Geçelim şimdi ‘milli birlik ve beraberlik’ gibi, ömür boyu işittiğimiz içi boş lafları. Önce olup bitenin adını koyalım: Suruç’ta güzel canlarını veren gencecik insanların orada olmasının nedeni, toplumcu oluşlarıydı. İnsancıl oluşlarıydı.
Kürt ve Türk solcu gençler kermes için değil, Kobani için bir araya gelmişlerdi. Kürt ve Türk barışına yönelik, taş üstüne taş koymak için Suruç’taydılar. Yaşıtları, arkadaşları Gezi’de yaralanmış, öldürülmüştü. Soma’da olup bitenlere kızgındılar. Berkin Elvan’a üzülüp dert ediniyorlardı.
Toplumsal duyarlılıkları nedeniyle ve örgütlülükleri sayesinde katıldıkları eylemlerde, devlet şiddetiyle tanışıyorlardı. En yetkili ağızlar tarafından ‘çapulcu’ olarak adlandırılmışlardı. Basındaki bekçi çomarlarınca, darbeciliğe alet olmakla itham edilmişlerdi. Haksızlıklara tahammül edemediklerinden, ‘bir şey yapma’ yolunu seçmişlerdi. Dünyayı değiştirebilecek olmanın heyecan ve mutluluğu içindeyken, umudun katili faşistlerce katledildiler. Devlet, yardım için telaşla koşuşturan insanlara, gaz sıktı.
O bomba başka bir yerde değil, Suruç’ta patladı
Üç kuruşluk birikim, bolca fantezi ve Allah’ın belası kimi okumuşların büyük desteğiyle sürdürülen tehlikeli dış ve iç siyasetin meyvesi olan o bomba, herhangi bir yerde patlayabilirdi. Ama başka bir yerde değil, Suruç’ta patladı. Kürt ve Türk, sol değerlere gönül vermiş, vicdan ve sorumluluk sahibi gencecik insanlar ‘birlikte’ bir umudun peşindeydi Suruç’ta.
Koray, Cebrail, Hatice, Uğur, Narthan, Veysel, Nazegül, Kasım, Alper, Cemil, Okan, Ferdane, Yunus, Çağdaş, Alican, Osman, Mücahit, Merdali, Aydan, Nazlı, Serhat, Ece, Emrullah, Murat, Erdal, İsmet, Süleyman, Büşra, Dilek, Duygu, Nuray…
Memleketin Türk’ü ve Kürt’ünün ‘birlikte’ kuracağı bir gelecek ve insanca yaşam talep ediyorlardı. Katliam, sıradan bir gençlik kampında gerçekleşmiş olsaydı da kabul edilebilir ve katlanılabilir değil hiç şüphesiz. Kendisini ‘insan’ sıfatıyla tanımlayan herhangi biri açısından. Buna mukabil, Suruç’takilerin politik bir dertleri vardı ve bu derdin görmezden gelinmesi, bizatihi politik bir tercihtir. Sonuçta, faşistler bedelini ödetti. O genç insanlar kadar yürekli ve kararlı olmayı isteyecek herkese gözdağı vererek.
Kimdir bu faşist denilen? Ne yer ne içer, ne düşünür?
Faşistin, üzerinde kafa yorup tartışabileceği bir ‘kuramı (teorisi)’ yoktur. Dolayısıyla herhangi bir düşünce üzerine derinleşmesi gerekmez. Hatta çoğu zaman, düşünmesi de gerekmez. Karşıtlıklar ve düşmanlıklar üzerine kurar dünyasını. Örneğin ‘dış ilişki’den anladığı, barışçı diplomasi değil, savaşmak ve horozlanmaktır. Alt etmek. Üstün gelmek. Bu üstün gelme ve tepeleme arzusunun kökeninde kendisinin diğerlerinden üstün/ayrıcalıklı olduğu yönündeki inanç yatar.
Özgürlükçü olan, ‘solda’ olan her ideolojiden nefret eder. Su katılmamış bir antikomünisttir. Memleketine ve tabii sınıf profiline göre kimi Yahudi’ye, kimi Çingene’ye düşmanlık besler. Herkes kendisi gibi olup yaşasın, eğer olmuyorsa/yaşamıyorsa ya yola gelsin ya da yok edilsin ister. Faşistler, ‘maçist’tir. Kültürünün en belirgin unsurlarından biri maçoluktur. Kaba sabadır. Eli sopalıdır. Haliyle örneğin farklı cinsel yönelime sahip biri de faşistin gazabına uğrar.
Bozulmuştur, hastalıklıdır çünkü. Yönetimden anladığı, ‘şefe’ itaattir. Kendisini liderine köpeklik etmeye mecbur görür. Zira faşist için aslonan, mutlak sadakattir. Çoğulculuktan nefret eder. Her konuda en doğru kararı veren bir şef vardır ve şefe sıkı sıkıya bağlanmak gerekir. Nihayetinde kelime anlamı olarak da faşizm, ‘bir baltanın çevresinde ona sıkıca bağlanan değneklerle imal edilmiş savaş silahı’ demektir.
