Cengiz Türüdü – Naim Kandemir
“İslamcı faşizmin tezgâhına karşı devrimciler, bu Cumhuriyetin temel değerlerini savunma konusunda ısrarcı olmalı, genel sol bir perspektif içinde bu temel değerleri içselleştirmeli; bunlar devrimci mücadelenin basacağı bir zemin olmalı. Bunun en gelişmiş örnekleri; Gezi, 16 Nisan oylamasındaki % 49 Hayır Bloku ve bunun doğrudan devamı olan Adalet Yürüyüşü’dür.”
“Bugün klavye başlarında estirdiklerimizden başka bir şey gelmezse elimizden, yarın İslamcı faşizme teslim edilmiş bir ülke mi bırakacağız çocuklarımıza, torunlarımıza? Bulduğumuzdan daha kötü bir ülkeyi çocuklarımıza bırakmak en büyük suçumuz olacaktır.“
Naim- Çöken imparatorluğun bakiyesi üzerine kurulan 1923 Cumhuriyeti’nin ülkemizde çağdaşlaşma yolunda getirip uyguladığı laikliğin önemini ve zaman içerisinde geçirdiği evrimi, son 14 yılda almış olduğu hâli ve iktidar-laiklik ilişkisini konuşalım. İslamcıların iktidarının laiklikle alıp veremediği ne? AKP’nin laikliği dönüştürme çabalarını, laikliğe operasyonlarını da konuşalım.
Cengiz- Türkiye’ de laiklik konusu ııı.Selim’den, ıı. Mahmut’tan beri adına “Medeniyet Değişimi”, “Kültür Değişimi” denilen bir olgu etrafında tartışılıyor.
Türkiye’ deki bu laiklik, laikleşme olgusu birçok yerli ve yabancı akademisyen, bilim insanı tarafından araştırıldı, tartışıldı, yazıldı. Bunlar genellikle Türkiye’ de Çağdaşlaşma, Türk modernleşmesi, Türkiye’ de laiklik, sivil toplum ve laiklik, din- siyaset ilişkileri, dinin siyasallaşması; bu başlıkları içeren akademik kitaplar ve makaleler var.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü döneminde birçok ileri aydın, özellikle Batıyla teması olan aydınlar Osmanlıda çöküşü fark ediyor. Osmanlı’nın çöktüğü, Osmanlı’nın dinamizm yetersizliğinden muzdarip olduğu, Osmanlı’nın kendisinin üretemediği, çağa uyum sağlayamadığı ııı.Selim’den beri aydınlar tarafından fark ediliyor.
Çöküşle ilgili farklı farklı yorumlar yapılıyor. İslamcılar, Jön Türkler, Jön Türklerin versiyonu Türkçüler, bu çöküş niye oluyor konusunda farklı yorumlar yapıyorlar. Ama herkesin mutabık olduğu bir konu var. O da İmparatorluğun çöktüğü. Osmanlı İmparatorluğu’nun hantallaştığı, dinamizminin yetersiz olduğu, çağa uyum sağlayamadığı, giderek çağın dışına düştüğü olgusu her fikirden aydın tarafından fark ediliyor. Bu çöküşün nedenlerini farklı gösteriyorlar sadece.
Örneğin İslamcı aydınlar, bu çöküşün İslamdan uzaklaşma ile ilgili olduğunu düşünüyorlar. Daha çok Kur’ana, İslama sarılınsa, daha çok İslami ilkelerle devlet yönetilse, çöküşten kaynaklanan boşluğun telafi edileceğini; Osmanlı’nın çağa ayak uyduracağını, güçlü, gelişmiş bir devlet olacağını iddia ediyorlar. Bu tezler taraftar topluyor ama geçerli bir tez hâline gelemiyor.
Daha sonra Jön Türkler; İmparatorluğun teknolojik, askeri, ekonomik, eğitsel alandaki geri kalmışlığının nedenlerini çağdaş bir eğitimin olmayışına, medreselerde, tekkelerde, zaviyelerde yetiştirilen insan tipinin çağın insanı olmadığına, medrese, tekke, tarikat, zaviye kafasıyla yetiştirilmiş insanların üretken, yaratıcı, çağdaş olamayacağı konularında fikirler ileri sürüyorlar.
Bizim zamanımızda üniversitelerde; Türkiye’ de modernleşme, hukukun laikleşmesi, Şer’i Mahkemeler’den Nizami Mahkemeler’e geçiş, Şer’i Hukuk’un yerini Laik Hukuk’un alması, devlet ve dinin birbirinden ayrılması, “ Devletin dini İslamdır,” anlayışından “Devlet laiktir,” anlayışına geçiş anlatılır, Türk Devrim Tarihi derslerinde bu konular ayrıntılı bir biçimde öğretilirdi. Bu bahsettiğim konularda ana tema laiklik yani modernleşme oluyor.
Modernleşme, laiklik sadece hukukun modernleşmesi mi, laikleşmesi mi? Değil. Toplumun bütün gözeneklerini düzenleyen geleneksel İslam anlayışının yerini, dinin insan vicdanında olması gerektiğine inanan, sosyal hayatı, eğitimi, hukuku, kılık kıyafeti dinsel etkilerden kurtarıp laikleştiren, çağdaşlaştıran bir anlayış gelişiyor.
Türk modernleşmesine baktığımız zaman, Türk modernleşmesinin ana motorunun laiklik olduğunu görüyoruz. Osmanlı aydınlarından özellikle Jön Türkler şunu fark ediyor; Batıyı Batı yapan, güçlendiren, Batıdaki uygarlık gelişmesini, teknolojinin, bilimin, sanatın, kurumların gelişmesini sağlayan, endüstri devriminin önünü açan şey esasında laik eğitim, laik anlayış. Onun için 12. yüzyıldan başlayan Batı düşüncesindeki laikleşme Batı uygarlığının yaratılmasının ana nedenidir.
