İlter ERTUĞRUL
2015 seçimleri, bir koalisyonu zorunlu kıldı ya, herkes kendi meşrebine göre bir koalisyon istiyor ve TV kanalları tercih ettikleri koalisyona izleyenleri ikna etmek ve o yönde bir kamuoyu oluşturmak için “iliştirilmiş” konuklardan mürekkep programlar yapıyor. Örnek olarak da daha çok 90’lı yıllar gösteriliyor ve bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın dayanılmaz hafifliği ile yorumlar yapılıyor.
Türkiye’de koalisyonların 60 yılı aşkın bir geçmişi varsa da, Birinci ve İkinci Meclisi, içinden iki “liberal” muhalif parti çıkaran, ama “tek parti” iktidarında toprak reformunu TBMM’den geçiremeyen 1950’ye kadarki CHP’yi; dönemin “komünist”lerinden eski CHP’lilerine kadar daha sonra herkesin “kurucu bendim” demekte yarıştığı DP’yi de sözcüğün o anlamıyla (çeşitli güçlerin bir araya gelmesiyle oluşan birlik) bir “nevi” koalisyon saymak mümkün ama “resmi” koalisyonlar, 1961’de İsmet Paşa ile başlıyor. O dönemi meraklısına anımsatmakla yetinip 70’lerden itibaren koalisyonlara bir yolculuk yapalım mı?
70’li Yıllar
12 Mart muhtırasında henüz CHP’nin genel sekreteri olan Ecevit, “muhtıra bana karşı verildi” demişti ve 12 Martçıların bütün partilerin yer almasını istedikleri hükümete (yani, “elmecbur koalisyon”a) CHP’nin bakan vermesine karşı çıkmıştı.
Buna karşın, Nihat Erim’in başbakanlığında CHP dahil TBMM’deki bütün partilerin bakan verdikleri “reform ve huzur” hükümeti kuruldu. “Reform” hayalleri çabuk suya inen 11’ler sırra kadem basarken, geriye “huzur” kaldı. Askerlerin “balyoz”la sağlayacağı huzur… (Herhalde, “balyoz”u yalnızca 2000’li yıllara ait sanmıyordunuz?)
Çünkü, 12 Mart’ın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözleriyle “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmeyi aşmıştı, önlenmeliydi!” Önlendi. Toplumun üzerinden bir “balyoz” geçti. Akademisyenlerin, aydınların, öğretmenlerin, öğrencilerin, sendikaların, yazarların, gazetecilerin; düşünen herkesin ve başta “üç fidan”, onlarca fidanın…
***
1973 seçimleri, uzun süredir iktidarını sürdüren bir partinin çoğunluğu kaybetmesi açısından 2015 seçimlerine benzetilebilir, ancak koalisyon olasılıkları 2015 kadar çok değildir (Milletvekili sayısının 450, güvenoyu alabilmek için 226 oy gerektiğini aklımızın bir köşesinde tutalım).
1973 seçimlerinin sandalye sayısına göre sonuçları şöyleydi:
Birinci -12 Mart’a bakan verilmemesini savunduktan sonra gidilen CHP kurultayında İsmet İnönü’yü deviren Ecevit’in genel başkanlığındaki- CHP: 185 milletvekili. İkinci AP: 149 milletvekili. Üçüncü MSP: 48 milletvekili. Dördüncü DP: 45 milletvekili. Beşinci Turhan Feyzioğlu’nun (TBB başkanı Metin Feyzioğlu’nun dedesi) Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP): 13 milletvekili. Altıncı MHP: 3 milletvekili. Bir de (daha çok Alevi seçmene dayanan) Türkiye Birlik Partisi: 1 milletvekili (Mustafa Timisi). Ayrıca 6 da bağımsız var.
1965 ve 69 seçimlerinin tek başına iktidarı, 1969’da bir önceki seçimlere göre milletvekili sayısını artırmış (240’tan 256’ya) Adalet Partisi (AP), 1973 seçimlerinde ikinci parti oldu.
