Naim Kandemir-Cengiz Türüdü
“bazı umutlar
başka zamanlarındır.”
Murathan Mungan
N– Bu yılın Ocak ayının sonunda seninle İnziva Diyalogları’na başladık. Dünyanın ve ülkenin geldiği bugünkü noktada, Türkiye’de devrimcilerin ne yapması gerektiğini konuşalım bugün.
Türkiye’de devrimciler 71 ve 80’de iki büyük yenilgi yaşadılar. Bugün umudu tekrar tarih yapmak için ne yapmalı?
C– Dünya geneline baktığımız zaman tarihte kabaca bir devrimler dönemi, bir de karşı devrimler dönemi oluyor. Bir devrimci dalga, bir karşı devrimci dalga yükseliyor. Yani ezilenler ve ezenler arasında, köleler ve köle sahipleri arasında, kapitalistler ve işçi sınıfı arasında, emperyalistlerle ezilen mazlum halklar arasında savaş hep inişli çıkışlı, gelgitli oluyor. Hiçbir zaman doğrusal bir çizgi izlemiyor.
Hep yükselen bir sınıf, hep yükselen bir devrim olmuyor. Ya da hep yükselen karşı devrim, hep yükselen burjuvazi olmuyor. Bu dengeler değişiyor, konumlar değişiyor, altüst oluyor, yeniden düzenleniyor, yeni gerçekler ortaya çıkıyor. Tarihte stabil sınıf dengesi, toplum dengesi diye bir şey yok.
Sınıflı toplumlarda “toplumsal uyum” sadece liberal bir safsata. Öyle bir şey yok. Sınıflı toplumun temel gerçeği, sınıflara bölünmüşlük gerçeğidir. Sınıflı toplum adı üstünde sınıfsal bölünme üzerinde yükselen toplumdur. Bu sınıflar içerisinde biri ezendir, biri ezilendir. Temel sınıflar bunlardır.
Böyle baktığımız zaman; sınıflar arasındaki -Marks’ın Manifesto’ da ilan ettiği- genel anlamda tarihe hükmeden sınıf mücadelesi gerçeği, dünyada değişik dönemlerde değişik şekiller alıyor. Marks’ın Komünist Manifesto’da başlattığı bilimsel, çağdaş, sosyalist hareket bu gerçeklik zemini üzerinde şekilleniyor.
Devamlı güçler değişiyor, sürekli dönemler, tarihler değişiyor. Hep yenilgi, hep zafer yok. Hep devrim, karşı devrim yok. Bunlar sık sık yer değiştirebiliyor. Dünyada Ekim Devrimi’nin yol açtığı gelişmelerden sonra emperyalistlerin hepsi Ekim Devrimi’ni yok etmek için karşı devrim cephesinde ittifak haline geldiler.
2. Dünya Savaşı’na rağmen, bütün Naziler, faşistler, emperyalist güçler ittifak halinde Sovyetler’e saldırmalarına karşın, sosyalizmin kökünü kazıma operasyonuna girişmelerine rağmen dünyada böyle gelişme olmadı, tam tersine gelişme oldu; emperyalistler, Naziler, faşistler, toplama kampçılar yenildi ve ezilen dünya halkları bu karşı devrim saldırılarına dünyanın üçte birini sosyalist sisteme dâhil ederek cevap verdi.
Böyle baktığımız zaman dünyada altüst oluşlar hep var. Toplumda tek renk yok, farklı renkler var. Aynı tayf gibi. Bu renkler zaman zaman birleşiyor, zaman zaman ayrışıyor, ama hiçbir zaman toplum tek renk olmuyor. Tek tip insan veya tek tip toplum hiçbir zaman olmuyor.
Türkiye’de tarihi doğru, devrimci biçimde algılayanlar; biz devrimciyiz, sosyalistiz, diyalektikçiyiz, bizim inandığımız bir şey var diyorlar; tarihte, toplumda, doğada her şeyin değiştiğine inanıyoruz, her şey kendi antitezini antitezler de kendi sentezlerini yaratır, böyle bir diyalektiğin insanlarıyız biz, diyorlar.
Devrimci olmak için önce değişime inanmak gerekiyor. Değişime inanmayanların devrimci olmak diye bir şansı zaten yok.
Mao, Teori ve Pratik’te çok güzel bir şekilde ortaya koymuştur: dünyada değişmeyen tek şey var o da değişimin kendisidir. Bütün devrimciler bunu bilir. Mao’dan önce Marks’ta vardı bu mantık. El Yazmaları, Kutsal Aile, Felsefenin Sefaleti’nde; değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu anlatılır.
Sol, devrimci mantık değişim üzerine kurulu bir mantıktır. Her şey değişir, dönüşür, başka biçimler alır ve bu başka biçimler, dönüşümler daha önceki yapılar içerisinde var olan potansiyellerin çarpışmaları sonucu, o potansiyellerin karşılıklı mücadeleleri sonucu gerçekleşirler.
Tarihte hep zafer yok, yenilgi de var. Ezilenler hep yenilmemişler, aynı zamanda egemenleri alaşağı da etmişler. 1871 Paris Komünü’nde(geçici olarak), Ekim Devrimi’nde ise feodal Çarlık Rusya’sını yıkıp egemen sınıfları tarihin çöplüğüne atmışlar. Ezilenler; işçi sınıfı, köylüler, halklar Çarlık Rusya’sını yenmiş yerini halkların, işçi sınıfının, köylülerin, asker vekillerinin Sovyetler Birliği’ni kurmuşlar. Ekim Devrimi neyin zaferiydi? Ezilenlerin zaferiydi. Yenilenler; ezenler, emperyalizm, feodal çarlık imparatorluğuydu.
Dünyaya Paris Komünü ve Ekim Devrimi örneklerinden baktığımız zaman hep yenilgi yok. Dünya devrimci hareketi sadece yenilgilerin tarihi değil, sadece zaferlerin tarihi de değil. Dünya devrimci hareketi neyin tarihi? Yenilgilerin, zaferlerin, dağınıklıkların, ihanetlerin, kahramanlıkların, geri çekilmelerin, ileri hamlelerin, atılımların tarihi. Dünya devrim tarihine baktığımız zaman genel tablo, genel durum bu.