Türk aydını bunu fark ediyor, laikleşme diyor. Bu laikleşme modernleşmenin lokomotifi, ana damarı, ana üssü oluyor. Daha doğrusu, Türkiye’ de modernleşme laiklik üzerine kuruluyor. Ancak laiklik olursa; gerçekten sosyal hayat, devlet kurumları, bürokrasi, hukuk, eğitim sistemi laikleşirse; çağdaş uygarlığı yaratacak, Türkiye’ yi çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkartacak insan tipi yetişebilir, gelişebilir, ortaya çıkabilir. Ancak bu insan tipiyle, Atatürk’ün deyişiyle “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” diskuruyla insan yetiştirilerek ancak çağdaş uygarlık seviyesine çıkılabileceği inancı gelişiyor.
Bu anlayış neye karşı gelişiyor? Hayatta tek hakiki mürşit dindir, anlayışına karşı gelişiyor. Bu anlayış Osmanlı ‘da neyle hüküm sürüyor? Teokratik Monarşi’yle. Teokratik Monarşi’den Anayasal Monarşi’ye, oradan da Laik Cumhuriyet’e geçildiği ânda ise artık din devletin ve eğitimin yönlendiricisi olmaktan çıkartılıp eğitimin temel kılavuzu olarak bilim gündeme getiriliyor ve Atatürk şunu söylüyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Bu kültürü yaratacak olanlar da hayatta en hakiki mürşit olarak bilimi seçen insanlar olacaktır, diyor ve bu Cumhuriyet dönemi Türk modernleşmesinin belirleyici ilkesi oluyor.
Laiklik, çağdaşlaşma, hayatta en hakiki mürşit ilimdir, Cumhuriyet, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, denilerek Rousseau’cu tezler kabulleniliyor. Ama bunlar gerçekleşiyor mu?
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir tezi Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” nde geliştirdiği bir tez. Kaynağını göksel iktidardan yani tanrıdan aldığını iddia eden, kendi iktidarının tanrının yeryüzündeki gölgesi, halifesi olduğunu ileri süren; dinci, teokratik devletlere karşı geliştirilmiş bir anlayış bu.
Bunlar tartışılırken devlet laikleşiyor mu? Teokratik Monarşi’nin temel kurumu neydi? Şeyhülislamlık, yani devletin din tekelinde olması. Dinsel anarşiye, kaosa son vermek için devlet, dini Osmanlı’ da Şeyhülislamlık aracılığıyla tekelleştiriyor ve dini manipüle ediyor.
Cumhuriyet’le laiklik gelirken, devletle dinin birbirinden ayrılmasından bahsedilip laikliğin esası bu, deniliyor. Peki, Cumhuriyet’te devlet dinden tamamen arındırılıyor mu?
Cumhuriyet döneminde de tam anlamıyla devlet ve din ayrılamıyor. Örneğin, Şeyhülislamlık laik bir forma sokulup Diyanet İşleri Başkanlığı olarak devam ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı nedir? Dinin devlet tekelinde hegemonyasının sürmesi demektir. Dinin devletin içine alınması demektir. Cumhuriyet, dini devletin dışına atmıyor, tam tersine Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dini devlet tekeline alıyor. Batıdaki gibi, örneğin, Fransa tipi bir laiklik Türkiye’ de olmuyor.
İslamcıların, “Bunlar dini yok etti, dini ortadan kaldırdı, yasakladı, Kur’an okumayı yasakladı,” şeklindeki itirazları temelsiz itirazlar oluyor. Çünkü Cumhuriyet dini ortadan kaldırmamıştır. Tam tersine, dini devlete dâhil ederek, dini yönlendirmek istemiştir. Bir toplumsal kontrol mekanizması olarak Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kontrol etmek istemiştir.
Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlumları” kitabında dediği gibi “Laiklik hiçbir zaman İslamı kurutmak amacıyla gerçekleştirilmemiştir. Sosyal hayatta dini sınırlandırmak amacıyla gerçekleştirilmiş ama kurutmak, yok etmek amacıyla gerçekleştirilmemiştir.”
Şeriatçı Eşref Edip’in “Kara Kitap’ında” dile getirdiği ( Köy Enstitüleri örneğinden hareketle) ”Mukaddeslere saldırı” , şeriatçı, faşist Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler” kitabında anlattığı gibi Cumhuriyet bir nesli mahvetmiyor, sadece dinle toplumun ilişki kurma biçimini değiştiriyor.
İslamcıların dediği gibi; dini yasaklamıyor, Kur’an okuyanları İstiklal Mahkemeleri’ne götürüp asmıyor. Kur’an okuyor diye kimse hapse atılmıyor, elinde Kur’an var diye kimse gözaltına alınmıyor, cami kapatılmıyor, sen Müslümansın diye insanlar cezalandırılmıyor. Bunlar İslamcıların, laik devlet şekillenmesine karşı duydukları öfkeden dolayı uydurarak geliştirdikleri hezeyanlar. Yukarıda örneklerini verdiğim gibi şeriatçı İslamcı yobazların laik Cumhuriyet’e karşı gerçek dışı yaptığı iftiralar.
