Mülkiyeli bilim insanı Prof. Dr. Taner Timur’un “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı” adlı kitabı Yordam Kitap’tan çıktı. Prof. Dr. Taner Timur, kitaba ilişkin Cumhuriyet Kitap Eki’nden, Gamze Akdemir’in sorularını yanıtladı.
“İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı” adlı kitabınızda İslam’da reform sorunu; İslam tarihinde kırılma, değişim ve dönüşümlerde başı çeken figürler ve yaşamları; geleneksel altyapıların çöküşü; kapitalizm, sömürgecilik ve Doğu’da uyanış dönemleri; Türk Devrimi örneği; saltanat ve hilafet, din ve devlet ayrımı çözümlediğiniz başlıca konular. Bu bağlamlarda, kronolojik bir izlekte dört bölümde bütünlenen makalelerinizin yol haritasını anlatır mısınız?
AKP iktidarı ile din, toplum ve siyaset tartışmaları gündemin ilk sırasına oturdu. Ülkenin geleceğiyle ilgili hiçbir vatandaş bu tartışmalara kayıtsız kalamazdı. Toplum ve siyaset bilimcilere ise adeta özel bir görev düşüyordu. Ben de bu düşünceyle geçtiğimiz yıllarda bazı makaleler yazmıştım. Yeni okumalar yaptım, bunlara daha ayrıntılı makaleler ekledim ve bu kitap ortaya çıktı.
Kitabım genel nitelikte bir giriş ve tarihi sırada birbirini izleyen dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde İslam’ın doğuş koşullarını -bu alandaki en güvenilir kaynaklara dayanarak- ele aldım. Tarım ve ticaretteki atılımlarla nasıl bir kültürel devrime dönüştüğünü anlatmaya çalıştım. Eski Yunanca’dan çevirilerle özümlenen antik felsefe bu konuda belirleyici olmuştu. Bu kültürel devrim Abbasiler döneminde siyasal bir devrime de yol açmış ve Halife Memun döneminde Kuran’ı “Allah’ın halk edilmiş sözü” kabul ederek tarihselleştiren Mutezile akımı iktidar olmuştu. Bizden 1200 yıl kadar önce gerçekleşmiş olan bu devrim günümüzde hala tartışma konusudur ve Muhammed İkbal, Fazlur Rahman, Muhammed Arkoun gibi müslüman düşünürler tarafından övülmüştür. 150 yıl kadar önce de Ernest Renan bunu Hıristiyanlıktaki protestan devrime benzetiyordu. Yani İslami anlayışta Luther’den yaklaşık 700 yıl kadar önce gerçekleşen devrimi..
…
Peki, bu durumda “dinde reform” fikri ve kavgaları yeniden ne zaman gündeme geldi?
Dinde reform fikri feodal toplumdan kapitalizme; “cemaat”ten “millet”e ve “tebaa” anlayışından da “vatandaş” anlayışına geçilirken gündeme geldi. Batı’da Protestan akım bu koşullarda ortaya çıktı. İslam dünyası ise bu sürecin dışında kaldı. Geri kalmış olmasının ve büyük bir kısmının sömürge haline gelmesinin nedeni de buydu. İslam’da “reform” fikri sömürge koşulları içinde ve bu durumdan kurtulma arayışları içinde doğdu. Batılı burjuva siyasetçi ve düşünürleri de buna karıştılar ve süreci yönlendirmeye çalıştılar.
Bu konuda Cemaleddin Afgani ve Seyit Ahmet Han örneklerini veriyorsunuz. Bunların yöntemlerini özetler misiniz?
Aslında bunlar teorik olarak birbirine zıt iki akımı temsil ediyordu. Afgani sömürgeciliğe karşı idi; fakat ününü de daha çok sömürgeciliği bir “uygarlık misyonu” olarak sunmaya çalışan Renan’la yaptığı “tartışma”ya borçluydu. Üç boyutlu ve yerine göre biri öne çıkan bir İslamcılık anlayışı vardı. Mason olarak seküler yaşama açılan bir İslam anlayışını savunuyordu. “Milliyetçi” olarak bulunduğu ülkenin ulusal duygularına hitap ediyordu. “İslamcı” olarak da geniş İslam kültürü, hitabet gücü ve antik kılık kıyafetiyle insanları cezbediyordu. Ne var ki sömürgecilikle savaşta halk kitlelerine dayanmayı değil de devlet adamlarına danışman olmayı seçtiği için başarılı olamadı; yer yer ajanlıkla suçlandı ve sonunda da Yıldız Sarayı’nda hazin koşullar içinde öldü. En değerli öğrencisi Muhammed Abduh’un öğretisi de bugün “Müslüman Kardeşler” bayrağı altında devam ediyor.
