Mülkiyeliler Birliği’nin yayın organı olan Eleştirel sosyal bilim dergisi Mülkiye Dergisi’nde önceki sayıda başlatılan üniversite özerkliği tartışması sürüyor. Özellikle Barış İçin Akademisyenler’in kamuoyuna açıkladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin ardından üniversiteler siyasi müdahaleler yoğunlaştı. Son olarak, YÖK Başkanına doğrudan soruşturma açma ve uzaklaştırma yetkisinin de verilmesiyle dolaylı olarak üniversitelerde bilimsel çalışmaların alanı daraltıldı. SBF’den Aydın Ördek’in Mülkiye Dergisi için yaptığı söyleşiler sürüyor. Korkut Boratav ve İsmail Beşikçi’nin ardından derginin yeni sayısında Fikret Başkaya ve Abdurrahman Saygılı ile söyleşi yapıldı.
“Üniversite, Özerklik ve Derin Düşünme Üzerine II: Fikret Başkaya ve Abdurrahman Saygılı ile Söyleşi” başlıklı söyleşinin bir bölümü şöyle:
Aydın Ördek: İlk bölümü Mülkiye Dergisi’nin 40. cildinin 1. sayısında yayımlanan “üniversite, özerklik ve derin düşünme” konulu söyleşiyi Fikret Başkaya ve Abdurrahman Saygılı’ya yönelttiğim sorularla sürdürüyorum. İlk sorum Fikret Hoca’ya. Bir süre önce basından Genç-Sen’in Hacettepe Üniversitesi’nde düzenlemeyi planladığı ve sizin Prof. Nejla Kurul ile birlikte davetli konuşmacısı olduğunuz “Yeni Türkiye ve Eğitim” konulu panelin, düzenleyicilerin izinleri olması gerektiği gibi almadıkları gerekçesiyle, üniversite rektörlüğü tarafından engellendiğini okuduk. Haberi okur okumaz engellemenin gündelik politik kaygılarla yapıldığını düşündüm. Öyle bile olsa rektörlük emri ile üniversite yerleşkesine sokulmamanız gibi polisiye bir tedbire şaşırdım. Üniversite yönetimini bu denli korkutanın ne olduğunu merak ettim. Belki de vehim benimkisi ama hadise Türkiye’de üniversitelerin nasıl yönetildiğinin aynası adeta: üniversiteye tahsis edilen bütçe payının sürekli arttırılabilmesi için yeniden dağıtımı olanaklı kılan bitmez tükenmez inşaat faaliyeti ve teknokentler, yolsuzluk değilse de kamu kaynaklarının israfının inanılmaz boyutlara vardırıldığı tıp fakülteleri, bahçe bakımından temizliğe, temizlikten yemek hizmetlerine olabilecek her hizmetin tümüyle özel sektöre kaynak transferine dönüştürüldüğü bulanık ticari ilişkiler, taşeronluklar, utanç verici popülist vaatlerin havada uçuştuğu rektörlük seçimi süreçleri, seçimlerin neredeyse varlık nedeni olan ulufe misali dağıtılan müdürlükler, koordinatörlükler, daire başkanlıkları, rektör yardımcılıkları, bütün bunların yüzü suyu hürmetine yaratılan devasa bürokrasi, böylelikle kaçınılmaz bir biçimde rektörlerin şahsında cisimleşen tek adamlık, istisnasız müşteri memnuniyeti esasına (performans) göre işletilen şirketlere dönüştürülmüş yükseköğretim kurumları, sonuçta yaygınlaşıp derinleşen kapılanma kültürü ve topyekûn yozlaşma; beri yanda birikimin ilk seviyesi olan çapulculuk, talan momentinden çıkmaya niyetli olmayan Türkiye burjuvazisinin aristokratlık tesisi için kurdukları dışında daha baştan bahsi geçen yozlaşmayı realize etmek için kurulan özel üniversiteler. Öğrenci temsilcisinden anabilim dalı başkanına, anabilim dalı başkanından dekanına, dekanından rektörüne, Türkiye üniversitesinde karar merciindekilerin, yetkilerini, etki alanlarını aile mülklerine çevirmek üzere kullanmalarının nedeni ne olabilir? Doğaları gereği ikiyüzlü olmaları beklenen iktidar aygıtlarının asgari koşulu olan hukukun üstünlüğüne uygun davranılmaması halinde demokratik üniversitenin gerçekleşmeyeceğini iddia etmek safdillik olurdu. Zira hukukun üstünlüğü ve demokrasi, söylem düzeyinde bile itibar görmemekte Türkiye üniversitesinde. Ancak hiç değilse bünyenin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak itibarı temin etmek üzere liyakat esası benimsenemez mi? Kendi adıma, üniversite hocasının büyük itibar kaybına uğradığını düşünüyorum: en alakasız gözlerden saklanamayan sığlık, menfaatperestlik, hiçbir ideali temsil etmeme, uydumculuk, neredeyse tamamıyla boş zaman aktivitesine ve kitlesel olarak memuriyete dönüşmüş akademik faaliyet; sizin de sık sık dile getirdiğiniz gibi, istisnalar kaideyi doğruluyor. Sizce sorun yapısal mı, devrevî mi? Kabahat kimde?