(1961 Anayasasının “özgürlük” döneminde, barajsız D’Hondt sistemindeyiz. Baraj yok! Bir ilden milletvekili çıkaracak kadar oy almak yeterli. Bir milletvekili çıkaran parti de TBMM’de temsil edilir, 100 milletvekili çıkaran parti de…
30 yıldır yüzde 10 barajla yatıp kalkmış nesiller için bu “özgürlüğün” anlaşılamaz bir şey olduğunun farkındayım ama, Türkiye’de hayat, AKP ile başlamadı. “Eyyyy gençler” kendinizi bildiniz bileli AKP’den başka bir iktidar görmediniz, “eeeey gençler” doğduğunuzdan beri Ankara’da tek bir belediye başkanı gördünüz diye, hep böyleydi sanmayın. Her türlü baraj, halkın iradesine müdahaledir. Baraj, olmamalıdır. Parantezi şöyle kapatalım: Yüzde on barajı, anayasada yer almaz, onun için kaldırılması, anayasanın değiştirilmesini gerektirmez.
Anayasadaki “temsilde adalet, yönetimde istikrar” ilkesi ise, 1995 değişiklikleriyle anayasaya girmiştir. Israrlı temsilcileri arasında bulunan Coşkun Kırca’nın 1982 Anayasasının, 12 Eylül 1980’den önce hazırlanmış “taslağı”nın hazırlayıcılarından biri ve 12 Eylül sonrası Turhan Feyzioğlu başbakanlığında kurulup vazgeçilen ilk hükümetin Dışişleri bakanı olduğunu anımsatalım.)
Seçim, 14 Ekim 1973’te yapıldı (O zaman, “45 günde hükümet kurulamazsa, erken seçime gidilir” kuralı yok). Koalisyon, 1974 Ocağında, ancak kurulabildi: Başbakan: Bülent Ecevit. Başbakan Yardımcısı: Necmettin Erbakan. CHP-MSP koalisyonu.
1973’ün en ilginç olayı ise; 1971’in önce 9 Martçı, sonra 12 Martçı Kara Kuvvetleri Komutanı, ardından Genelkurmay Başkanı, cumhurbaşkanı seçileceğinden emin emekliye ayrılan ve cumhurbaşkanı seçilmesi için Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın kontenjan senatörlüğüne atayarak Cumhuriyet Senatosu’na soktuğu Faruk Gürler’e karşı, Ecevit ve Demirel’in çektiği setti. CHP ve AP anlaşarak eski Deniz Kuvvetleri komutanlarından Fahri Korutürk’ü cumhurbaşkanı seçti.
(Fahri Korutürk’ün oğlu Osman Korutürk, Erdoğan’ın “monşerler” aşağılamasına tepki gösteren Dışişleri mensupları arasında yer aldı. 24. dönemde CHP İstanbul milletvekilliği yaptı.)
***
1974 Ocağında kurulan CHP-MSP koalisyonu 1974, 20 Temmuzunda, “Birinci Kıbrıs Barış Harekâtı”nı, Dışişleri bakanı Turan Güneş’in “kızım Ayşe tatile çıkabilir” sözüyle 14 Ağustos’ta ikinci harekâtı yapan koalisyon. Erbakan’ın “Kıbrıs’ın tamamını alalım” dediği koalisyon.
Sonu, “Kıbrıs Fatihi Ecevit”in bu başarıyı oya tahvil etme çabasıyla geldi. Ecevit, İskandinavya gezisinde başbakanlığı Erbakan’a bırakmayayım, CHP’li birine (Orhan Eyüboğlu) bırakayım krizi çıkardı ve 17 Kasım 1974’te istifa etti. Tabii, “erken seçim” isteyerek…
Ve Türkiye’nin asıl “felaket”i, ondan sonra kurulacak koalisyonla başladı. 5 ay sonra ancak kurulabilen bir koalisyonla…
(Arada, güvenoyu alamadan görev yapan bir Sadi Irmak hükümeti var. Aklınızda bulunsun. Cumhurbaşkanının onayladığı hükümet, yenisi kurulana kadar devam eder. Sözgelimi, Erdoğan’ın görevlendirmesinden sonra Davutoğlu bir azınlık hükümeti kurar ve cumhurbaşkanı onaylarsa, güvenoyu alamasa bile, 45 gün içinde başka bir hükümet kurulamadığından Türkiye erken seçime giderse, -üç bakan dışında- o hükümetle seçime gidilir.).
***
“Milliyetçi Cephe”, “sol” (o dönemde sol, bazılarına göre “komünistlik” demek) bir parti ile İslamcı (sağ) bir partinin kurduğu koalisyon yerine, aslolarak “sağ” partilerden kurulacak bir koalisyonun daha doğru olduğu tezine, en başta da “komünizme karşı ittifak”a dayanıyordu. Bunun için “Milliyetçi Cephe” olarak adlandırıldı. Dönem; “Komünistler Moskova’ya” dönemi.
