Suudi Arabistan Kralı Abdullah öleli çok olmadı; olay belleklerimizde hala canlı. Cumhurbaşkanı Erdoğan cenaze merasimine bizzat katılmış, Hükümet de bir günlük “milli yas” ilan etmişti. Geçtiğimiz günlerde de Tayyip Bey yine Cidde’deydi. Kutsal topraklarda bir kez daha Umre yaptı ve tabii bu arada da yeni kralla görüşme fırsatı buldu. Son yıllarda sık sık tanık olduğumuz, fakat yine de alışamadığımız sahneler..
Erdoğan–Salman buluşmasında neler görüşüldü, neler konuşuldu bilmiyoruz. Görüşmelerden sadece “kamuoyuna açıklanması uygun görülenleri” öğreniyoruz. Yine de aklımıza bazı sorular takılıyor: Yoksa Tayyip Bey, hazır Mısır Devlet Başkanı Sisi de oradayken, Ortadoğu siyasi mimarisinde devre dışı kalmamaya mı çalıştı? Yoksa daha önce aldığı “İslam’a hizmet ödülü”nün manevi sorumluluğu altında, yeni Krala Sisi’nin, “paralel yapı”nın ve daha bir sürü “sapkınlığın” İslam’a kötülüklerini, ihanetlerini mi anlattı? Ve bu arada Suriyeli mülteciler ya da ülkemizdeki hayırlı vakıflar için yardım da istedi mi? Bunları hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz ve bu ziyaretten aklımızda bu sorular ve bazı fotoğraflar kalacak. Örneğin Cumhurbaşkanımızı Umre giysileri içinde, başında takkesi, ayağında sandaletleri ile sunan pitoresk fotoğraflar…
Bu vesileyle ben de tarihimizde Suudi Arabistan’ın nasıl bir yer ettiğini; Osmanlıların Vahabi’liği nasıl gördüklerini merak ettim. Okuma notlarımı karıştırdım; bilgilerimi tazeledim ve bazı şeyler söylemek ihtiyacını duydum. Bilgi paylaşılmazsa neye yarar ki?
Tarih anlatacak değilim; amacım sadece günümüzle geçmiş arasında bazı kesişme noktaları aramak, geçmişte yaşanan bazı olayların bugün nasıl ve hangi koşullarda tekrar yaşandığını göstermeye çalışmakla sınırlı.. Tabii bunun için de bazı bilgiler vermek gerekiyor.
***
Teokratik bir devlet olarak Suud Krallığı, ilk kez 18. yüzyılın ortalarında, bir aşiret reisi ile bir din adamının anlaşması üzerine kuruldu: Bir tarafta İbn Suud, aşiret reisi; öte tarafta Muhammed İbn Abdülvahab, din adamı. Abdülvahap, Necid’de, Hanbeli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Gençlik yıllarında Mekke ve Medine’de eğitim gördü; daha sonra da bir süre Basra ve Bağdat’ta yaşadı. Nihayet tekrar Necid’e dönerek esas itibariyle Basra’da geliştirdiği “saf İslam” anlayışını Necid’de yaymaya başladı.
O tarihlerde Osmanlılar için Arabistan, daha çok Hicaz ya da Mekke-Medine şehirleri demekti. Yavuz Mısır’ı fethettikten sonra Arap aşiretlerini de itaat altına almış ve Arap yarımadasında, dolaylı şekilde de olsa, bir egemenlik kurmuştu. Dersaadet bölgeyi yakından izlemiyor, gelişmelerden daha çok Mekke ve Medine tehdit altına girince haberdar oluyordu. Oysa Batılı seyyahlar o bölge ile ilgili hayli ilginç bilgiler vermişlerdi. Bunlardan Carsten Niebuhr’un yazdıklarını sanıyorum bugün de hatırlanmamızda yarar var.
***
Niebuhr Danimarkalı bir gezgindi; matematik ve haritacılık okumuştu ve 1760’da Danimarka Kralı’nın tertiplediği bir sefere katılmıştı. İskenderiye üzerinden, 1762 Ekim’inde Cidde’ye varan Niebuhr, gözlemlerini ilk kez 1772’de yayınladı ve eseri sonra birçok dile çevrildi.