Fikret Başkaya: İnsan ve toplum yaşamının tüm veçheleri hızlı bir tempoyla metalaşıyor, şeyleşiyor, bir kâr ve kazanç aracına ve nesnesine indirgeniyor, istisnasız her şey soysuzlaşıp çürüyor. Tabii sadece insan ve toplum yaşamı değil, canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürülüyor. Velhasıl dizginlerinden boşanmış, sadece sefil ve kepaze değil, aynı zamanda tehlikeli bir süreç almış başını gidiyor. Şeylerin, süreçlerin gerçek mahiyetiyle, şeylere ve süreçlere dair algı, anlayış, kavrayış arasında bariz bir uyumsuzluk var. Ve tüm bu olup bitenler, yaşananlar, karşı konulamaz doğa güçlerinin, doğa yasalarının, insan iradesini aşan güçlerin eseri değil… İnsanların bazılarının, daha doğrusu güç ve iktidar odaklarının “bilinçli” eyleminin, aldıkları kararların, uyguladıkları politikaların sonucu. Eğer bu durum birilerinin eseriyse, başkaları da neden başka türlü yapmasın?
İşte entelektüel bunun için gerekli, bunun için vazgeçilmez. Entelektüel demek, bir entelijans etkinliği, şeylerin gerçeğini sorgulama, şeylerin gerçeğine nüfuz etme, anlama, anlaşılırlığı sağlama etkinliği. Entelektüelin misyonu ve varlık nedeni, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir etme, açığa çıkarma eylemi olarak anlaşılabilir. Teorik olarak entelektüelin doğup geliştiği yerin de daha çok üniversite denilen kurum olması gerekirdi. Zira orada başka birçok kurumdan ve yerden farklı olarak ve potansiyel olarak, düşünmeyle, düşünceyle haşır neşir olmaya uygun bir ortam olduğu varsayılır. Eğer üniversite denilen kurumun gerçekten üniversite tanımına uygun bir varlığı olsaydı, şeylerin seyri bugünkünden çok farklı olurdu. Oysa üniversiteye dair tevatürle gerçek dünyada var olan “reel üniversite” arasında bariz bir uyumsuzluk var. Ekseri üniversitelerin her zaman toplum ortalamasının bir kaç adım önünde oldukları, orada her şeyin sınırsız bir şekilde tartışılabildiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, “özgürlük adacıkları” olduğu şeklinde yaygın bir söylem geçerlidir. Aslında mevcut durumda bunu ancak ikiyüzlülüğü içselleştirmiş olanlar söyleyebilir… Zira gerçek yaşamda bunların hiçbiri söz konusu değil. Üniversiteler her zaman birer egemenlik aracı işlevi gördüler. Hâkim sınıfların iktidarlarını meşrulaştırmanın, kabullendirmenin ve kalıcılaştırmanın araçları oldular. Egemen ideolojinin, duruma göre resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlar oldular. Hiçbir zaman toplumun “birkaç adım önünde olmadılar…” Üniversiteler başlarda daha çok ideolojik yeniden üretimin araçlarıydılar. Kapitalizmin gelişmesiyle bir de ekonomik yeniden üretim işlevi görmeye başladılar. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, tamamıyla mutasyona uğramış durumdalar. Bilinen klasik işlevleri bâki kalmak şartıyla, hızlı bir tempoyla tipik birer kapitalist işletmeye dönüştüler, dönüşüyorlar. Aslında kapitalizm hakkında biraz fikri olan biri, bunun neden böyle olduğunu anlamakta zorluk çekmez. Nitekim her şey metalaşır, şeyleşir, paralılaşır, pazara düşerken, bir kâr ve kazanç aracı ve nesnesi haline gelirken, bir tek akademinin bunun dışında kalması mümkün olmazdı.