Ancak AP+MSP+MHP+CGP’nin sandalye sayısı hükümet kurmaya yetmiyordu ve milletvekili transferini de gerektiriyordu. Kaynak, AP’den ayrılanların kurduğu Demokratik Parti’ydi. Erken seçime gidilirse kimin TBMM’ye geri dönebileceğinin garantisi yoktu ve “Kıbrıs Fatihleri”nin avantajı açıktı. Onun için ne pahasına olursa olsun hükümet kurulmalı ve erken seçime gidilmemeliydi.
(Biliyorsunuz, parlamentonun varlığı aslında kralın harcamalarının denetiminden, yani “bütçe”den başlar. Bu yüzden bütçesi kabul edilmeyen -ret edilen- hükümet düşer. Bunu önce Süleyman Demirel, İsmet Paşa’ya yaptı ve bütçesini ret ettirerek İnönü başkanlığındaki koalisyonu düşürdü. Artık kaderin bir cilvesi midir, Paşa’nın dahli var mıdır bilinmez (doğru yanıt “hiçbiri”), Bozbeyli liderliğinde AP’li bir grup aynısını Demirel’e yaptı (11 Şubat 1970) ve hükümeti düşürdü. Demirel, “6 defa gittim, 7 defa geldim derken bunu da sayıyor. Demirel, 1. Milliyetçi Cephe’yi, o DP’den ayarttığı milletvekilleri ile kurdu. AP’ye dönenlerin başında “rakibi ve hemşehrisi” Sadettin Bilgiç geliyordu. Bilgiç’in oğlu Süreyya Sadi Bilgiç, iki dönemdir AKP’den Isparta milletvekili.)
Birinci Milliyetçi Cephe’de Erbakan, Feyzioğlu ve Türkeş başbakan yardımcısı oldu. 1977 seçimlerine kadar süren 1. MC’nin -diğer kötülükleri yanında- siyasetimize kazandırdığı (!) şeylerden biri, “milletvekili transferi”ni olağan bir olay haline getirmesiydi. Tabii ki, “vatanın ve milletin ulvi çıkarları için”…
(Koalisyon hükümetlerinin nelere kadir olabileceğini anımsatmak açısından aktarılması gereken bir şey daha var: Demirel, bu MC döneminde, Semih Sancar’dan sonra Genelkurmay başkanı olacak Kara Kuvvetleri komutanının kendine yakın birisi olması için müdahale etmeseydi, Kenan Evren, Ege Ordu komutanlığından emekliye ayrılıp yerleşmek üzere gittiği İzmir’de, yalnızca orduevlerinde resim sergisi açan, emekli bir orgeneral olacaktı.)
Birinci MC ile gidilen 1977 seçimlerini CHP yine birinci parti olarak bitirdi: Yüzde 41,38 (Bir “sol” partinin aldığı en yüksek oy olarak söylenen ve bu oya karşın tek başına iktidar olamadığı anımsatılan budur). Oysa, Ecevit o gece “balkon”a çıkıp CHP’nin tek başına iktidarını bile kutlamıştı (!). Ancak, sabaha doğru, 226’yı bulamadığı ve 213’te kaldığı anlaşıldı.
Bunun üzerine Ecevit, sıranın ikinci partinin lideri Demirel’e geçmemesi için bir “azınlık hükümeti” kurdu ve beklendiği gibi güvenoyu alamadı. Siyasi tarihimizde diğer partilerin koalisyon kuramaması için kurulmuş azınlık hükümeti de var. 45 günlük sürenin doldurulması için yeniden kullanılacak mı, göreceğiz.
(Türkiye 22 yıl sonra, 1999 seçimlerine TBMM’deki tüm partilerin desteği ile -bu kez başka bir adla ama, aynı liderin başbakanlığında- Ecevit’in DSP azınlık hükümeti ile gitti.)
***
1977 seçimlerinde AP, milletvekili sayısını 149’dan 189’a, MHP 3’ten 16’ya çıkarmış, MSP yarı yarıya azalmıştı: 48’den 24’e. CGP de 13’ten 3’e düşmüş, DP ise adeta çakılmıştı: 45’ten 1’e…
AP+MSP+MHP 229 ediyordu ve 2. Milliyetçi Cephe hazırdı. Ecevit’in “umutsuz” azınlık hükümeti girişiminin nedeni de buydu.