Naim- Cumhuriyetin aldığı tedbirler; iktidarını zaafa uğratmamak, korumak, pekiştirmek çerçevesinde sanırım…
Cengiz- Aynen, o şekilde. Devlet sınırlı bir şekilde laikleştiriliyor. Din kurutulmuyor, yok edilmiyor, dinsiz bir toplum tasavvur edilmiyor. Tamamen dinden arındırılmış, dinsel belleği yok edilmiş bir toplum tasavvuru, böyle davranışları yok Kemalist seçkinlerin.
Sadece dinin sosyal hayattaki etkisi kırılıp, sosyal hayat sekülerleştiriliyor, dünyevileştiriliyor ve metafizikten kurtarılıyor. Sosyal hayat ve devlet sekülerleştirilerek İslamın, dinin bir anlamda inisiyatifi kırılıyor. Teokratik Monarşi dönemindeki gibi devlet üzerinde direkt hegemonya uygulayan bir din olmaktan çıkartılıp, devletin kontrolünde, hegemonya altına girmiş bir din şekline dönüştürülüyor.
Cumhuriyet’in ilk anayasalarında, devlet laik bir Cumhuriyet olmasına rağmen ”Devletin dini İslamdır,” yazıyor. 1928’e kadar bu devam ediyor. 1928’de bu ibare çıkartılıp, 1937’de devlet laik ilan ediliyor.
Kemalizm’in ilk kuruluş döneminde, bu radikal dönemde, yeni bir devlet, yeni bir zihniyetle Cumhuriyet kurulduğu için ya da yeni bir zihniyetle devlet ve toplum inşa edilmek istendiği için devletin politikaları ve programları ona göre tasarlanıyor.
Bu programları, projeleri engellemek isteyen insanlar o dönem; Takrir-i Sükunlarla, İstiklal Mahkemeleri’yle, başka türlü yöntemlerle, jandarma baskınlarıyla… bir şekilde engelleniyor. Yani devlet, Kemalist seçkinler Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde, laik genç Cumhuriyeti, devleti inşa edişleri karşısında itiraz eden ya da engellemeye çalışan güçleri hukuki ve hukuki olmayan şekillerde, şiddet kullanarak bir şekilde bastırıyor. Bunu laik Cumhuriyet’in önünü açmak için yapıyorlar. Buna bazı muhafazakâr aydınlar mesela Tanpınar, “ Medeniyet değişimi,” diyor. Kimisi bu yapılanlara Batılılaşma veya Çağdaşlaşma diyor. Bunların hepsi aynı şeyi anlatmaya çalışıyor.
Kemalistler’in yaptığı Batılılaşmak değil, Çağdaşlaşmak. Bir Batı toplumu aynı zamanda bir Hristiyan toplumudur. Kemalistler şunu demiyor; Müslümanlığı bırakalım, Hristiyan olalım. Tamamen Batılı olmak için, sadece laik olmak yetmez, aynı zamanda Hristiyan olmak lazım. Laikliğin yanı sıra Hristiyan olmazsan tam anlamıyla Batılı olamazsın. Batılı olmanın değerlerinden birisi Yahudilik, diğeri de Hristiyanlıktır. Hristiyan veya Yahudi olmadan tam anlamıyla Batılı olamıyorsun. Bu anlamda hiçbir zaman Kemalist şeçkinlerin stratejik hedefi Hristiyan olalım anlamında bir Batılılaşma olmamıştır. Onlar çağdaşlaşmayı hedeflemiştir. Batıyı da var eden çağdaş değerlerin Türkiye toplumunda, sosyal hayatında içselleştirilmesini, devlete rengini vermesini, devletin ona göre şekillenmesini arzu etmişlerdir. Stratejilerini, programlarını, eğitim sistemini, müfredatlarını ona göre kurmuşlardır. Bu Cumhuriyet’in ilk dönemi.
Belirli ölçüde Türk Devrimi’nde, medeni hukuktan eğitime varana kadar laikleşme devam ederken, özellikle -Yalçın Küçük’ün deyişi ile- 1930’larda Menemen’de Kubilay’ın katli, düzenin oturtulmasını sağlıyor. Kubilay’dan sonra yobazlara, gericilere tam bir terör estiriliyor. Kubilay Olayı bahane edilerek laik Cumhuriyet düzeni oturtuluyor. Reformlar, devrimler şiddet içeren bir şekilde gerçekleştiriliyor. Halkı ikna ederek, onayını alarak, referandumlar yoluyla değil, doğrudan tepeden inme bir biçimde, Jakoben yöntemlerle, yani halka rağmen halk için bu reformlar, Türk Devrimi gerçekleştiriliyor. Bunun sonunda laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düzeni oturtuluyor.
Bu durum 1946’ya kadar geliyor.2. Dünya Savaşı’nın sonucunda dünyanın üçte biri sosyalist sisteme dâhil oluyor. NATO, komünizme karşı, sosyalist hareketleri bastırmak için kurulurken, daha sonra da Varşova Paktı kuruluyor. Türkiye’de çok geçmeden NATO saflarına giriş için hazırlıklar başlıyor.
Dünya’nın üçte birinin sosyalist sisteme dâhil olmasından sonra emperyalist kapitalist kampta başlayan paniğin sonucu az gelişmiş ülkelerde antikomünizm politize ediliyor.
Sosyalist sistemi kuşatmak, sosyalist sistem karşısında kitleleri sosyalizmden kopartacak endoktrinasyon mekanizmaları kuruluyor. Anti komünizm ABD’de McCarthycilik döneminde zirveye ulaşıyor. Bu McCathycilik cadı avı geri ülkelerde, özellikle İslam ülkelerinde zamanın ruhuna uygun olarak günün ihtiyaçlarına göre dönüştürülerek, yeni bir strateji geliştiriliyor, bunun adı “Yeşil Kuşak” oluyor. Yeşil Kuşak’la İslam politize edilerek (SSCB’nin merkezde olduğu) sosyalist sistemin etrafında stratejik bir hat oluşturulmak isteniyor. Bu yeni sömürge, geri kalmış, uydu ülkelerin ciddi bir komünizm seçeneği ile karşı karşıya gelebilecekleri ihtimali var sayılarak bu Yeşil Kuşak stratejisi geliştiriliyor.