Türkiye devrimci hareketi bundan muaf değil. Türkiye de sınıflı toplum, Türkiye de kapitalist toplum, Türkiye’de de ezen ezilen sınıflar var. Dolayısıyla bu sınıfların kendine ait politikacıları, aydınları, örgütleri, siyasal eğilimleri, ideolojik felsefi kökenleri var.
***
71 ve 80 yenilgisi Türkiye’deki ezilen sınıfların, ezilen sınıflar adına hareket eden örgütlerin yenilgisi. Yenen kim? İttifaklarıyla birlikte burjuvazi. Eski sol tanımı kullanırsak; oligarşi.
71’de bir yenilgi var. Ondan önce Mustafa Suphi’ lerin, TKP’nin yenilgisi var. 80’de daha büyük bir yenilgi var. Daha kapsamlı, daha derin, daha uzun süreli ve daha travmatik bir yenilgi var. Ve bunların tarihte olması, bir daha yenilgi olmayacak anlamına gelmiyor.
28 Ocak’ta Mustafa Suphi’ler Türkiye’de bir kıvılcım çakmışlarsa, Mustafa Suphi’nin ölümü-büyük yenilgisi diyelim- başka türlü bir mücadelenin önünü açmışsa, Türkiye’de 71 ve 80 yenilgileri de başka türlü gelişmelerin önünü açtı.
Örneğin 71’den sonra bir avuç devrimci oligarşinin, Mahir Çayan’ın “Adalılar” şiirinde belirttiği gibi toplumu karanlığın, sellerin bastığı günlerde özgürlük ve sosyalizm meşalesini tutuşturarak oligarşinin karanlığına isyan ediyor. Ne için isyan ediyor? Sosyalizm bayrağını oligarşinin burcuna dikmek için.
Diğer yandan Deniz’ler, İbo’lar ve onların etrafında hareket eden kitle örgütleri böyle bir başkaldırıya yöneliyorlar faşizme karşı. Ve bu başkaldırı karanlığın hâkim olduğu bir Türkiye’de bir kıvılcım çaktırıyor, bir meşale tutuşturuyor. Yeniliyorlar, hayatları son buluyor ama tutuşturdukları meşale sönmüyor.
70 sonrası gelişmeler güçlerini nereden alıyor? 71’deki o kıvılcımdan, o ateşten, o prometeyen ruhtan, o isyandan, o başkaldırıdan alıyor. 70 sonrası Türkiye’deki devrimci şekillenmeler, 71’deki isyancı ruhun, eski tabirle ihtilalci ruhun zuhurları, yeni biçimleri, yeni koşullarda ortaya çıkmış biçimleri oluyor. Yenilgi; daha kaliteli, daha kitlesel, daha görkemli, daha nitelikli, daha geniş perspektifli bir mücadelenin yolunu açıyor. Burada yenilgi, yenilmekle bitmiyor, daha iyi bir yol açıyor.
***
80’de farklı bir durum var. 80 darbesi devletin, oligarşinin bütün kurumlarıyla sola karşı topyekûn savaşı. Bütün cephelerde taarruz halinde devletin bütün gücüyle sola karşı zaferi. Solu toplumdan, hafızalardan, insan yüreğinden, halkın bilincinden silmek için geliştirilmiş bir operasyondu 80 operasyonu.
Sadece askeri alanda sola karşı düzenlenmiş bir operasyon değil; aynı zamanda psikolojik, kültürel ve ahlaki anlamda bir operasyondu. Yani solun temsil ettiği; ahlak, psikoloji, yeni tip insan dediğimiz solda cisimleşen o militan, devrimci insan tipinin yok edilmek istenmesiydi.
Onların okuduğu kitaplar, afişler, yazılar, bildiriler, onların yaşadığı o temiz devrimci hayatlar unutturulmalıydı, bilinmez hale getirilmeliydi, sol aydınlanma, sol cüretkârlık son bulmalı, bundan sonra ezilenler için ilham kaynağı olmamalıydı.
Ezilenler için bir mücadele zemini olmamalıydı. İşte bu mücadele zemini olmasın diye son bir operasyon düzenlendi; psikolojik savaşlarla, kontrgerilla psikolojik merkezlerinde üretilmiş psikolojik savaş araçlarıyla, yalan ve iftiraya dayalı propagandalarla, işkencelerle, darağaçlarıyla, sokak infazlarıyla, muhbir ağlarıyla topyekûn bir savaş açıldı.Devletin topyekûn taarruzu olduğu için, 80 yenilgisi 71’deki yenilgiden daha farklı oldu. Daha derin köklere dayalı, daha kapsamlı bir yenilgi oldu.
Burada sadece devletin 12 Eylülde gerçekleştirdiği darbe değil, bunu takiben sosyalist sistemde var olan krizin yıkılışla zirveye ulaşması da var. Sosyalist sistemin büyük çoğunluğunun bir sistem olarak ortadan kalkması, dünyada aynı zamanda sol cenahta büyük bir moral yıkımına, ahlaki yıkılmaya, yozlaşmaya, inançsızlığa, güvensizliğe yol açtı.
Burada iki şey oldu: bir, 12 Eylül’de devletin topyekûn saldırısı, bir de bunun üzerine binen sosyalist sistemin dağılması, parçalanması ve yok olarak tarihten çekilmesi. Bu iki maddi koşul birleşince moral yıkım gerçekleşti. Umutsuzluk, karamsarlık, örgütsel yapıların tasfiye edilmesi, sola olan güvensizlik, solun cazibe merkezi ve inandırıcı olmaktan çıkması, ileri hamlelere, aydınlanmaya olan inancın sarsılması gerçekleşti. Bu yenilginin sonuçları 71’den çok daha yıkıcı, kitlelerin öz gücüne olan inancını sarsan vahim sonuçlara yol açtı.