***
- MC, tahribatı çok daha fazla olsa da, sadece 6 ay sürdü. 1978 Ocağında “vatan ve milletin ulvi çıkarları için” AP’den ayrılan 12’lerden (sonra 11’e düştüler) biri dışında hepsinin (Orhan Atalay) “bakan” olduğu, DP (Faruk Sükan, başbakan yardımcısı oldu) ve CGP (T. Feyzioğlu, başbakan yardımcısı oldu) ile “Güneş Motel” olarak bilinen koalisyon hükümeti kuruldu (İki bakanı daha sonra yolsuzluktan mahkûm olacaktı).
Gerek 2. MC, gerekse “Güneş Motel” hükümetleri daha çok “yokluklar”la anıldılar. Bir milletvekilinin bile önemli olduğu bu hükümet, 1979 ara seçimlerini “bej-sıfır” kaybedince, 12 Kasım 1979’da istifa etti. Ama seçimden önce K.Maraş olayları yaşanmış, Türkiye’nin bir bölümünde sıkıyönetim ilan edilmiş, yolsuzluk iddiaları yüzünden istifalar nedeniyle hükümet çoğunluğu kaybetmişti.
Yerine, MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği AP azınlık hükümeti kuruldu. 24 Ocak kararlarını alacak ve bu kararları uygulatabilmek için “bizim çocuklar”ın 12 Eylül darbesini yapacağı hükümet. Başbakanlık müsteşarı ve DPT Müsteşar vekilinin Turgut Özal olduğu hükümet.
Türkiye, 12 Eylül’e bu hükümetle gitti. Özal, 12 Eylülden sonra kurulan hükümette, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak iktidarda kalmaya devam etti.
Son olarak, “24 Ocak kararlarının arkasındaki şahıs kim” sorusuna yanıt verelim: Ne Demirel, ne de Özal; o şahıs Kemal Derviş… 2015 seçimlerinden önce bir parti tarafından ekonominin başına getirileceği taahhüt edilen ve “birtakım çevrelerce” seçimden önce ve sonra oraya gelmesi istenen ve desteklenen şahıs.
Sanırım, AKP+CHP koalisyonunu kimlerin istediği böylece açıklığa kavuşur.
1973-80 arasında kurulan koalisyonlar, 12 Eylül’ün yüzde 10 barajının bahanesi oldu.
12 Eylül’ün zaten her şey için bir bahanesi vardı. “Asmayalım da besleyelim mi” bahanesi vardı, “otelin kapısında çalışan üniformalı benden çok maaş alıyor” bahanesi vardı, miting düzenlenen her il ile mutlaka “hemşehri” çıkmak için örneğin “tatbikata giderken buradan geçtim” vb bahanesi vardı, her nutukta “halkı aydınlatmak için” mutlaka bir ayet okuma bahanesi vardı, milletvekillerini transfer bahanesi vardı vs vs vs.
12 Eylülcülere göre, artık koalisyon da, milletvekili transferi de olmamalıydı. Bunun için genel seçimde yüzde 10 barajı getirildi ve milletvekili transferi yasaklandı. Bir partiden başka partiye geçenin milletvekilliği düşecekti. Demirel’in “demokrasilerde çare tükenmez” özdeyişine uygun biçimde “çare”, transfer olacak milletvekillerinin her birinin parti kurmasında bulundu. Her biri kendi genel başkanlığında birer parti kurdu ve o partiler, kurultaylarında transfer olunacak partiye katılma kararı aldılar.
Bunun en önemli siyasi sonucu, Tansu Çiller için kurulan Meclis Mal Varlıklarını Araştırma Komisyonu’nun SHP’nin, yani Karayalçın’ın desteği ile “bütün liderler”in mal varlıklarını araştırma komisyonuna dönüştürülmesiydi. 12 Eylülün transfer yasağını aşmak için kendilerince bir yol bulan o milletvekillerinin hepsinin mal varlıkları da o komisyona geldi ve komisyon çalışmaları içinden çıkılamaz bir hâl aldı.
Başbakan olduktan sonra ABD yurttaşı olduğu ortaya çıkan, ABD’de kaynağı belli olmayan evleri, Türkiye’de yanında çalıştırdıkları üstüne kaydettirilmiş çiftlik vbleri ortaya serilen Tansu Çiller’in mal varlığı soruşturmasının üstünü, Refah Partisi örttü. Çiller’in mal varlığının kaynağını açıkladığı Komisyon toplantısındaki sözleri ise, hiç unutulmadı: “Annemin bohçası!”…
Çillerler’in dillere destan o mal varlıklarının kaynağı, Tansu Çiller’in annesinin bohçasıydı! Yiyenler yedi…
***
Türkiye, 12 Eylülün karanlığını ancak 90’lardan sonra yırtmaya başladı.
