Seçimler biteli on gün oldu; oysa ne görüyoruz? Vatandaş artık “huzur!” derken, huzursuzluk daha da arttı. Gözler İstanbul’da; dananın kuyruğu orada kopacak; düğüm orada çözülecek.
Peki, neden böyle oldu?
Yanıt ortada: Tüm devlet, medya ve finans olanaklarını seferber ederek İstanbul’a yüklenen AKP, aldığı sonucu beğenmedi: “Şaibeli” buldu. Erdoğan, “Usulsüzlükler tabii bazı değil, neredeyse bütünü usulsüz” diyor ve “kanka”sı Bahçeli de onu tamamlıyor: “Eğer seçim sonuçları toplum vicdanında huzur bulmayacak bir anlayış içerisinde sonuçlanmışsa, o vicdanı oluşturabilecek yeni bir seçim de düşünülebilir”! Devlet Bey bununla da kalmıyor, bir de tarih veriyor: İstanbul’da seçimi yenileme kararından 60 gün sonra, ilk Pazar! Bunların altını çizmemiz lazım; ne de olsa MHP Başkanı “seçim” konularında uzman sayılır!
Demek ki Tayyip ve Devlet beylere göre sorun, kendi anlayışlarına uygun bir “huzur ve vicdan sorunu” imiş! Mesaj da kısaca şöyle: “Huzur” ancak “Cumhur İttifakı” tarafından sağlanabilir; buna uygun olmayan seçim sonuçları “şaibeli” sayılır ve vicdanı rahatsız eder. “Makbul seçim” ise ancak “makbul vatandaş”ların çoğunluk sağlayacağı bir oylama ile yapılır!
Galiba bu inanca göre en iyisi hiç seçim yapmamak olurdu? Öyle ya, bugünkü “makbul vatandaş”lardan bir kısmı mührü doğru yere basamıyor diye, onları herhalde oy kabinine bir “yardımcı” ile gönderecek değiliz. Bu yapılamayacağına göre, demek ki seçimler yine “şaibeli” sayılabilecek ve huzursuzluk da artmaya devam edecek! Sonunda da “buyurun yeniden sandıklara!”.
Aslında Erdoğan ve Bahçeli’nin gönüllerinde nasıl bir rejim yatıyor? Galiba asıl sorun burada ve bu konuda bazı önemli ipuçları da yok değil. Tayyip Bey’in sadık referansı Necip Fazıl, hep “Halkın değil, Hakk’ın iradesi!” derdi. Mürşid’in siyasi ütopyasında, “Başyüce”, mutlak bir otoriteydi ve yasaları da seçilmiş bir meclis değil, “Başyüce”ye bağlı bir “Yüceler Kurultay”ı çıkarıyordu. Ülkücü gelenekte ise, “Ulul emre itaat” düzeninin tepe noktasında “Başbuğ” yer alıyordu. Başyüce ve Başbuğ, işte demokrasiyle bağdaşması hayli zor olan iki yüce otorite!
Bunları -ve fazlasını- bilen biliyor; şimdiye kadar da kimse yadsımadı. Örneğin Başkan Erdoğan, Necip Fazıl’ı göklere çıkaran konuşmalarında, Üstad’ın “İdeolocya Örgüsü”nde geliştirdiği İslamcı totalitarizmin bize uymadığını bir kez bile söylemedi. Kimse de ona sormaya cesaret edemedi. Durum bu ve tabii ki bu bize özgü bir durum da değil. Çok eskilere uzanan bir tarihi var. Dünya irili ufaklı sayısız “Sezar”lar, “Bonapart”lar gördü; onları da “Duce”ler, “Führer”ler, Caudillo”lar izledi.. Günümüzde ise ufku bulutlar sarmış; dünya yeni arayışlar peşinde; umut avcıları birbiriyle yarışıyor..
Oysa ne görüyoruz?
Yaşanan bunca trajediden sonra, şimdilik sahneyi “komedyen”ler tutmuş ve bunların en ustası da Beyaz Saray’da oturuyor. Artık şansız bir referans mı diyelim, bilemem, Erdoğan da İstanbul seçimi için onun ülkesini işaret etti ve şunları söyledi: “Dünyada bırakın itirazları, Amerika’da yüzde bir gibi bir sıkıntılı oy miktarı olsa bakıyorsunuz erken seçime gidiyor”.
Doğrusu Erdoğan’ın hangi seçimleri kastettiğini bilmiyorum, ama şu anda ABD Başkanı Trump’ın son seçimde rakibi H. Clinton’dan iki milyon kadar daha az oy aldığını herkes biliyor. Gerçi orada da huzur bozuldu, hem de çok bozuldu; ama buna seçim sisteminin azizliğine uğrayan Demokratlar değil, Trump’ın saldırgan ve bölücü politikası neden oldu. Bakalım Amerikalılar yaklaşan seçimlerde buna ne yanıt verecekler.
Kuşkusuz bu emperyal ülkenin seçimi tüm dünyayı olduğu gibi bizi de yakından ilgilendiriyor; fakat biz yine Türkiye’ye dönersek şunu görüyoruz: Genel seçimlere daha uzun süre var ve akıldan çok, çıkar ve saplantıların hakim olduğu bir düzende ileriyi görmek de hiç kolay değil. Yine de şu söylenebilir sanıyorum: Bu kavgada son kertede kaybedenler, ülkeye kamplaşma, kutuplaşma ve nefret politikasını hâkim kılanlar olacaktır. Bu son seçimler bu yönde önemli bir adım oldu; şeflerin ve “makbul”lerin huzurunu kaçırmasının nedeni de bu galiba! Tabii bir olasılık da devletin kriz içinde yönetilemez hale gelmesi ve Devlet Bey’in –artık alışık olduğumuz bir çıkışla- “bu karmaşa dört yıl daha süremez!” diye erken seçim istemesi…