***
Buradaki aydınlanma düşüncesi, aydınlık bilinç bastırılınca uygarlığa giden temiz, yeni hayatın üzeri örtülünce kitleler neye sarıldı? Karanlıkçı düşünceye sarıldı. Umudu orada aramaya başladı. Kurtuluşu bu dünyada değil ahirette, dinde aramaya başladı.
Neden buralarda aramaya başladı? Çünkü bu dünyada kurtuluş yok, bir tek kurtuluş vardır; o da ahirette, cennette var olan kurtuluştur düşüncesi gelişti. Bu düşünce yaygınlaştırıldı ve körüklendi.
Bu karanlıkçı, irrasyonel düşünceler kitle hayatını, toplum hayatını, ezilenlerin hayatını manipüle edici bir etkene dönüştürüldü. Bu kadar umutsuzluğun, karanlıkçı düşüncenin önünü açan olumsuz düşünceler devrimcilerde bir güvensizlik yarattı. Sosyalizme olan güveni sarstı. Sol düşünceye olan ilgiyi azalttı. Örneğin 80 öncesi Marksist klasikler peynir ekmek gibi okunurken, hava su gibi ihtiyaçları giderirken, 80 sonrasına baktığımızda ise Marksist klasikler bir kenarda duruyor, alıcısı olmuyor hale geldi. Sola, kitlelere olan ilgi 80 sonrası ciddi bir şekilde azaldı. Bu umutsuzluğun sonucu oldu.
Burada, teslim olmayanlar, diyalektiği iyi kavrayanlar, sapma göstermeyenler bir şey fark etti; bütün bu yenilgi neden oluyor, bu dağılma neden oluyor, bütün bu tarih nereye gidiyor? Tarihte hangi eğilimler ortaya çıktı? Bu eğilimler insanlığı nereye götürüyor? Sosyalizmin düşünürleri bunları çözmeye çalışıyor ya da bir bölümü çözüldü, bir bölümüne de anlam vermeye çalışıyor.
***
Büyük umutlar nerede, ne zaman doğmuşlar tarihte? Büyük krizlerin, büyük çöküşlerin, büyük altüst oluşların var olduğu tarihsel anlarda ortaya çıkmışlardır büyük umutlar. Büyük liderler, devrimciler, büyük sanat, felsefe, bilim hep böyle anların ürünleridir.
Her şeyin sükûnet içinde olduğu, hiçbir şeyin yerinden kıpırdamadığı dönemlerde ne büyük düşünürler, ne büyük insanlar, ne büyük bilim, felsefe, sanat ortaya çıkmıştır. Büyük müziklerin, filmlerin, kuramların, felsefelerin, bilim araştırmalarının, dâhilerin, düşünürlerin çıktığı dönemlere baktığımız zaman bunların büyük altüst anları olduğunu görürüz. Yani kısaca kriz anlarıdır.
Lenin’in Tasfiyecilik Üzerine’de dediği gibi; ezilenlerin orduları yenile yenile yenmesini öğrenirler. Ne zaman öğreniyorlar? Paris’te yeniliyor Ekim’de öğreniyor. Umutsuzluk sınıfsal bir şey. Bu umutsuzluğu halk nezdinde kim göreve çağırıyor? Burjuvazi.
Sizin kurtuluşunuz yok, sizin kurtuluşunuz; bizim ücretli kölelik düzenine biat etmek, bizim düşüncelerimizi kabul etmek, bizim eğittiğimiz gibi insan olmak, bizim düşündüğümüzden başka türlü olma şansınız yok, sizin dediğiniz anlamda ezilenlerin iktidar olacağı, ezilenlerin dünyaya egemen olacağı bir dünya yok. Sömürünün ortadan kalkması diye bir şey yok, böyle bir gerçeklik yok, ezilenler ezilmeye devam edecek, egemen sınıflar egemenliklerini koruyacak, siz bizim ücretli kölelerimiz olacaksınız, aydınlanma diye bir şey yok, bizim ürettiğimiz karanlık, dinsel düşünceye biat edeceksiniz, bu dünyada sizin kurtuluşunuz, hakkınız bu kadar, sizin esas kurtuluşunuz öbür dünyada, ahirette, cennette.
Bu bilgiyi yaygınlaştırıyorlar. Bu umutsuzluğu yayan kim oluyor? Burjuvazinin, egemen sınıfların sözcüleri, ideologları oluyor.
Devrimcilerin, ezilen sınıfların aydınları olarak yapmaları gereken ne? Bu büyük kriz anlarında, o karanlık atmosferde, bu kötü günlerde umut yaratmak. Nasıl yaratılacak umut? Prometeyen bir ruhla, devrimci ruh prometeyen bir ruhtur. Prometeyen geleneği olarak adlandırılmıştır devrimci gelenek. Prometeyen geleneğinin kökeninde ne vardır? Zeus ve diğer Olympos tanrılarına karşı zincire vurulmuş Promete’nin isyanı vardır. Ciğerleri kartallar tarafından parçalanırken Promete her şeye rağmen isyandan vazgeçmez ve tanrı Zeus’un elinden özgürlük ateşini alır, ezilenlere, kölelere verir. İnsanları aydınlatmaya, özgürleştirmeye devam eder.
İşte bu geleneğin adı dünya devrimci geleneğidir. Devrimci hareketler de bunun parçasıdır. Türkiye devrimci hareketi de bu dünya prometeyen geleneğinin bir parçasıdır. Devrimcilerin yapması gereken, neden umutlu olmamız gerektiğini, topluma anlatmak, umutsuzluk kavramlarını, boş inançlara kapılmanın anlamsızlığını anlatmak, burada yeniden teorik, felsefi, bilimsel anlamda yeni düşünce üretmek, yeni bir aydınlanmanın yolunu açmak, yeni bir aydınlık bilinç yaratmaktır.
Umut var. Niye umut var? Çünkü hayat var. Umut nerede var? Hayatın olduğu yerde var. Hayat sadece çürüyen, eskiyen, karanlık düşüncelerin var olduğu bir zemin değil, aynı zamanda diri, canlı, yeniden doğan, yeni, aydınlık, ileriye giden güçlerin var olduğu bir zemin.