Türkiye’de burjuvazi, yönetici sınıf da bu adımları atıyor. Fakat bu burjuvazi güçsüz, kapitalizm az gelişmiş, bağımlı çarpık bir kapitalizm, sermaye birikimi yetersiz, devletin dayanakları güçsüz; dolayısıyla, Kurtuluş Savaşı’nda antiemperyalist tavır almış bu burjuvazi kendi dinamiği de yetersiz olduğu için Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalizmle birtakım projeler de imzalamış. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı bağımsızlık tavrı alınıyor ama emperyalizmin yarı sömürge mekanizmasının dışına çıkılmıyor, çıkması da mümkün olmuyor.
Bu cılız burjuvazi yapabildiği kadar Jakoben yöntemlerle devrimlerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Ama son noktaya götüremiyor devrimleri. Çünkü güçsüz. Toplumun geleneksel yapısı bu modernleşmeye karşı direniyor.
İslami geleneksel yapının bu modernleşme çabasına itiraz etmesi, öfkeli olması bu güçsüz burjuvaziyi ürkütüyor ve güçsüz burjuvazi İslamla olan ilişkisini değiştirmeye başlıyor. Örneğin eskiden yobaz, gerici dediği insanların önünü açıyor. Cumhuriyet döneminde illegaliteye ittiği tarikatları 1940’lardan sonra, emperyalist kamp tarafından dünya için sosyalist sistemin ciddi tehlike olarak görülmeye başlanmasından sonra, Türkiye’de yasa dışı olmasına rağmen, devlet bile bile tarikatlara, dini cemaatlere göz yumuyor, bunlara soruşturma açmıyor, mali kaynaklarına dokunmuyor, örgütlenmelerini engellemiyor. Tam tersine; istihbarat, medya ve ideologları aracılığıyla bu tarikatları devletin güvencesi, devletin güvenlik sisteminin, ideolojik aygıtlarının bir parçası haline getiriyor. Bunlar Yeşil Kuşak stratejisi döneminde oluyor.
Burjuvazi güçsüz, devrimler yetersiz ve mantıksal sonuçlarına varmıyor ve de dünyada “sosyalist tehlike” var. Bütün bunların dayattığı ne? Yeşil Kuşak stratejisi. Sosyalist sistem doksanlarda çöküşe başlayınca bu Yeşil Kuşak stratejisi elde kalıyor ve elde kalan bu Yeşil Kuşak emperyalizmin boğazını sıkmaya başlıyor. Nasıl sıkmaya başlıyor? Taliban, Boko Haram, El Kaide, Işid, El Nusra terör örgütleri, barbar cinayet şebekeleri aracılığıyla emperyalist kapitalist sistemin sosyal hayatını, güvenlik sistemlerini, kurulu düzenlerini tehdit etmeye başlıyor. Geri ülkelerdeki bu barbar örgütlerden gelen saldırılar kapitalist ülkelerin güvenliğini tehdit ediyor. Giderek doğrudan kapitalist sistem için güvenlik sorunu hâline geliyor. Dolayısıyla emperyalizm bunlardan kurtulmak istiyor. Nasılsa artık kuşatacağı bir sosyalist sistem de yok.
Bu sefer ne yapıyor? Radikal İslamı tasfiye edip, onun yerine kapitalizmle uyumlu, kapitalizmin genel- geçer kurallarını benimseyen, radikal özünden arındırılmış bir İslam yaratılmak isteniyor. Bu, kapitalizmin İslamı. Bir anlamda, emperyalizm İslamı protestanlaştırmak, kapitalizme uyumlu hâle getirmek istiyor. Bunun adına Ilımlı İslam diyor.
Naim- Ilımlı İslam tezinin erbapları “Laik olmayan demokrasi denemeleri” nden dem vurdular bir zamanlar. Böyle bir şey mümkün mü? Bu denemeler bize ne gösterdi?
Cengiz– Ilımlı İslam demek kapitalizmle temelden sorunu olmayan İslam demek. Görünüşte İslam ama işleyişte kapitalizmin bütün kurallarını benimseme, anlamı bu. Yani kapitalizmin İslamı, emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap veren İslam. Emperyalizmin yeni sömürgecilik stratejisinde, politikalarında sorun çıkarmayan İslam.
Türkiye’deki Ilımlı İslam denemesinde de radikalizmden kopulamadı. Her şeyin aslına rücu etmesi gibi, Ilımlı İslam güçlendikçe radikal tavırlara yönlenmeye başladı. Emperyalizmin ihtiyaçları dışında, kendi başına başkaldırmaya başladı. Dolayısıyla Ilımlı İslam, Batıyı var eden, İslamın özüne aykırı bulunan; laikliğe, laiklik ilkesinin kurduğu Cumhuriyet’e başkaldırmaya başladı.
İlk önce ne yaptı? Laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak, tasfiye etmek için; adım adım, sinsi sinsi planlamalar, uygulamalar yaptı. Amaçları; Türk Devrimi’ni, Atatürk Devrimleri’ni tasfiye etmek, Atatürk’ü itibarsızlaştırmak, laikliği özellikle eğitim sisteminde ortadan kaldırmak, devleti, toplumu tekrar dinselleştirmek, dolayısıyla dini tekrar toplumun, devletin yani sosyal hayatın düzenleyici ilkesi hâline getirmek, devleti, dinden aldığı enerjiyle, güçle yeniden tahkim etmek amacına yöneldi. Böylece durum emperyalizmle sürtüşmeye dönüştü.