Senin sorduğun soruya dönersek, sorun yapısal, geçici veya istisnai bir şey değil… Hem kapitalizmi insanlığın “normal hali” sayacaksın ve hem de idealize edilmiş bir üniversiteden, akademiden söz edeceksin, böyle bir şey mümkün değildir. Kapitalizmin, dahası neoliberalizmin geçerli olduğu yerde, “tevatür edilen” üniversitenin esamisi bile okunmaz. Şimdilerde üniversiteler birer gericilik yuvası haline gelmiş durumdalar. Toplum hızla çürüyor ve üniversiteler yangına körükle gidiyor. Üniversiteler çeteleşmiş, mafyalaşmış rejimlerin birer bileşeni, onu yeniden, yeniden üretmenin hizmetindeler. Bilim insanlarının, entelektüellerin var olduğu yerler değil. Aslında üniversitenin eğitim sisteminin bir aşaması olmanın ötesinde, diğer eğitim kurumlarından ayrı/farklı/orijinal bir varlığı ve işlevi olması gerekirdi. Oysa genel bir çerçevede, sadece orta öğretimden (liseden) sonra gelen aşamaya tekabül ediyorlar. Orta öğretimden yegâne farkları, orada ders veren uzmanların isimlerinin önünde unvanlar var… Ama burunlarından da kıl aldırmazlar… Üniversite hocaları Mete Kaynar’ın dediği gibi “uzman yetiştiren uzmanlar”… On yıldır akademi üyesi olduğunu söylüyorsun. Geride kalan on yılda toplumun herhangi bir ekonomik, sosyal, siyasal, etik, estetik, kültürel, jeopolitik, vb. sorununa dair üniversiteden tek bir uyarıcı “çıkış” oldu mu, tek bir ses çıktı mı, “o mesele şöyledir, böyledir” dediklerini hiç duydun mu? Toplumun varı yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalanır, talan edilirken, emek sömürüsü insan havsalasını zorlarken, doğa tahribatı derinleşirken, anlı şanlı üniversite üyeleri ne yapıyor? Becerebilenleri yağma ve talana ortak olmuyor mu? Oradan bir ses çıkması mümkün müdür? Mesela başta Suriye olmak üzere, Ortadoğu denilen bölgedeki savaşlara dair akademi cephesinden bir çıkış oldu mu? Üniversiteler birer holding, üniversite üyeleri de birer holding elemanı olmuşken, oralardan insanî, toplumsal, evrensel sorunlara dair ipe sapa gelir bir şey beklenebilir mi? Tabii böyle bir durumda da akademi dâhilinde gerçekten bilimsel, entelektüel kaygılar taşıyanlar var ve başka türlü olamaz ama onlar birer istisnadır sadece. Ve etkinlikleri son derecede sınırlıdır. Zira orada aykırı düşüncelerin, fikirlerin, yaklaşımların filizlenip yeşermesine, olgunlaşmasına izin verilmez… Civciv yumurtadayken ezilir. Asıl yapılması gerekeni yapmaları engellenir… Mesela Onur Hamzaoğlu asıl yapması gerekeni yaptı diye başına gelmeyen kalmadı, hakkında soruşturmalar, davalar açıldı. O zaman bu işte bir terslik yok mu? Demek ki bu akademinin üyeleri “asıl yapmaları gerekeni yapmadıkları” için maaş alıyorlar… Ya da yegâne yaptıkları şey çocuk okutmak. Şimdilerde diploma ticaretinin aracı ve öznesi olmak! Bir de mafyalaşmış, çeteleşmiş, çürümüş ve çürüten, her türlü insanî soruna ve kaygıya yabancılaşmış rejimi, meşrulaştırma ve yeniden üretme konusundaki katkıları var… O halde bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bu kurumları sorun etmek gerekecek. Velhasıl işe bunları teşhir ederek başlamak gerekiyor…
.