İşte yapılması gereken; halka, ezilenlere, gençlere, kadınlara bunu göstermek. Toplumda yeni doğan ne, diri olan ne, geri giden ne, bu altüst oluş sırasında, kriz anında egemenlerin önünü kesmesi mümkün olmayan tarihsel akış ne, bu tarihsel akışta umut var mı, bu tarihsel akış bizi bir yere götürür mü?
İşte bunun bilincini, felsefesini, romanını, şiirini, filmini, bilimini, kuramlarını yaratıp halkın önüne koymak. Bu kuramların, sanatın, bilimin hayatla canlı biçimde, yaşayan somut insanlarla bağını kurup, teoriyle pratiğin birliğini sağlayarak yeni örgütsel inşaya yönelmek. Bu örgütsel inşalar nasıl olacak? Yeni bir umutla. Yeni bir umut gerçeklik mi, yeni bir umut fantezi mi düşüncesini aşmak için neden umutlu olmalıyız, umutlu olmak için neden var mı sorusuna cevap vermek zorundayız.
Hayata; sosyolojiyle, siyaset bilimiyle, iktisatla, tarihsel perspektiften baktığımız zaman; hayatın içinde ne var? Umut var. Hayatın içinde potansiyel olarak var olan bu umudun teorik, felsefi, estetik bilincini yaratıp; hayata, insanlara aktarmak, bunun siyasal yapılarını, kurumlarını yaratmak…
İşte bu yaratacağımız, inşa edeceğimiz yapı bizi umuda, mücadeleye, dayanışmaya, birliğe, bir olmaya, bir arada olmaya zorlayacak. Dolayısıyla hayatımızda umut var ve bu umut bizim hayatımızın, felsefemizin, dünya görüşümüzün vazgeçilmezi. Hayatın olduğu yerde her zaman umut vardır. Çünkü umut hayatın içinde var olan gerçekliktir.
N– Biz İnziva Diyalogları’nda biliyorsun; devrimi değil, devrimcileri eleştirdik. Kaldı ki devrimcilik sadece 80 öncesine ait bir durum değil.
Bu noktada doğru olan; geçmişin birikimini alıp bazı şeyleri de unutabilmekten geçiyor sanırım. Örneğin, yaptığımız yanlışlarımızı tekrarlamamak üzere unutmak. Eksiklerimizi tamamlayarak umudu daha da güçlendirmek. Katılır mısın?
C– Az önce umuttan bahsettik. Neden umutlu olmalıyız? Çünkü hayatın içerisinde umut her zaman vardır. Tüm hayat nereye doğru her zaman? İleriye doğru, diri, canlı, ileri akan güçlere doğru. Bunu bildiğimiz için diyalektikçi bakış açısına sahip insanlar olarak, devrimciler olarak umutluyuz. Bu umut nedensiz bir umut değil. Bizim umudumuz fantezi değil, gerçeklere dayalı, gerçekliği derin köklere dayalı bir umut. Gerçeğin bilincine erişmekten kaynaklı bir umut.
***
12 Eylül’deki büyük yenilginin yarattığı büyük travma insanlarda hâlâ devam ediyor. İnsanlar silkinip kendine gelemiyor. Aslında silkinip, kendimize gelmemiz, üzerimizdeki ağırlığı atmamız lazım.
Bu nasıl olacak? Ayna korkusunu yenmekle olacak. Nedir ayna korkusu? Ayna korkusu: sadece gerçeği araştırmak, gerçeklikten duyulan korku değil. Aynı zamanda korkusuzca, büyük bir cesaretle kendi gerçeklerimizin bilincine varmak, kendi kusurlarımızı, kendi hatalarımızın sonuçlarını görme, onu bir daha tekrarlamamak için yeni bir bilinç yaratma. Ayna korkusu bu.
Solda ve Türkiye aydınında ayna korkusu var. Türkiye aydını her şeye laf eder, her konuda konuşur. Ama kendisi hakkında konuşmaz. Herkese, her şeye kusur bulur ama kendi kusurunu görmez. Sol da böyle. Sol, toplumda kusur ararken kendi kusurlarını görmüyor.
Kendi kusurlarını görmek, kendi kusurlarını, yetersizliklerini araştırıp bunu bilince çıkarmak bir zaaf olarak algılanıyor bazı sol tarafından. Tam tersine bu zaaf değil, bunun bilincine varmak bir olgunluk, bir gelişme, bir bilgelik ürünüdür. İnsan olgunlaştıkça, geliştikçe daha kâmil bir kişiliğe ulaştıkça, daha bilgeleştikçe ufku daha genişledikçe nereye varır? Ayna korkusundan kurtulur kendi gerçekliğine, kendi kusurlarına, yanlışlarına daha bir açık yüreklilikle yaklaşır. Daha iyi bir bilince ulaşır.
Kendi öz eleştirisini yapmasını bilmeyen insanın toplumu ve başka hayatları eleştirisinde bir gerçeklik olamaz. Bir toplumu, başka şeyleri eleştirmek için önce eleştiriye kendinden başlamak gerekir. Kendisine ayna tutmaya korkan bir insanın topluma tuttuğu ayna da bulanık olur.
Türkiye devrimcileri hiçbir zaman Türkiye devrimci hareketini dünya devrimci hareketinden ayrı tutmazlar. Dünya devrimci hareketinin hatalarını ortaya çıkarmaktan, bunu hatasız, yanlışsız şekle dönüştürmekten hiçbir zaman vazgeçilmemelidir. Yani ayna korkusunu yenmelidir.
Ayna korkusunu yenerek ancak yeni bir bilince, yeni bir devrimci kurama, siyaset anlayışına, yeni insan anlayışına ulaşabiliriz. Bunu başarmamız için ayna korkusundan hem solun, hem devrimcilerin, hem de aydınların kurtulması gerekir. Ayna korkusunu yenen devrimci hareket daha sağlam adımlarla yürüyecektir. Daha sağlam zeminlere basacaktır, daha fazla gerçekliğin bilincine ulaşacaktır.