Ilımlı İslam’a giderken şu denildi: laiklikle, çağdaşlıkla, demokrasiyle sorunu olmayan İslam. Oysa Ilımlı İslam denilen bu İslamın da laiklikle, demokrasiyle, çağdaşlıkla sorunu vardı. Bu sorun fark edildikten sonra şu tartışılmaya başlandı: Laik olmayan demokrasi olur mu?
Önce birtakım entelektüeller “Laik olmayan demokrasi de olur. Örneğin Mısır denemesi (Mursi ), Tunus, Türkiye…” türünden laflar etmeye başladılar. Daha sonra anlaşıldı ki laik olmayan demokrasi mümkün değil. Demokrasiyi var eden laiklik, akılcılık. Akılcılık eğitimden, hukuktan, devlet hayatından kaldırılınca, dünyevileşme tekrar dinselleşmeye dönüşünce, demokrasi zaafa uğruyor ve demokrasinin yerini totaliter faşist dinci iktidarlar alıyor. Dolayısıyla laik olmayan demokrasi sadece bir tespit olarak kalıyor, gerçekleşmesi mümkün olmuyor.
Naim- Türkiye’de bugün İslamcı faşizm ilerliyor, Türkiye solu adım adım duvara sıkışıyor. Bugün(eğer yapılırsa)2019’da RTE’nin oylama sonucunda da kazanmasının açıklanmasıyla ne konuşacağımızı saptayıp onu konuşmalıyız.
İktidar artık sadece Kürtlere, solculara saldırmıyor. Kendisine uygun görmediği düzenin kurumlarına da savaş açmış durumda. Eğitimden, eğlencesine, kılık kıyafetine geniş bir cephede pervasızca, azgın bir şekilde sürdürüyor saldırılarını.
İktidar da zaman zaman yeni bir cumhuriyet diyor ama baklayı tam çıkarmıyor dilinin altından. Elbette biliyoruz ki kastettiği cumhuriyet İslam Cumhuriyeti. Ve bu yolda yaptıkları her şeyi planlı, bilerek yapıyorlar. Cumartesi hafta tatilinin kaldırılması, TEOG sorularının basitleştirip on yedi bin birinci çıkartılması bile bir planın aşamaları olarak gerçekleştiriliyor.
Devrimciler, 1923 Cumhuriyeti’nin ne olduğunu biliyor. Yalnız, bugün geldiğimiz noktada bu burjuva cumhuriyetinin sağladığı bazı imkânların da farkındalar. Bu noktada devrimcilerin; Cumhuriyet’in halkların yararına olan haklarını, uygulamalarını savunmak, dahası yeni bir halkların demokratik cumhuriyeti talep ve önerisiyle mücadele içinde yer alması gerekiyor.
Bugün 1923 Cumhuriyetinin halkların yararına olan değerlerini savunmamak sadece bugünü kaybetmeye yol açmayacak, gelecek bizlerden, halklardan daha da uzaklaşacak.
Bugün demokratik veya sosyalist devrimle olan mesafe, ülke İran benzeri bir duruma geldiğinde daha da açılacak. Bugünü kaybedenin yarını kazanacağının garantisi yoktur.
Cengiz- Türkiye’ de az önce bahsettiğimiz konular vardı; güçsüz burjuvazi, iç dinamiği zayıf bağımlı kapitalizm. Bu etkenlerle gele gele Türkiye’nin siyasi tablosunda emperyalizm tarafından kapitalizmin eğilimlerine uygun bir İslam yaratılmak istendi ve AKP etrafında şekillenmiş siyasal İslam ortaya çıkartıldı ve buna Ilımlı İslam denildi.
AKP’nin toplumun geniş bir kesimini temsil etme özelliğini kazanmasında 2001 krizinde merkez düzen partilerinin çöküşünün yarattığı boşluğun çok büyük payı vardı.
Niye çöktü merkez partiler? Klasik biçimiyle ikna edebilme özelliğini kaybettiler geleneksel merkez partiler, toplumu eski formlarıyla, eski söylemleriyle ikna edemediler.. Toplum bunlara karşı protesto hareketi geliştirdi ve protesto hareketi AKP’nin arkasında yığılarak AKP’yi tek başına iktidar yaptı.
AKP’nin iktidar olmasının kökeninde; burjuvazinin güçsüzlüğü, burjuva demokratik devriminin dinamiklerinin zayıf olması, yetersizliği, sonuç olarak burjuva devriminin başarısızlığı var.
Bu aynı zamanda laiklik projesinin, Türk Modernleşmesi’nin önemli başarılarına rağmen, siyasal İslamın ortaya çıkışı burjuva devriminin başarısızlığının bir sonucuydu.
İslamcılar bu noktada kendi başarısını laik Cumhuriyetin başarısızlığı olarak görüyor ve Türkiye ancak kendi başına Türkiye olacaksa; laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmalı, yerini Said-i Nursi’nin formüle ettiği biçimiyle, İslam Cumhuriyeti almalı. Laik Türkiye Cumhuriyeti, İslam Cumhuriyeti hâline gelmeli. Bunu talep( Yeni Şafak, Akit gibi gazetelerde çok işlendi bu konu) eden kim oldu en sonunda? AKP oldu. AKP’nin açık açık niyeti; Türkiye toplumunu, devletini dönüştürmek, Türkiye Cumhuriyeti devletini laik, sosyal, hukuk devleti olmaktan çıkarıp Türkiye İslam Cumhuriyeti hâline getirmek. Bu baştan beri biliniyordu.