.
.
Aydın Ördek: Abdurrahman Hoca’m, Ulus Baker’in vefatı tanık olduğum kadarıyla onu tanıma şansına sahip olmuş herkesi sahici bir üzüntüye düşürmüştü çünkü, yine tanıdığım kadarıyla, sahici biriydi Ulus Hoca. Dostlarından Necmi Erdoğan ardından yazdığı “Ulus’un Hayaleti” başlıklı yazıya “Evet, o bir efsaneydi.” diye başlıyor ve Ulus Baker’in efsaneleştirilmesine, en azından efsaneleştirilme biçimine itiraz ediyor. Oğuz Atay da hocası Mustafa İnan’ın yaşamöyküsü olan Bir Bilim Adamının Romanı adlı eserinde sık sık Mustafa İnan’ın efsaneleştirilmesini eleştirir. Bence hem Mustafa İnan’ın hem de Ulus Baker’in sahihlikleri bu itirazların ortak kökeni. Necmi Erdoğan’ın aynı yazıda Ulus Baker’i anlatırken sarf ettiği sözler mevzubahis sahihliğin mahiyetini ortaya koyuyor kanaatimce: “(…) Yayın sayısı, indeksli dergi, doktora derecesi, isim yapma vs. umurunda değildi onun. Hiçbir zaman bir CV’si olmadı mesela; ki ona da yakışmazdı oturup CV’sini çıkarmak. Belki de biz intellect’e fazla araçsal, işlevsel, çıkarsal yaklaştığımız için Ulus’un tavrı tuhaftı, yersiz yurtsuz idi. Tanıl’ın [Bora] da dediği gibi o şehvetle düşündü; kimi başkaları ise Üniversite AŞ yahut entelektüel-kültürel sermaye piyasasında yaptıkları rasyonel bir yatırım gibi düşündüler fikri-bilgiyi. Tam da sevişir gibi düşündüğü için –Tanıl’ın deyişiyle- mevcut üniversite faunasına dahil olamazdı. Ama bir fikir olarak “üniversite”nin sahici ve gayrı resmi temsilcisiydi; o fikre bağlı olduğu için de, dahil olamasa da asla dışında da olmadı.” Kitlesel olarak sahih olmamanın farklı momentlerinde salınıyor oluşumuz, biz akademi mensuplarını, daha genel olarak biz insanları sahih olanı efsaneleştirmeye itiyor olsa gerek: fedakârlık ve feragatin cisimleşmesi olarak ermişin, garibin, tuhafın toplumsal inşası. Böylelikle efsaneleştirilenin sıradanlığı imkânsız kılınıp hemen her zaman konfora tekabül eden bir hazır seçimler kümesi olduğu için sahihliği su götürür yaygın sıradanlığın sürekli kılınması temin edilmiş olur. Hem bu yaygın sıradanlık içinde devinip hem de onun hiçleştiriciliğine teslim olmamak –sözün para etmesi için, itibar sahibi olmak için- büyük insanlık ideallerine bağlılığın beyanı olacak muhalif olmayı, eleştirel olmayı, entelektüel olmayı gerektirir ki insana, topluma, tarihe, doğaya karşı vazifemizi asgari zahmetle yerine getirmiş oluruz. Elimizden başka ne gelir: Eleştirellik dozu hayli yüksek yazılar yazıyoruz, öyle gerektiği için sendikalarda, derneklerde, vakıflarda, siyasal partilerde çalışıyoruz, sosyal medyadan sürekli kanaatlerimizi beyan ediyoruz… Asıl işimiz neden bu kadar tali? İşini iyi yapmak neden özenle efsaneleştiriliyor? İş ahlakı denince akla çileciliğin gelivermesi neden? Olması gerekenin fedakârlık ve feragat olarak kavranmaması mümkün müdür? Ya da efsanevi olanın sıradan kabul edilmesi talebi daha baştan mı hatalı?