N- Tarihe ve yanlışlarımıza tutucu yaklaştığımızda; egemenler kendilerini yenilerken, devrimciler mazilerinde kalmış olurlar. Devrimciler idealist insanlardır ama ideallerimizin yeri anılar olmamalıdır.
Yanlışlarımızdan kurtulup, umudu yeniden yeşertemezsek, geçmişte kalırsak; mazimiz kabrimiz olur. Ki buna kimsenin hakkı yok. Gencecik yaşlarında aramızdan kopartılan arkadaşlarımız için, meçhul bir yarında zebanilerin ellerine bırakamayacağımız çocuklarımız için umudu söndürmeye hiçbirimizin hakkı yok…
C- Yahya Kemal’in güzel bir dizesi var. “ Kökü mazide olan atiyiz.” Yani kökü geçmişte olan geleceğiz diyor. Bizim de köklerimiz nerede? Mazide, geçmişte.
Sadece Türkiye topraklarında değil, bütün dünya üzerinde köklerimiz mazide, geçmişte. Biz geleceğe nasıl ulaşacağız? Köklerimizden güç alarak, oradan beslenerek uzanacağız. Geçmişteki köklerimizden, anılarımızdan güç almazsak onun bilincinde olmazsak boşlukta, ayakları havada bir duruşla geleceğe ulaşamayız.
Bizim bir geleceğimiz olacaksa, bu geleceğe bizi götüren o yolculuk sırasındaki bastığımız zemin mazideki, geçmişimizdeki kökler olacaktır. Oradan koparsak, kendi geçmişimize, mazimize yabancılaşarak, köksüzleşerek bizim bir geleceğimiz, geleceğe ulaşma şansımız, bir atimiz olmaz.
Dolayısıyla nasıl bakmamız gerekir? Adorno’nun gelenek üzerine bir yazısı var. Biz gelenek içerisinde gelenekçiliğe düşmeden, geleneğe modernist bir bakış açısıyla yaklaşarak, biz köklerimizi gelenekten alıyoruz fakat geleneğe hapsolmuyoruz. Geleneğin dışında, geleneğin içinde daha modern bir anlayışa, bir bakış açısına sahip olarak gelenekten aldığımız köklerin üzerine basıp geleceğe yürüyoruz. Yani atimizi elde etmek için rüyamızı sürdürüyoruz.
N- Umut diye diye devrimciler – Vüsat O. Bener‘den ilhamla- “ umut narkozcusu” olmayacaklardır. Devrimciler, muhafazakârların kanaatkârlık ve İslamcıların tevekkül- mütevekkil kavramlarına uzaktırlar. Eleştiriden, öz eleştiriden uzak durmak umudu baltalar.
Bunun için tarihin gerisinde değil ilerisinde olmak gerekir. Geride duran bir hafıza ve örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzıyla hayatımızı sürdürürsek; yapılmakta olan tarihin son vagonuna bile binemeyiz. Acı ama gerçek olan bu.
Ancak gerçekliğin bizleri ümitsizleştirmesine de izin vermemeliyiz. Gerçeği biliyoruz, görüyoruz ama devrimciler inadına devrim diyen, ütopyaları olan karşı gerçekçidirler aynı zamanda. Olmazsa olmazımız bu olmalı…
C- Çok güzel bir konuya değindin. Şimdi şöyle bir şey var. Mazi-ati hikâyesini anlattıktan sonra bir noktaya değinmemiz gerekiyor. Türkiye devrimci hareketinin bugün- bizim fark ettiğimiz ama birçok insanın farkında olmadığı- bir sorunu var. Nedir bu sorun? Tarih bilinci eksikliği.
Türkiye devrimci hareketi hep sınıf bilinci üzerine kuruldu. Ama sınıf bilincinin dayandığı bir zemin olmalı, nedir bu? Tarihsel zemin ve tarih bilinci. Lenin’in “Doğuda Ulusal Kurtuluş Savaşları” ( Ant Yayınları) kitabında çok anlamlı bir makalesi var: Ulusal Nihilizm ve Marksizm. Lenin burada neyi eleştiriyor, ulusal nihilizmin yerine neyi koyuyor? Tarih bilincini. Burada yol ayrımındayız: ulusal nihilizmin bataklığına mı düşeceğiz, yoksa toplumsal gerçekliğin tarihsel bilincine mi ulaşacağız. Sınıf bilincinin yanında tarih bilincimiz olacak mı?
Türkiye devrimci hareketinin geçmişte böyle bir eksiği var. Hep sınıf sınıf, sınıf derlerdi. Sınıfsal gerçekler, sınıfsal çıkarlar… Bu sınıfın öbür boyutu pek göz önüne alınmazdı. Böylece sınıfın tarihselliği ve tarihsel bağlamı gözden kaçırıldı. Solun geçmişte böyle bir eksikliği, bir zaafı vardı.
Sol bu topraklara ait bir tarih bilinci oluşturmalı. Bu tarih bilinci içerisinde, ezilenlerin durumunu sosyopolitik, sosyoekonomik tarihsel durumlarını çok iyi analiz edip bir sınıf bilinci, bir halkçılık bilinci yaratmalı. Ama bu halkçılık ve sınıf bilincini ne üzerine var edecek? Tarih bilinci üzerine var edecek.
Sağlam tarih bilinci olmazsa, yani sınıflar mücadelesinin tarihselliği bağlamını göz önünde bulundurmazsanız ne olacak? Tarih bilincinden kopacaksınız, tarihten kopacaksınız, mücadeleyi daraltacaksınız. Sınıfcı yani ulusal nihilizmin, yani kendi tarihsel geçmişini bilmeyen, farkında olmayan bir ulusal nihilizm bataklığına sürükleneceksiniz.
Ulusal nihilizme karşı duvar çekmek için bir tarih bilincine sahip olmak gerekir yani sınıf bilinci perspektifini aşıp sınıf bilincinin yanında sınıf bilincine kökenlik eden tarih bilincine ulaşmak gerekir. Bunu yapamazsak az önce senin dediğin gibi anılarımız bize mezar olacak.
