabındaki makalesini okumayanlar, derslerinde hayranlıkla gözümüzü üstünden ayırt edemediğimiz Mülkiye’nin bu kıdemli iktisat hocasının müzikle ilgili ne anlatacağını merak ediyorlardı. Bu merak, A. Makal için, TRT 3’te 1996 yılından beri her Perşembe günü başarıyla yürüttüğü “Yorumlar ve Yorumcular” programı sayesinde önemli ölçüde giderilmiş durumdaydı. Toplantının sonunda Bilsay Hoca’ya ilişkin merak da giderilmiş oldu. Hocamızın müzikteki engin bilgisine şaşkınlıkla ve zevkle tanıklık ettik. Aksayan şey, her zaman olduğu gibi yine ses düzenimizdi. Hoca’nın yanında getirdiği CD’leri salondakilere ne yazık ki istenildiği gibi dinletemedik. Düzeleceği umutlarını dile getirmekle yetindik…
Konuşmalardan sonra, salondan söz alanlar oldu. Özellikle iki katılımcımızın, şair Zafer Demir ve ardından şair Hüseyin Atabaş ağabeyimizin katkılarıyla edebiyat müzik ilişkisi, “söz mü ses mi” tartışması yeniden alevlendi, ama tatlıya bağlandı! Salondan ceplerimizi iki değerli Mülkiye hocasından öğrendiklerimizle doldurmuş olarak ayrıldık.