Danimarkalı seyyahın gördüğü manzaraya göre Hicaz’da Osmanlı Sultanı’nın aslında fazla bir varlığı yoktu. Cidde valisi, “Mekke Kervanı”na dayanan gücünü Mekke Şerifi ile paylaşıyor ve Sultan da ancak Kervan şehre geldiği sırada Şerif’i kontrol edebilecek bir güce sahip oluyordu. Şunları yazıyor Niebuhr: “Eğer Araplar her yıl Sultan’dan büyük paralar çekmese ve ondan her türlü avantaj sağlamasaydılar çoktan bu bir avuç Türk’ü kovarlardı. Sultan bütün Şerif’leri, Hicaz soylularını ve Kutsal şehrin koruyucularını maaşa bağlamış bulunuyor. Bu maaşlarla ve her yıl Cidde’ye gönderilen dört beş büyük gemi erzakla Mekke ve Medine’nin neredeyse tüm halkını besliyor. Ayrıca hacılar kutsal şehirde kaldığı sürece 2000 devenin taşıyabileceği kadar su dağıtıyor; Kabe’yi süsleyen ve Muhammed’in torunlarını şenlendiren sayısız hediye yolluyor.” Ve şunu da ekliyor Niebuhr: “Arapların özgürlüklerini kısıtlamadan Sultanın gururunu okşayan bu idare olmasa Araplar aç kalacaklar”.
İşte, Batı, merkantil ekonomiden sanayi devrimine yönelirken Osmanlıların Arap çöllerinde uyguladıkları “ekonomi politik” de buydu. Osmanlı vakanüvisleri, gemilerle ve Mekke Kervanı ile gönderilen erzak ve paraların aslında yoksul Anadolu ve Rumeli reayasının emeğinin ürünü olduğunu yazamıyorlardı. Osmanlılar ancak, 19. yüzyıl başlarında, Vahabi’ler Mekke ve Medine’yi işgal edince harekete geçeceklerdir.
Burasını da Osmanlı tarihçilerinden, Şanizade Ataullah Efendi ve Cevdet Paşa’dan dinleyelim.
***
Şanizade Ataullah Efendi, 1808-1821 yıllarını anlatan tarihinde “fitneyi mezhebiye” olarak nitelediği Vahabiliği sadece bu akıma karşı yapılan askeri hareketler açısından anlatmıştır. Mezhebin “akideleri” hakkında söylediği tek şey de Kadıasker Ali-zade’nin bunları çürüten (“ibtal eden”) risalesidir.
Suudi işgaline karşı başlayan bastırma operasyonu, Şanizade’nin anlatısında, 1818’de, İbrahim Paşa’nın komutasında tamamlanır. Olay, tarihçinin ifadesiyle, “(İbrahim Paşa’nın) Abdullah bin Suud’u dört nefer oğulları ve Abdülvahab’ın evladı ve hanedan-ı avanesiyle” yakalayarak Dersaadet’e yollaması ile noktalanmış, ilk “Suudi Krallığı” böylece kısa ömürlü olmuştur. Bunlar İstanbul’da idam edilirler ve Suudi Hanedanı’nın Osmanlılara karşı küçümseme duyguları da bu koşullarda kin ve nefrete dönüşür.
***
Ahmet Cevdet Paşa ise, tarihinde, Suudi Hanedanı’na ve Vahabiliğe çok daha geniş yer ayırmıştır. Tarihçi, Vahabiliğin doğuşunu şöyle anlatıyor: “Bu mezhebin başlangıcı Hanbeliye ulemasından İbn Teymiye ile ona tabi olan İbn Kaym’ın bazı şer’i meselelerde itidal yolundan inhiraf ile ifrat yolundaki yanlış zehaplarıdır. Şeyh Necdi güya onların eserine dayanarak mübalağalı bir tarzda ifrat yoluna sapmış ve kendine göre bir mezhep ihdas etmiştir”. Cevdet Paşa, Teymiye’ye ve ona karşı yazılmış risalelere göndermeler de yaparak, bu “mezheb”in “akide”lerini üç maddede özetler: 1) “Amel imanın cüzüdür”; yani İslamiyet aslında yaşam biçimidir ve aynen doğuş yıllarında olduğu gibi yaşanmalıdır; 2) bir Müslüman Allah’tan başka kimseden, hatta Peygamber’den bile yardım ve şefaat bekleyemez. “Ya Resulullah bana yardım et! diyenleri bile tekfir ederler” diyor tarihçi; 3) Cami, türbe, mezar vb gibi bütün yapıları tekfir ederek yıkmaları. Bu konuda da “Kabe’nin bazı yerlerini yıkmak istediler” diyor Cevdet Paşa.