N- Dünyaya baktığımızda bizden çok daha vahşi faşizmler altında yaşamış ülkelerde devrimci hareketlerin toparlanması bizden kısa sürmüş ve sonrasında eriştikleri mücadele seviyesi bizden yüksek noktaya gelmiş. Bunun için Latin Amerika’ya bakabiliriz. Onların başarıp da bizlerin başaramadığı ne? Bu işin tılsımı nerede?
C- Bu işin tılsımını çözmek için, bu işin büyüsünü açığa çıkarmak için yapmamız gereken bir şey var: Latin Amerika ülkeleriyle veya yenilip tekrar toparlanan, tekrar güç haline gelen devrimci hareketlerin var olduğu ülkelerle özellikle Türkiye’yi karşılaştırmak. Nerede aynıyız, nerede ayrılıyoruz bunları ortaya çıkarmakla mümkün bu.
Niye Latin Amerika’da yenilen bir hareket tekrar güç haline gelebiliyor? Hatta devrimci kesimleri bırak, dinsel kesimleri bile içine alabiliyor? Örnek verirsek Nikaragua’da Sandinista Devrimi yıllarında orada çok güzel örgütlenmeler yapılıyor. Kimler yapıyor? Sandinist papazlar, din adamları. Bunlar aynı zamanda nedir? Sandinista gerillaları. Aynı zamanda Sandinista’nın edebiyatçıları, düşünürleriydi onlar.
Böyle bir kapsama biçimi var orada. Bu neden kaynaklanıyor? Tarih bilincinin yüksekliğinden. Bir papaz niye devrimci harekette; edebiyatçı olarak, gerilla olarak, militan olarak, öncü olarak yer alır? Tarih bilinci gerçekliğinden dolayı. Papaz nerede olduğunu bilir. O papazda bilinç var. Papaz kendisinin ezilen sınıfların, ezilenlerin mücadelesinin bir parçası olduğunu bilir. Yani papaz dinin nerede olması gerektiğini biliyor.
Hıristiyanlık, ezilenlerin kölelerin dini olarak ortaya çıkıyor. Daha sonraları egemen sınıfların dini haline getiriliyor. Bütün dinler önce ezilenler arasında gelişiyor daha sonra egemenlerin eline geçiyor. Latin Amerika’da din bu papazlar tarafından yeniden ezilenlerin dini haline getirilmek isteniyor.
Burada Hıristiyanlığın genel doktriner yapısına karşı evrensel bir tutum ortaya çıkıyor. Buna ne deniyor? Kurtuluş Teolojisi. Bu teoloji; Latin Amerika’da büyük tarih bilincinin, sınıf bilincinin, ezilenlerin mücadelesinin yarattığı bir sonuç.
Eğer Latin Amerika’da ezilenlerin mücadelesi olmasaydı; sömürgeciliğe, faşist diktatörlüklere, başkanlık rejimlerine karşı güçlü bir isyan geleneği olmasaydı, orada HIristiyanlık içerisinde gelişen bir eğilim olarak Kurtuluş Teolojisi diye bir eğilim de olmazdı. Latin Amerika’nın böyle bir gerçekliği var.
***
Türkiye’ye baktığımız zaman; Türkiye’de devlet değişik. Devletle halkın ilişkisi değişik. Türkiye’de devlete karşı veya egemen sınıflara karşı böyle görkemli gelenekler yok. İslamın içerisinden çekip işte böyle büyük Kurtuluş Teolojisi benzeri teori yaratacak bir geçmiş Türkiye’de ve Ortadoğu ülkelerinde yok.
Kurtuluş Savaşı yıllarında dinin iki türlü kullanımı var. Bir; padişah Vahdettin, Damat Ferit ve Şeyhülislamların yıkılış sürecinde kullandığı işbirlikçi din, bir de; Kuvayi Milliye’nin elinde Kurtuluş Savaşı’nda kullanılan anti emperyalist, ilerici muhtevaya sahip din. Kuvayi Milliye olmasaydı dinin Kurtuluş Savaşı’nda devrimci kullanımı olmayacaktı.
Dolayısıyla toplumdaki bu pratik katkıları ne yaratıyor? O toplumun tarihselliğinin özelliği yaratıyor. Eğer, geniş bir ezilenler kitlesi mücadelenin katılımcı unsurları olursa orada din dâhil, din adamları dâhil; geniş bir kesim, bu mücadelenin zemininde yer alabiliyorlar. Ama bu neye bağlı? Mücadelenin büyüklüğüne, geleneğin köklü geçmişine bağlı. Böyle büyük gelenek, büyük geçmiş, büyük mücadele geleneği yoksa, o ülkede düşünce de, katılım da, başkaldırı da cılız oluyor.
Türkiye’yle Latin Amerika arasında böyle bir farklılık var. Latin Amerika’daki ülkeler başardı, biz niye başaramadık? Bunun kökeninde şu var: biz farklı ülkeyiz, onlar da farklı ülke. Onlar da, biz de emperyalizme bağlı ülkeleriz. Bizim onlardan farklı olmamızın, yenilgiyi bu kadar sürekli kılmamızın, yenilgi psikolojisinden kurtulamamamızın nedeni; o sınıfsal ayrım noktalarından, o tarihsel farklardan kaynaklanıyor.
N– Umuttan yana bir karamsarlığımız yok. Ama biz; fırsatları kendi yetersizlik ve beceriksizlikleri nedeniyle devrimcilere kaçırtan yöneticiler bahsinde karamsarız. 80’den bu yana yapılan, yazılan, yaşanan ortada. Ayrıca bizim karamsar olduklarımız devrimin ve umudun eşiti değiller ki. Devrim onların tekelinde mi? Motosiklet ehliyetiyle kamyon sürmeye kalkışılınca hasar büyük oluyor.
Devrimci hareketlerin epeydir unuttukları kavramları, mücadele örneklerini, örgütlenme-çalışma tarzı örneklerini, dünya deneyimlerini hatırlamaları da umudu güçlendirecektir. Solda da bir eksen kayması mı var?