Fakat AKP güçsüzlük, kendini topluma tanıtma döneminde, ABD’den, Avrupa’dan Ilımlı İslamcı olarak kapitalizmle çok uyumluyum mesajlarını verdiği dönemlerinde çok büyük destek alıyordu. Türkiye’ye sıcak para akışı, dünyadaki döviz bolluğu; kendini böyle gösterdiği için AKP bunlardan hep faydalandı. AKP böylece asıl amacını gizledi, benim laik Cumhuriyet’le sorunum yok, dedi. Hatta Recep Tayyip Erdoğan gidip Mısır’da; Birey laik olmaz ama devlet laik olmalı. Ben laik Cumhuriyetin Başbakanıyım ama Müslümanım, sorun çıkmıyor, şeklinde konuşarak sorun yokmuş mesajı verdi.
Bunlar güçlenince, tabanını konsolide edince, geniş merkez sağın çöken partilerin tabanını kendi tabanına dâhil edip büyük bir kitle konsolidasyonunu gerçekleştirince gerçek niyetleri ortaya çıktı.
Son zamanlarda da bunlar dinen, siyaseten olgunlaşmış tek adam yönetimine bağlı bir yönetim şeklini gerçekleştirmek istediler. Bugün AKP’nin savunduğu Cumhurbaşkanıyla parti başkanını birleştiren tek adam yönetimi özünde Necip Fazıl’ın” İdeolocya Örgüsü” kitabında ifade ettiği “Başyücelik Devleti” ilkesinin pratiğe uygulanmasıdır. Özü budur. Tek adam, Cumhurbaşkanı aynı zamanda nedir? Başyüce. Faşistler Başbuğ diyor, İslamcılar Başyüce diyor. Bu Başyüce ne oluyor? Toplumun imamı, yöneticisi, devletin başkanı.
AKP’nin takiye yaptığı, kendisini gizlediği, maskelediği önce anlaşılamadı. Örneğin liberal aydınlar büyük bir yanılgı yaşadılar. Sonra en ileri gelenleri, yanıldıklarını, aldatıldıklarını, AKP’nin takiye yaptığını, onların söylemlerini o zamanlar samimi, dürüst bulduklarını itiraf ettiler.
İslamcılar; demokrasi, laiklik ve çağdaşlığı Batı icatları, bunları İslam Medeniyeti’ni çürüten, İslam Medeniyeti’nin içine sızdırılmış Batı emperyal güçlerinin hançerleri ve toplumu yozlaştırma araçları olarak görüyorlar.
O yüzden Cumhuriyet dönemine doksan yıllık karanlık, parantez diyorlar. Laiklik, demokrasi, hukuk denemeleri dönemine parantez diyorlar. Neyin parantezi? Gelenekselliğe açılan parantez. Bu parantezde ne var? Batılılaşma var. Bunlar Batılılaşmaya karşıyız derken, aslında; Batıyı ifade eden demokrasiye, laikliğe, çağdaş hukuka karşılar. Sosyal hayatın dünyevileşmesine karşılar. Bunu büyük bir başarıyla, İslamın geleneksel yapısında var olan ”Savaş hiledir,” taktiğine bağlı olarak yaptıkları takiye sonucunda kendilerini sakladılar.
Aydınlara çağdaş güçlere, topluma, herkese hile yaptılar. İnsanları, toplumu aldattılar, kandırdılar. Aldatarak, takiye yaparak, hile yaparak, sinsi sinsi az önce belirttiğin gibi amaçlarına eğitimden başlayarak, devlet kurumlarını dönüştürerek köylerde, varoşlarda yaşayan geri, muhafazakâr kitleleri dönüştürerek, onları daha fazla dindarlaştırarak, tarikatları, cemaatları, dini vakıfları devlet yapısının içine daha çok dâhil ederek, devleti daha çok tarikatlar, cemaatlar koalisyonu hâline getirerek, bu amaçlarını gizli gizli gerçekleştirdiler. Buradan nereye vardılar? İslamcı faşizme vardılar.
Bunun karşısında; bu şeriatçıların, gericilerin yıkmak istediği Cumhuriyetin bize bıraktığı uygarlık mirasları var. Örneğin medeni hukuk, eğitim mirası. Cumhuriyet, bütün zaaflarına, eksikliklerine rağmen laik, çağdaş, bilimsel eğitimden yana; en azından iddiası bu olmuştur. Cumhuriyetin yaptığı eğitim ne kadar bilimseldi? O ayrı bir konu. Fakat iddiası bu olmuştur.
Laiklik, demokrasi, aydınlanma, çağdaş devlet kurumları, hayatın dünyevileşmesi, hukuk devleti; Cumhuriyetin bıraktığı miraslar.
Gericiliğe karşı, bu devletin İslam Cumhuriyeti hâline getirilmesinin hilesine karşı, toplumun dinselleştirilmesine karşı, biz; toplumun sekülerleşmesi, laiklik, çağdaş hukuk ve çağdaş hukuk devleti, demokrasi, özgürlükler ve insan haklarının yanında yer almalıyız.
Bu Cumhuriyetin cılız da olsa geliştirdiği temel değerler, temel Cumhuriyet mirası, devrimcilerin, solun sahiplenmesi gereken miras.
Eğer sol; Cumhuriyetin, Türk Devrimi’nin gerçekleştirdiği bu ilerici hamlenin yarattığı sonuçlar olan aydınlanmayı, laiklik birikimlerini, cılız da olsa demokratik kurumları sahiplenemezse; bugünden yarına uzanacağı, üzerine ayak basacağı bir zemin bulamaz.
