Dün, 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları günüydü. 70 yıl önce, BM Genel Kurulu’nda “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”nin kabulü dolayısıyla ilan edilmişti. Doğrusu bu yıl içimden hiç de bu yıldönümünü kutlamak gelmedi. Anlaşılan ortak bir duyguymuş, bu yılki 10 Aralık hayli sessiz sedasız geçti. Sadece hiç konuşmaması gerekenler konuştular.
Aslında şaşırtıcı bir durum da değildi ve şahsen resmi makamlardan şu mealde bir nutuk bekliyordum: “AKP döneminde ekonomide nasıl IMF’ye borç verir hale geldiysek, hukukta da Avrupa’ya insan hakları dersi verir hale gelmiş bulunuyoruz!”. Ne eksik, ne fazla; slogan atar gibi! Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanının Fransız polisini “Sarı Yelekler”e karşı itidale davet eden çağrıları bende böyle bir beklenti yaratmıştı. Öyle ya, yıllardır eğitiliyoruz; alıştık artık böyle nutuklara! Yine de beş yıl önce bu topraklarda 14 yaşında öldürülen Berkin’i ve cinayetin arkasından atılan nutukları unutmamıştım. Sanırım kimse de unutmadı.
Oysa dün yayınladığı mesajda, Tayyip Bey, bambaşka bir dil kullanıyordu. Beklentilere daha uygun! “Gönül coğrafyamızın farklı bölgelerinde, yaşam hakkı dâhil en temel insan haklarının hiçe sayıldığını” söylüyor ve şunu da ekliyordu: “Türkiye, yurt dışında komşularından başlayarak küresel ölçekte adaletin tecellisi için mücadele ederken, yurt içinde de demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesi için kapsamlı reformlara imza atmıştır”.
Yurt içinde ve yurt dışında! Kararlı bir ifadeyle ve kalbî duygularla! Bu da bütün dünyaya verilmiş bir mesajdı. Arkadan da, “Türkiye, tarihinden ve kadim değerlerinden ilham alarak, önümüzdeki dönemde de vatandaşlarının özgürlük alanlarını genişletmeye devam edecektir” diyen satırları okuyunca, doğrusu bayağı ürktüm. Son yıllarda yaşadıklarımız gözlerimin önünden bir şerit gibi geçerken, aklıma da Nazım’ın bir dizesi geldi. Büyük şairin “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” diye sorguladığı dize. Karamsar değilim, ama doğrusu bugünlerde bu üçü de bana birbirinden uzak gibi görünüyor.