C– Dünya devrimci hareketine kuş bakışı baktığımızda dünya devrimci hareketinin tarihini sadece bir eylemler, pratikler dizisi olarak görmüyoruz. Aynı zamanda bu ezilenler mücadelesinin, başkaldırı tarihinin; film, edebiyat, roman, şiir, müzik, tiyatro geleneği olduğunu görebiliyoruz.
Dünya devrim hareketinde sadece eylemler, pratikler yok. Aynı zamanda bu pratiklerin, bu yaşantının, düşüncenin neleri var? Romanı, şiiri, felsefesi, filmleri, şarkıları, tiyatro oyunları var. Dolayısıyla saydıklarımın hepsi mücadelenin bir parçası ve mücadelenin doğrudan ürünleri. Biz, mücadeleyi daraltırsak; yani sadece pratikle ilgili bir süreç olarak ele alırsak ne yapmış oluruz? Yanılmış oluruz, yanlış düşünmüş oluruz.
O yüzden mücadeleyi geniş düşünmemiz, yani maddi ve manevi tüm boyutlarıyla; moral, ahlaki, sanatsal, estetik, politik, sosyal boyutlarıyla düşünmemiz gerekiyor. Dolayısıyla ezilenlerin mücadele tarihinin oluşturduğu; sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı, oyunları, felsefeyi, büyük bilgelikleri; mücadelenin pratiğine, mücadele eden insanların hayatına aktarmamız gerekiyor.
***
İki yüz yıllık sol mücadele tarihini oluşturan büyük bilgelikten, bu yapıtlardan, araştırmalardan, tartışmalardan kopuk bir devrimci hareket düşünmemiz, tasarlamamız bizi her zaman zaafa uğratır, yanlışa sürükler.
Bundan kurtulmamızın yolu; devrimci hareketi, Türkiye topraklarına, küçük grup pratiklerine hapsetmeden dünya devrimci hareketinin bir bütünü olarak ve dünya devrimci hareketinin bir parçası olarak görmektir. Buradan baktığımızda, bu bütünün sahip olduğu her şey; sadece eylemler, örgütler, afişler, yazılar, sloganlar, marşlar değil, aynı zamanda az önce saydıklarım, bütün bunlar bir geleneğin parçalarıdır; böyle bakmamız, böyle düşünmemiz gerekir.
Biz Türkiye devrimcileri olarak düşünürken; Lenin’nin, Marks’ın, Troçki’nin, Rosa Luxemburg’un, Che Guevara’nın, Castro’nun kitapları, dünya devrimci hareketlerinin pratikleri, dünya devriminin bilgeleri, deneyimleri; Küba, Vietnam, Çin, Ekim Devrimleri, ulusal kurtuluş savaşları, sosyal mücadele tarihi; bütün bunları göz önüne almamız, mümkün olduğu kadar hatırlamamız, hafızamıza kaydetmemiz, bunları kendi bilincimizin unsurları haline getirmemiz gerekiyor.
Yani bu mücadele bir bütün ve bu mücadelenin sadece pratiği yok, bu mücadelenin teorisi, manevi bir dünyası, ahlakı, kahramanları, sanat eserleri, bilgelikleri, donanımları, örnek insanları, öncüleri, kuramcıları, direnişçileri var. Bu bütünlük göz önüne alınarak düşünüldüğü zaman umutlu olmak için birçok neden var demektir.
***
Biz dünya devrimci hareketinin her şeyiyle bir parçasıyız. Bugün verilen mücadele 15-16 Haziran’da verilen mücadeleden ayrı düşünülemez. Ruhi Su’nun, Livaneli’nin müziği ayrı düşünülemez. Dostoyevski’nin romanlarından Sevgi Soysal’ın, Füruzan’ın romanları ayrı düşünülemez.
Biz yerel bir güç olmamızın yanında aynı zamanda enternasyonalist insanlarız. Devrimciler, sosyalistler sadece yurtsever değil aynı zamanda enternasyonalisttir. Sorunların çözümünü sadece kendi ülke toprakları üzerinde aramazlar, bütün dünyadaki insanlara çözüm ararlar. Bu onları enternasyonalizme götürür.
Biz enternasyonalist olduğumuzu hiçbir zaman unutmadan, dünyada neler oluyor sorusundan hiç vazgeçmeden kendimizi her zaman dünya sosyal tarih bütününün bir parçası olarak görmeliyiz. Her şeyiyle bu bütünün deneyimlerine, birikimine, bilgilerine sahip olmalıyız, bunu bilmeliyiz, bunu; mücadelesini vereceğimiz düşüncenin, örgütlerin bir zemini, oturduğu bir temel haline getirmeliyiz.
N– Dünyada basın açıklamalarıyla, konferanslarla… faşizmin gelmesinin önlendiği bir ülke var mı bilmiyorum. Ama bildiğim; koşar adım faşizme gittiğimiz bu günlerde, devrimcilerin tüm enerjilerini hızla bir araya gelmeye ve birbirlerine sahip çıkmaya vermeleri gerektiğidir. Yoksa; şair Şükrü Erbaş’ın “Yaşıyoruz Sessizce” si ‘Ölüyoruz Sessizce’ ye dönüşecek. Ne dersin?
C– Dünyada faşizmin zaferi, örneğin Almanya’da, Alman solunun günahlarının sonucudur. Alman solu birlik olsaydı, ittifak yapmış olsaydı; Nazilerin iktidara gelmesini engellerdi. Sol bölündüğü için, birbirine saldırdığı için, hatta o zamanki sekter sol, Sosyal Demokratları sosyal faşist gördüğü için Nazizm’in yolu açılmıştır.
Bütün dünyada karşı devrimciler yeteneklerinin, becerilerinin ürünü olarak iktidarı ele geçirmezler. Aynı zamanda bu; ezilenlerin bir araya gelip birliği, bir eylem birliğini, düşünce birliğini, pratik birliği, örgütsel birliği sağlayamamasının sonucudur. Yani ezilenlerin ve onların adına mücadele verenlerin günahlarının sonucu olarak egemen güçler, güçlü iktidarlar, kanlı diktalar kurabilirler.