Devrimciler aynı zamanda nedir? Küba’da Casro’nun, Guevara’nın, Rusya’da Lenin’in yaptığı gibi; Türkiye Devrimcileri, Türkiye’nin aydınlanmacı, ilerici, çağdaş birikiminin mirasçılarıdır. Bu olmadan solun geleceği olmaz.
İslamcı faşizmin tezgâhına karşı devrimciler, bu Cumhuriyetin temel değerlerini savunma konusunda ısrarcı olmalı, genel sol bir perspektif içinde bu temel değerleri içselleştirmeli; bunlar devrimci mücadelenin basacağı bir zemin olmalı. Bunun en gelişmiş örnekleri; Gezi, 16 Nisan oylamasındaki % 49 Hayır Bloku ve bunun doğrudan devamı olan Adalet Yürüyüşü’dür.
Naim- Adalet Yürüyüşü’nü de konuşalım. CHP’nin ve liderinin ne olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra genel olarak ülkedeki solun ve HDP’nin ne durumda olduğunu da görürken ve İslamcı faşizm son etaplarına doğru hızla koşarken, kimi devrimciler klavyelerinin başına geçip, özellikle son günlerde gerçekleşmesi sırasında ve sonrasında Adalet Yürüyüşü’nü bombardımana tutup; devrimcilerin CHP hakkında bildiklerini tereciye tere satarcasına yazıp çizdiler.
Şimdi sanırsın ki Türkiye devrimci hareketi Kışlık Saray’ın kapısına dayanmış da CHP organize ettiği Adalet Yürüyüşü’yle kitlelerin gazını alıp, aklını çelecek.
Bu ülkede sanki 1980’de Patagonya devrimcileri yenildi. Bu ülkede sanki 37 yıldır böyle bir yürüyüşü bizler örgütledik de eylem beğenmiyoruz.
Ağzımızı tutan yok da elimizi tutan mı vardı? Yapsaydık ya 37 yılda böyle kitlesel, ve kapsayıcı bir miting ve de kavgasız-dövüşsüz.
Mitinge katılmak için şart öne sürüp duran bazılarına ise söylemek lazım; madem eksiği var bu yürüyüşün, halk orada duruyor, eskisi gibi toplasaydınız ya meydanlara milyonluk kitleyi.
Önce dönüp kendimize bakmalıyız, biz ne yapamadık diye. Ülke dönmüş lağım çukuruna, bazıları parfüm arıyor. Ne parfümü, parfümle olacak iş mi bu? Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi, Süryanisi, devrimcisi, komünisti, işçisi, emekçisi, köylüsü…; bu zalimlerden mağdur olan herkes, birey birey, yapı yapı bir araya gelip; bu pislik, adaletsizlik, eşitsizlik, tecavüzcü, hırsızlık, orta çağ çukurunu kapatacağız.
Hadi ben bozdum, oynamıyorum, çağlarımız geçti; çocukluğu çocuklara bırakalım.
Bugün klavye başlarında estirdiklerimizden başka bir şey gelmezse elimizden, yarın İslamcı faşizme teslim edilmiş bir ülke mi bırakacağız çocuklarımıza, torunlarımıza? Bulduğumuzdan daha kötü bir ülkeyi çocuklarımıza bırakmak en büyük suçumuz olacaktır.
Beğenmiyorsan Adalet Yürüyüşü’nü, sen daha iyisini düzenle veya gir içine, kitlenin önderliğini ele geçir. Biz biliyoruz CHP’nin ne olduğunu, miting sırasında ve sonrasında yalpalayabileceğini de biliyoruz.
Devimcilerin derdi kitlelerle birlikte olmak, onlara önderlik etmektir. Kitleler bizim kokumuzu alsın, biz kitlelerin kokusunu alalım. Lağım kokusunun panzehiri kitle kokusudur. Klavye başından üfürüp de “ben demiştim,” demek değildir. Buyurun meydanlar bizim, klavyeler tozlansın!
Cengiz- Rosa Luxemburg “Kitlelerin hayattan öğrendikleri, en yetenekli merkez komitenin öğrettiklerinden daha gerçekçi, daha doğrudur,” diyor. Tarihi materyalizmden öğrendik bunu, kitleler nereden öğrenirler? Kitleler hayattan öğrenirler. Kitlelerin davranışları lafzi olmaktan çok pratiktir. Kitleler pratik yaşam içerisinde öğrenirler. Dolayısıyla kitleler, hayatın içerisindeki, üreten, çalışan insanlara deniyor.
İnziva Diyalogları’nda bahsettiğimiz bir konu vardı, devrimciler nerede yer almalı, diye. Hayatın içerisinde. Devrimcilerin konuştuğu yer hayat olmalı. Devrimciler hayatın içerisinde konuştuğu sürece ancak canlı, diri düşüncelere sahip olabilirler. Gerçekten ön açıcı pratik adımı atabilirler. Hayatın dışında devrimcilik olmayacağını, hayatın dışında kurulmuş söylemlerin boş söylemler olduğunu, fantezi olduğunu daha önce İnziva Diyalogları’nda söyledik.
Burada görülmesi gereken şu; toplumda, marjinalize olmuş sosyalist solun dışında, genel anlamda herhangi bir partinin doğrudan bağlayıcılığında olmadan, kendi başına bu Cumhuriyet Modernleşmesi’nin ürünü olan kitleler var.