Abdurrahman Saygılı: Öncelikle teşekkür etmek isterim. “Akademi” üzerine uzun zamandır düşünmekteyim ve sen bu fırsatı bana sağlamış oldun. Ancak yanlış bir tercih olduğumun altını çizmem lazım. Çünkü tam da üniversiteye başka bir gözle bakmaya başladığım bir anda bu fırsatı önüme sundun. Söyleyeceklerimi yanlış anlamayın diye söze başlamayacağım. İsteyen istediği yerden anlayabilir. Konuya doğrudan giriş yapmayı uygun buluyorum. Dolayısıyla, lafı çok dolandırmayacağım ve akademik bir üslup da kullanmayacağım.
Her ne kadar, akademi kelimesini kullanmış olsam da eleştirilerim üniversite üzerinden olacak. Üniversitenin unsurlarından sadece birisi olan bizler, yani öğretim kadrosu, diğer unsurlarından farklı olarak aslında üreten olmaktan çok tüketenler arasındayız. Diğer unsurların üretme gibi bir görevi olmamakla birlikte, bizler de var olan bu görevi yerine getirmekten öte, altını kalın çizgilerle çiziyorum- rahata alışmışlığın getirdiği bir salınım içindeyiz. Rahata alışmışlıktan kastım, eleştirel düşünmek yerine çoğu kez politik olana sıvışıp, aslında üretimden kaçmak.
Üniversiteler bilimsel üretimin dışında politik çıkışların yapıldığı bir yer midir? Başkalarının söylediği gibi politik duruşları olmamalı mıdır?
Aksine üniversitelerin duruşları mutlaka vardır ve fakat bu bir politikaya yaslanmak anlamına ya da angaje olmak anlamına gelmez. Eleştirel olmak, hakikati aramak bizatihi politik bir duruştur. Hiç kuşkusuz ki bu söylediklerimden herhangi bir politik geleneğe yaslanmamak gerekir anlamını çıkarmadığınızı umarım. Lakin bir geleneğe, bir partiye vb. yaslanmak eleştirel düşüncede bazı çatlaklar da yaratır. Ama benim ilgi alanım şu an için bunlar değil. Senin sorundan devam etmek istiyorum. Sorunda muhalif olmak, eleştirel olmak ve entelektüel olmaktan bahsediyorsun. Ve ekliyorsun: eleştirellik dozu hayli yüksek yazılar yazıyoruz; sendikalarda, derneklerde, siyasi partilerde çalışıyoruz. Esaslı bir soruyla “neden asıl işimiz bu kadar tali?” diyorsun. Bu noktayı çok önemsiyorum. Ancak buraya dönüş hakkımı baki tutarak başka bir yerden yaklaşacağım bize, yani akademisyenlere.
Oğuz Atay’ın Eylembilim’ini okuduğumda kendime bir söz vermiştim. Bir gün onun eksik bıraktığı yerden devam edeceğim. Hiç kuşkusuz bu devam etme uğraşı kendime yazdığım notlardan ibaret olacaktı. Her eli kalem tutanın heveslendiği gibi bir roman projesi de vardı kafamın içinde. Adı bile hazırdı: “Kompleksleri Tedavi Merkezi”. Asla yazılamayacak bu roman benim üniversitede yaşadıklarımın bir dışavurumu olacaktır. Olmayacak olandı açıkçası. Heyecan vericiydi bunları düşünmek ve fakat bir o kadar da küstahça ve kibirli. İşte tam bu noktadan hareket etmek istiyorum: kibir.
…
Söyleşinin tamamı, Mülkiye Dergisi’nden okunabilir. Dergi, Konur sokak no 1’de bulunan 1859 Kitap Kafe’de satışa sunuldu.