Bugün faşizmi engelleyecek güç elbette –geçmişten de bildiğimiz gibi- faşizme karşı birleşik bir cephe temelinde örgütlenmedir. Bulgaristan’da vardı. Türkiye’deki cephenin bu cepheden farkı şudur: Türkiye’de bütün ezilenleri; mümkün olduğu kadar soldaki farklılıkları öne çıkarmadan, benzer yanları bir araya getirerek, benzer yanlara daha çok vurgu yaparak, benzerlikleri daha çok öne çıkartarak bir birliğin zemininde buluşturmalıyız.
Yani; sol, İslami faşizmi durduracak; aydınlanmacı, laik, emekten yana, emeğin haklarını savunan, halkların haklarını gözeten, Türkiye’yi çağdaş dünyadan koparmayan bir bakış açısıyla bir eylem birliği, bir ittifak zemini oluşturabilmeli. Bunu yapabilirse ancak İslami faşizmin rüyalarını gerçekleştirmesini engelleyebilir.
Yoksa birbirimizle didişerek, kendi farklılıklarımızla boğuşarak, hâlâ kendimize ayna tutmaktan korkarak yaşamaya devam edersek; İslamcı faşizm bize rağmen faşist şeriatçı dikta rüyasını gerçekleştirecektir. Onların rüyalarını gerçekleştirmesi; bizim ve laiklikten, çağdaşlıktan, demokrasiden, emekten, özgürlükten yana olan herkesin kâbusu olacaktır.
N– Tarihte yenilginin ne demek olduğunu bilen toplumların atağa kalktığını biliyoruz. Peki; bizde, devrimcilerin içlerindeki at, -Gezi’deki gibi- ne zaman, nasıl parlar?
C– Bu ülkede kapitalizmin iki yüz yıldan beri bir tarihi var. Bu ülkenin iki yüz yıllık bir modernleşme tarihi var. Türkiye’de modernleşme tarihi aynı zamanda Türkiye’de kapitalizmin tarihidir. İki yüz yıllık modernleşme süreci içerisinde, dünyadan farklı da olsa bir sınıflar gerçekliği oluşmuştur. Türkiye’de şimdi bir burjuvazi, bir işçi sınıfı vardır. Ara katmanlar, ara sınıflar da söz konusudur.
Türkiye’nin kendine ait bir sosyal mücadele tarihi var. Biz düşünürken; bu mücadele tarihi neyi besliyor, bu tarih nasıl oluşmuş, bu tarihte ne var diye bilmemiz gerekir. Ben lisede Giresun’da öğrenciyken “Grev” isimli bir tiyatro oyununa gittim. Orada aktör şunu söyledi: “15-16 Haziran direnişi olan bir ülkede faşizm yaşayamaz!” Bu benim kulağıma küpe oldu. Bunu mıh gibi zihnime çaktım.
Sosyal mücadelede halkın, ezilenlerin başkaldırdığı, başkaldırmayı öğrendiği bir ülkede faşizm yaşayamaz. 15-16 Haziran dışında bu ülkede birçok işçi hareketleri oldu; grevler, direnişler, silahlı boyutlara varan çatışmalar, işgaller…
***
Bu toplumun kültür genleri diye bir şey var. Bunlar zaman içinde oluşan genler. Bu toplumun kültür genlerinin kodlarında ne var? Mustafa Suphi’lerin mücadelesi, 15-16 Haziran, Nurhak, Kızıldere, Diyarbakır zindanlarında İbo’nun ve Yurtseverlerin direnişi, 12 Eylül’de hayatını kaybetmiş birçok insanın direnişi, sokakta vurulmuş infaz edilmiş devrimcilerin kanı, binlerce faili meçhulün anısı, 1 Mayıs gösterileri, kanlı 1 Mayıs’lar, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta faşizmin kontrgerilla katliamlarına direnen halkların kahramanlıkları var, bu ülkede faşizme, kapitalizme, emperyalizme karşı mücadelede bayrak açmış birçok örgütün mücadelesi, dergileri, yayınları, broşürleri, yaşayan insanları var.
Tüm bunların yarattığı toplumda bir nicelik, bir nitelik, bir birikim, bir deneyimler toplamı var. Dolayısıyla bunlar olduğu için; her şeyin suspus olduğunun, her şeyin bittiğinin sanıldığı, karşı devrimcilerin, dinci faşizmin Türkiye’yi teslim aldığının sanıldığı bir dönemde; Cumhuriyet tarihinin en kitlesel, en büyük başkaldırısı, en büyük isyanı gerçekleştirildi. Neydi bu? Gezi isyanı.
Milyonlarca insan katıldı. Neden katıldı? Az önce saydığım birikimlerden, köklerden dolayı katıldı. Bunlar olmasaydı Gezi isyanı olmazdı. Gezi günlük bir isyan değildi. Kökleri geçmişten gelen yani kökleri mazide olan, atiye uzanan bir gerçeklikti Gezi.
Dolayısıyla; Gezi’yi gerçekleştiren, 15-16 Haziran’ı gerçekleştiren, kültürel hafızasında, kültürel genlerinde bu kodlar olan bir ülkede umutsuz olmaya hiç gerek yok. Bu ülke, bu sosyal tarih mirasından dolayı her zaman umudu hak eden bir ülke.
Her zaman hayatın yeniyi yaratacağına inanmalıyız. Yeni olanın yanında, ilerici olanın, ilerici birikimin yanında yer almalıyız.
Umutlu olmalıyız. Umutlu olmak için çok nedenimiz var, umutsuzluk için nedenimiz olmamalı. Çünkü diyalektikçiyiz. Diyalektikçi; en kötü şartların içerisinde bir umudun, bir iyiliğin, bir güzelliğin, bir aydınlığın olduğuna inanan insandır. Biz diyalektikçi olduğumuz için, bunu tarihten biliyoruz, buna inanıyoruz, bunu görüyoruz. Bu nedenle umutluyuz.