Hindistan’da Seyit Ahmet Han’a gelince, o halkının çaresizliği içinde sömürge yönetimiyle işbirliğine gitti. En büyük silahın eğitim olduğuna inanıyordu. Arkadaşları ile, 1875 yılında, “Aligarh Üniversitesi”ni (Muhammedan Anglo-Oriental College) bu inançla kurdu. Oysa bu “Müslüman Oxford”da derslere Kuran kıraatiyle başlanıyor, kız öğrenciler kuruma kabul edilmiyordu. Yine de kurtuluş savaşına öncülük yapacak Hintli Müslümanların çoğu buradan mezun oldular. Fakat sonuca bakılırsa onların mirasçıları da bugün Müslüman Kardeşler’den çok farklı bir anlayışı temsil etmiyor. Her iki hareket de şeriat düzenini savunuyor ve laikliği şiddetle yadsıyor.
…
Bu konuda nasıl bir tablo çıktı ortaya? “Vatan ve özgürlük şairi” şeklindeki genel imajından farklı yönler çıktı mı?
Buna ek olarak, çok yönlü toplumsal analizleriyle çağının ilerisinde bir düşünür tablosu çıktı ortaya! Namık Kemal bu analizleri üç buçuk yıl Avrupa’da kaldıktan sonra çıkardığı İbret gazetesinde yapmıştı. O sırada Osmanlı toplumunun temel sorunu “ümmet”ten çağdaş bir “millet”e geçiş (“nation building”) sorunu idi. Kemal de “imtizacı akvam” (kavimlerin uyuşması) başlığı altında bu soruna yanıt arıyordu. Herkesin okuduğu okullar, her erkeğin katıldığı askerlik görevi, “lingua franca” anlamında ortak bir dil bunun başlıca araçlarıydı. Kemal’in özellikle dilde sadeleşme konusundaki katkısı hepsinden önemliydi. Ayrıca düşünürümüz tarımda köylülerin nasıl ezildiğini, Batı kapitalizminin Osmanlı zanaatini bile çökerttiğini anlatan analizler yaptı. Evet liberaldi; İngiltere hayranıydı, ama madalyonun öbür yüzünü de görüyordu. Şeriatçılığına gelince, aslında bu da İngiliz Protestanlığı gibi bir şeydi. Tüm referansları aydınlanma düşünürleri idi. Siyasi ve iktisadi konuları tamamen seküler yaklaşımla ele alıyordu. Buna karşılık 16. yüzyıl ulemasından Kınalızade’nin, günümüz İslamcılarının hala övdüğü Ahlak-ı Alâi’sinden “nefsi öldürürcesine cebr altında tutan” bir eser diye söz edebiliyordu. Fakat ne yazık ki sonraki dönemde, daha çok toplumsal konumundan ve muhafazakâr ailesinden kaynaklanan Osmanlıcı ve hamasi yönleri ön plana çıkarıldı.
Namık Kemal’in laik cumhuriyeti hazırlayan fikir ortamına katkısı ne olmuştur?