Yüz elli yıl kadar önce Ahmet Cevdet Paşa’nın Vahabiliğe yönelttiği eleştiriler, günümüzde aynen IŞİD İslam Devleti’ne yönetilen eleştirilere benziyor. Tarihçi, bu hareketin ulema arasında Osmanlı tarihinin en fanatik İslamcı hareketlerinden Kadızadeler’e benzetildiğini söylüyor. İşte İslamcı Sultan Hamid’in sağ kolu sayılabilecek Osmanlı aliminin Vahabilik hakkında yazdıkları, esas itibariyle, bunlardır.
***
Suud Hanedanı, 19. yüzyılın ikinci yarısında Dersaadet ile devamlı kavga halinde olmuş fakat sonunda da saltanatını ikinci kez kurmayı (1891) başarmıştır. Ve bu sefer olayların gerisi çorap söküğü gibi gelir. Suudi’ler Riyad’ı alırlar; Necid’i fethederler ve sonunda da kendilerini Sultan’a Necid valisi olarak kabul ettirirler. Bundan böyle Osmanlı Sultanı’nın bölgede tekrar kontrolü sağlamak için güvenebileceği araç demiryolları olacaktır; Şam’ı Medine ve Mekke’ye bağlayan demiryolu hattı.
Gerçekten de “Hicaz Demiryolu” Abdülhamid’in “çılgın proje”lerinden biri olmuştur. Aslında daha önce de bu yönde tasarılar yapılmış, fakat bunlar raflarda, hayal dünyasında kalmıştı. Bu kez Arap İzzet Paşa’nın ve Goltz Paşa’nın da dürtüleri ile hayata geçirildi. Oysa proje Abdülhamit’ten çok II. Wilhelm’in kolonyal “Panislamizm”ine hizmet edecek nitelikteydi. Yine de Almanlar tasarıyı rantabl bulmadılar ve finansal yük bu sefer de Müslüman halkın sırtına yüklendi. Nasıl eskiden yoksul halkın alın terinin ürünleri ile “Mekke kervanları” düzenleniyorsa, bu kez de Hicaz Demiryolları için bağış seferberliği başlatıldı; askerlerden amele taburları kuruldu ve yetmeyen sermaye için de Ziraat Bankası kredilerine başvuruldu. Bu Hicaz hattı ile hiçbir zaman Osmanlı olmamış topraklara sahip olunacağı sanılıyordu.
Proje yine de tamamlanamadı ve Mekke Şerifi Hüseyin’in de tahrik ve engelleri ile Şam, Mekke’ye bağlanamadı. Aynı Şerif Hüseyin, 1916’da Osmanlıların karşısına bu kez de İngiliz ajanı Lawrence ile kol kola, İngiliz askerleriyle birlikte dikilecektir. Ve gerisi malum: Esir ve hurma ticaretinin ve haç gelirlerinin yerini giderek petrol zenginliği alacak ve zamanla herkes nice devlet başkanlarını bu ortaçağ kralları önünde saygı ile eğilirken görmeye alışacaktır.
Öykümüz burada bitiyor. Gelelim bugüne.
***
İşte biz de yukarıda anlatılan gel-gitli sahnelerden birini geçtiğimiz günlerde yaşadık ve iç acıtan tablolara tanık olduk. Bilmem Osmanlı-Suudi geçmişiyle ilgili aktardığımız bilgilerden sonra bunu söylemek haksızlık olur mu? R. T. Erdoğan’ın, ideal arkadaşlarıyla beraber “ulu hakan” olarak yücelttikleri Abdülhamit döneminde bile bir yobazlık merkezi olarak görülen bir ülkede, Cumhurbaşkanı sıfatıyla sergilediği görüntüler hüzün verici değil mi?. Aklıma F. R. Atay’ın Zeytindağı’nda bu kaybolmuş topraklar için yazdığı acı satırlar geliyor. Ayrıca olayın akçalı tarafını da düşünüyorum ve kendi kendime şunu soruyorum: Acaba Erdoğan, Kral Salman’la baş başa görüşürken, Suriyeli mülteciler için harcadığımız milyarları hatırlatarak, Avrupalıları olduğu gibi Salman’ı da haşladı mı? Ortadaki haksızlığı rakamların diliyle anlattı mı? Geçelim. Bu konuda bir ses çıkmadı; bir şey duyulmadı; iyi de oldu. Anlaşılıyor ki Suud krallarının cömertliği daha çok hesaplı ödüller ve vakıflarla sınırlı kalıyor ve yoksulların çadırlarını ısıtmıyor. Bu da yeni bir şey değil. Dileriz ki Suudilerin bütün dolarları, altınları, hurmaları kendilerinde kalsın ve bizler de El Kaide’siyle, El Nusra’sıyla, IŞİD’i ile bütün vahşet ordularının filizlendiği bu topraklardan uzak duralım..