Belli bir eğitimi, aydınlığı, görgüsü, dünyevileşmiş yaşam bilgileri olan bir kitle var bu ülkede. Bugün niye % 49’luk kitle adalet, demokrasi, laiklik, Cumhuriyet diyor? Çünkü şu görüldü: bu İslamcıların adalet diye gelip adaleti ortadan kaldırmasını, ahlak deyip topluma ahlaksızlık bulaştırdıklarını, biz geleceğiz toplum uyuşturucudan, alkolden, kumardan kurtulacak dediler, tam tersi oldu; bunların döneminde uyuşturucu, alkol, kumar, intiharlar, akıl hastalıkları, çocuk istismarı, kadın cinayetleri patlaması oldu. Bunlar olurken bir şey daha oldu. Neydi o olan? İslamcılar artık inandırıcılığını yitirdi.
Bunların derdinin; Kur’an’ın ilkelerini hayata egemen kılmak, Allah’ın adaleti ile toplumu yönetmek değil, bunların temel derdinin; iktidar gücünü ele geçirmek, iktidarda kalmak, rant paylaşımı ve bunların özeti olarak küpünü doldurmak olduğu, anlaşıldı.
Halk bunların diğer burjuva partilerinden farklı olmadığını, bunların esas gayesinin küpünü doldurmak olduğunu, örneğin ilk seçimlerin başındayken ” Parmağımdaki yüzükten başka servetim yok,” diyenlerin çalışmadan, üretmeden, siyasi güçle rant paylaşımı sonucunda nasıl bir armatör hâline geldiklerini hep beraber gördük.
Bunların temel derdi küp doldurmak. Kur’an, halkın bildiği şekilde İslam’ın o “saf halleri” neye alet ediliyor? Siyasete, çıkarlara, ticarete. Burada din doğrudan ticaretin, siyasetin, menfaatin, rant paylaşımının, gelir adaletsizliğinin üzerini örten bir örtü olarak kullanılıyor.
İnsanlara zulüm ediliyor ve üzeri İslami örtü ile kapatılmaya çalışılıyor. Bir kere, İslam’ da temel olarak zulüm yasaklanır. İslam’ da Allah’a karşı işlenen en büyük suç, günah zulmetmektir. Bunlar zulüm ediyor ve yaptıklarını İslam’dan, Kur’an’dan, hadislerden, İslam tarihinden örneklerle gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Bu zulmü İslamlaştırmak, zulme meşruiyet sağlamak istiyorlar.
Türkiye’nin eğitilmiş, özellikle kentli, dünyaya açık fikirli, sekülerleşmiş kesimi bunu gördü. Bunu görerek bir talep öne sürdü: Adalet. Bu yürüyüş aynı zamanda adalet, demokrasi ve laiklik talebiydi. Adalet, demokrasi, laiklik diyen kitleler İslamcı faşizme dur demek, İslamcıların daha fazla adaletsizlik, hukuksuzluk, kanunsuzluk yapmasını, OHAL ve KHK rejiminin sürekli hâle gelmesini, daha doğrusu İslamcı faşizmin kurumsallaşmasını, topluma, devlete iyice yerleşmesini önlemek için kitleler ayağa kalktı. Ankara Güvenpark’tan başlayan yürüyüş yolda katılan milyonlarca insanı etkileşime soktu.
Milyonlarca insan bugün; İslamcı faşizme, diktatörlüğe, vurguna, yalana, rant dağıtımına, kentlerin, doğanın talanına, kadınlara uygulanan şiddete, cinayetlere, eğitimde dinselleştirmeye, laik, bilimsel eğitimin, Cumhuriyetin ortadan kaldırılmasına karşı bir talepte bulundu.
Bu Adalet Yürüyüşü, bu sokak muhalefeti aynı zamanda toplumda demokrasiden, laiklikten, çağdaş uygarlıktan yana olan insanların İslami faşizme karşı vermiş olduğu bir cevap oluyor.
Bu yürüyüşün temel talebi Adalet olmasına rağmen, Adalet’in etrafındaki diğer talepler ıskalanmadı, görmezden gelinmedi.
Kafaları kırk yıl öncede kalmış, kırk yıl önceki slogan solculuğunu aşamamış, hayatı göremeyen, akıl tutulması yaşayan, hayata karşı körleşmiş, hayatın içerisinde ortaya çıkmış gerçekleri, hayatın içerisinde şekillenen somut durumu algılayamayan, Lenin’in deyişiyle; gerçek somuttur, anlayışını zihnine yerleştirememiş, gerçek somuttur anlayışının sırrını çözememiş insanların itirazları oldu bu yürüyüşe.
Hayat bugün burada akıyor, hayatın mecrası bu. İnsanlar; okumuş, aydın kesim, kadınlar, gençler, memurlar, doktorlar, işçiler, işsizler, emekliler, hastalar, kamudan ihraç edilmişler, gazeteciler, hapishanelerdeki insanların yakınları, istismar edilmiş çocukların yakınları, şehit çocuklarının yakınları… burada hep beraber yürüyor, Adalet diyor.
Hayat burada akıyor. Hayatın akışı bu. Somut gerçek bu. Halk burada. Peki, hayatın içinde olması gereken devrimciler nerede olacak? Devrimcilerin hayatın dışında sığınacakları bir mecra mı var? Olmadığına göre; reformizmin, Kemalistler’in kuyruğuna takılmak, reformist olmak, devrimcilikten vazgeçmek… şeklindeki eleştiriler tamamen kitabi eleştirilerdir, gerçekliği yoktur bu eleştirilerin. Bunlar cehalet ürünü hezeyanlardır. Bu eleştirilerin devrimcilikle, somut hayatın gerçekliğiyle, hayatın akış mecrasıyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur, bunlar safsata ve hezeyandır.