Namık Kemal aslında İngiliz tipi evrimci bir düşünce yapısına sahipti. Fakat “şeriat” ve “meşveret” anlayışı kuşku yaratıyor, tutucu çevrelerde “ihtilalci”likle suçlanıyordu. Bu kavram o tarihlerde en ağır suçlamaydı. Oysa “Hürriyet’in İlanı” (1908) ve canlı tartışmalar durumu değiştirdi. “İhtilalci” suçlaması devam etse de, ona karşı -ve bu kez olumlu anlamda- “inkılâp” sözcüğü ağır basmaya başladı; hatta giderek “ihtilal” sözcüğünün yerini aldı! Sonra Büyük Savaş, yenilgi, İzmir’in işgali ve ölüm kalım savaşı.. Zaferden sonra müttefikler Lozan’a İstanbul Hükümeti temsilcisini de çağırınca, Kurtuluş Cephesine artık tek yol kalmıştı: “İnkılap”, yani Devrim! Bu koşullarda önce Hilafet ile saltanat ayrılarak, saltanat kaldırıldı; sonra da -Halife Abdülmecid bu arada “Sultan” gibi davranışlar içine girince- Hilafet lağvedildi. Zaten Mustafa Kemal Paşa derin bir sezgiyle buna hazırlanmış ve zaferden sonra Meclis’te bu yönde çok önemli bir konuşma (30 Ekim 1922) yapmıştı. Konuşmasında ilk dört halife dönemine kadar uzanıyor, örnekler vererek “Hilafet-Emaret” birliğinin “ilke” gereği değil, pratik zorunluluklarla doğduğunu açıklıyordu. Ayrıca bu birliğin tarihte nelere mal olduğunu da anlatıyordu. Yani açıkça din-devlet ayrımını, laikliği savunuyordu. O günkü şartlarda bunun tek yolu da devrimci yöntemdi. Bugün hala laiklik zorla, tepeden inme yöntemlerle empoze edildi diye Devrim’i karalayanlar, bunun almaşığının şeriat düzeninde ve karanlık çağda kalmak olduğunu görmek istemiyorlar. Namık Kemal daha 1868’de, Hürriyet’de, “Cumhur”u “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımlıyor ve “o hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” diyordu. Ona göre Osmanlı Devleti’nde, o tarihte, “icrası mümkün olmasa da, hak, batıl olmuş demek değildi”. Mustafa Kemal Atatürk ise, tam elli beş yıl sonra, “Cumhur artık bugün mümkün” dedi ve cumhuriyeti ilan etti.
Peki, daha sonraki dönemde İslamcılığa önderlik yapmış Mehmet Akif ve Necip Fazıl için neler söyleyebiliriz?
Biri Meşrutiyet, öbürü Cumhuriyet döneminde etkili olmuş bu iki yazarın ortak tarafları da, farklı tarafları da bulunuyor. Ortak tarafları her ikisinin de laik cumhuriyete cephe almaları. Akif, cumhuriyet ilan edilince yurdu terk etti ve Mısırlı fellahların kanını emen Abbas Halim ailesinin himayesine sığındı. Necip Fazıl ise Büyük Doğu hareketi ile şeriat düzenini geri getirme yönünde elinden geleni ardına koymadı. Farklı yönleri de şu: Akif “istibdat”a karşı idi ve Abdülhamid despotizmini aşağılayan şiirler yazdı. Necip Fazıl ise temel kitabında geliştirdiği “Başyüce” ve “Yüceler Meclisi” ile tam bir İslamcı totalitarizmi savundu.
Bugün AKP’nin izlediği politikayı bu akımlar bağlamında değerlendirir misiniz?
AKP din ve siyaset konusunda tabii ki Necip Fazıl’a özlem duyan bir politika izledi. Unutmayalım ki başlıca kurucuları (Erdoğan, Gül, Arınç vb) Büyük Doğu Hareketi içinde yetişmiş politikacılardı. İktidarda da, Erdoğan, Necip Fazıl’ın gazetesinde uyguladığı politikayı uyguladı. Önce geniş cephe kurarak ünlü ve laik zihniyetli bir sürü yazara (Şükrü Baban, Mustafa Şekip, Burhan Belge, Kazım Nami, Bedri Rahmi, Fikret Adil, Sait Faik vb) sütunlarını açtı; sonra da “Babıâli” adını verdiği anılarında bu “kof şöhretler”i nasıl kullandığını sinik bir dille anlattı. AKP de iktidara her türlü akımı (liberaller, eski sosyalistler, Gülenciler, Kürt siyasetçiler) içeren bir “geniş cephe” ile geldi. Sonra da “kan uyuşmazlığı var” (!) dedikleri giderek tasfiye edildi ve son aşamada da yerleri MHP ile dolduruldu. Bu bir bakıma eşyanın tabiatına da uygun oldu. Türkiye’de demokrasi ancak bu iki sağ-uç kanat yenilgiye uğradığı zaman zafer kazanmış olacaktır. Bu noktaya da hızla yaklaştığımız inancındayım.
(Söyleşinin tamamı Cumhuriyet Kitap’ta)