Haliyle faşistin arzusu, o baltanın etrafında, bir ömür ‘değnek’ olmaktır. Doğal olarak irrasyoneldir. Aklıyla değil, duygularıyla hareket eder. Sosyalizm düşmanlığı gibi olmasa da, klasik liberal demokrasinin talep ettiği temel ilkelerden de tümüyle uzaktır. Düşman olmak zorundadır. Düşmanlıkları, var olabilmesinin zorunlu koşuludur. Bir gün Kürt’e düşmandır, bir gün Ermeni ya da Musevi’ye, beriki gün sosyaliste. Tehlikelidir faşist. Ve faşistlik, bir hak değildir.
Faşistler, 20. yüzyılın kanserli hücresidir
Türkiye solunun Türk’ü ve Kürt’üyle 12 Mart öncesinde müşerref olduğu faşizm ve faşistler, 20. yüzyılın kanserli hücresidir. Türkiye açısından 12 Mart 1971, ilk ‘merhaba’dır. 12 Eylül 1980 tarihiyse, uzun sürecek faşist idarenin ilk günü. 12 Eylül faşizmi memlekette sola dair ne varsa dümdüz etmiştir. On binlerce solcu kaçmış, yargılanmış, öldürülmüş, idam edilmiş, işkence görmüştür. Generaller ABD ve büyük sermayedarın bir dediğini iki etmemiştir.
O günlerde ABD, Afganistan’da SSCB’ye karşı dincileri eğitip silahlandırırken, Türkiye kendi ‘yeşil kuşağını’ palazlandırmakla meşgul olmuştur. Faşizmin Türkiye’deki kurumsal sembolü olan Konsey (MGK)’in yönetimi Aralık 1983’te sona ermiştir ermesine, ancak sonrasında faşizmle hesaplaşılmamıştır. İçtenlikli bir demokratikleşme çabası sergilenmediği gibi, veteran faşistlerin bir kısmı devlet ‘hizmetlerinde’ kullanılmıştır. 12 Eylül’ün önemli simaları uzun süre (hatta bugüne dek) siyasette/idarede boy göstermiştir.
İşte AKP de, bu ‘sağın,’ üzerine din sosu boca edilmiş hali olarak iktidara gelmiştir
Memleket bu dönem zarfında çok kısa süreler haricinde kendisini ‘merkez sağ’ olarak tanımlayanlarca yönetilmiştir. Bugün ‘Kürt sorunu’ olarak adlandırılan sorun, 12 Eylül faşizminin acımasızlığından ve uygulamalarından ayrı düşünülemez. 1990’lardaki sağ siyasetçilerin ‘listelerinden’ ayrı düşünülemez. Onların işbirliği içinde olduğu ‘derin’ yapılardan ayrı düşünülemez. Onların içinde bulunduğu MGK’nin kararlarından ‘ayrı’ düşünülemez. Onların ilan ettiği OHAL’lerden ayrı düşünülemez. TSK ile kurdukları enseye tokat, bağımlı ilişkiden ayrı düşünülemez. İşte AKP de, 2002 yılında bu ‘sağın,’ üzerine din sosu boca edilmiş hali olarak iktidara gelmiştir. Bazen biraz gerdan kırsa da söz konusu ‘mirası’ büyük ölçüde sahiplenmiştir. Oysa sahiplenilen, onur duyulacak bir geçmiş değildir.
Faşist zihniyetin panzehiri, sol düşüncedir
12 Eylül faşizminin, günümüz açısından en berbat toplumsal ve siyasal etkisi, herhalde zihniyetidir. Hemen her gün tanık olduğumuz, siyasal ve toplumsal kültürümüze nüfuz etmiş bir zihniyet bu. Türkiye’de genellikle Kürt’ler ve gayri Müslimler söz konusu olduğunda hortlayan bir zihniyet.
Baksanıza, internetteki haberler doğruysa özellikle sosyal medyada, katledilenlerle ilgili nahoş yorumlar yapılmaya başlanmış bile. Oysa faşizm ve onun şiddeti karşısında suskun kalanlar, ırkçılığa zemin hazırlayanlar, özellikle Kürt’ler ve Ermeniler söz konusu olduğunda en ağır hakaretleri savurmaktan bir an olsun çekinmeyenler ile iki gün önce insanları katleden dinci faşistler arasındaki fark, ilkinin elinde henüz patlatacak bir bomba olmamasıdır.
Asıl mesele, faşizme yeşerip kök salacağı toprak ve gübreyi sunmamaktır. Memleketimizde ne yazık ki ikisi de mevcuttur. Haliyle faşizm, Suruç’ta olduğu gibi, o verimli toprağı ayağının altından kaydırma ihtimali olana saldırmaktadır. En vahşi yüzüyle.
Faşist zihniyetin panzehiri, sol düşüncedir. Türkiye’de bir şeyler değişecekse, bunu başaracak olan soldur. Sol siyasettir. Memleketin dindarı da mutlu olup insanca yaşayacaksa bu, solun ‘eşitlikçi’ değerleri sayesinde olacaktır. Sağın en müteahhit kafalısı olan merkez sağın da, ihaleci dinci sağın da Türkiye yurttaşına daha fazla beton ve çokça eziyet dışında sunabilecekleri bir gelecek yoktur.
(diken.com.tr’den alınmıştır.)