O dönemde ve bugün hâlâ bazıları tarafından “tonton” efsaneleri ile sevimli gösterilmeye çalışılsa da Turgut Özal, 12 Eylül karanlığını devam ettirdi. Magazin dergilerini “muzır” diye siyah poşetlere soktu, Aileden Sorumla bakanı (daha sonra AKP’den milletvekili, bakan ve TBMM başkanı oldu) “flört”ü zina saydı (Yıllar sonra “yanlış anlaşıldım” diye özür diledi.) Parklarda sarmaş dolaş oturan gençlere bekçiler müdahale etti. O “tonton” 12 Eylül’ün getirdiği siyasi yasakların kalkmaması için kampanya yaptı, ANAP’li belediyelerin işçilerine “hayır” oyunun rengi olan “turuncu” iş gömlekleri giydirdi. Bakanı Güneş Taner, turuncu giysilerle poz verdi.
12 Eylül, 1982 Anayasasına karşı “hayır” kampanyasını yasaklamıştı (“Hayır” rengi maviydi.) “Tonton” da, devletin bütün olanaklarıyla resmen “hayır” kampanyası yaptı (Devlet olanaklarıyla kampanya tanıdık mı geldi? Bunun sadece 2000’lere özgü olduğunu sanmıyordunuz herhalde?)
1989 yerel seçimlerinde oyu yüzde 21’in altına (yüzde yirmi virgül seksen dokuza) inen “tonton”, 1987 genel seçimlerinde aldığı çoğunluk ile TBMM’de kendini cumhurbaşkanı seçtirdi.
Daha önce “ben zenginleri severim” diyen o “tonton”, 24 Ocak 1980’den beri sıkılan kemer nedeniyle oluşmuş reel ücretlerdeki azalışın belirli bir ölçüde telafisine bile karşı çıkıp maden işçisini Zonguldak’tan Ankara yoluna döktüğünde; artık “tonton” değil, “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı”ydı.
ANAP Genel Başkanlığına ve başbakanlığa “atadığı” Yıldırım Akbulut işçilerin isteklerinin bir bölümünü kabul edince, Akbulut’a karşı, hem de “Sayın Cumhurbaşkanının eşleri” Semra Hanım’ı ANAP İstanbul il başkanı yapıp Mesut Yılmaz’ı destekledi. Sonra Yılmaz’ı beğenmedi, ona karşı da yeğeni Hüsnü Doğan’ı aday çıkardı, ancak kaybetti.
1991’de, Birinci Körfez Harekâtında Baba Bush’a “sen güneyden, ben kuzeyden Irak’a girelim” dedi. Türkiye’nin savaşa girmesini ancak Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifası engelleyebildi. Oysa, Torumtay’ın önünü açıp bu makama gelmesini sağlayan Özal’dı. Getirdiği “başkomutan” savaşa karşı çıktı.
Türkiye’nin başına “başörtüsü” belasını da onun çıkardığı bir kanun sardı. O zamana kadar üniversitelerde, kimse kimsenin kıyafetine karışmadan okurken, onun çıkardığı “işgüzar” bir yasayı Evren’in başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi iptal edince, 90’ların ve 2000’lerin “mağduriyet edebiyatı”nın zemini hazırlandı.
Her seçimden önce ANAP’ın çıkarları doğrultusunda seçim sistemiyle oynamak, “tonton” için sıradan hallerdi.
Cumhurbaşkanı olduğu zaman bile ANAP’a müdahale etmekten, genel başkanını belirlemeye çalışmaktan ve hükümete sürekli karışmaktan hiç geri durmayan Özal, 1991’de DYP-SHP koalisyonu kurulduğunda
da, “anayasal cumhurbaşkanı” olmaya yanaşmadı ve hükümetin her atamasını engellemeye kalktı. Buna karşılık DYP-SHP hükümeti de -Anayasaya uygunluğu tartışmalı- cumhurbaşkanının yetkilerini sınırlayacak yollara yöneldi. Böylece hukukumuza yeni bir kavram girdi: “by-pass”. Bu düzenlemeler, cumhurbaşkanının atamalardaki yetkilerini başka bir kanal açarak aşmayı öngörüyordu ve bu kavga artarak büyüyordu. Kavga, Özal ölünce bitti.
(Görseller: Serdar ŞAHİNKAYA – İlter ERTUĞRUL)