Cumhuriyet Gazetesi’nden Kemal Göktaş, Prof. Dr. Korkut Boratav’la Türkiye’nin ekonomik ve siyasi durumunu konuştu.
– İki şeyi çok merak ediyoruz. Birincisi, bir krize doğru mu gidiyoruz? İkincisi doların bu yükselişi krizin habercisi mi?
Türkiye gibi ülkelere, bugünkü yaygın iktisat söyleminde “yükselen piyasa ekonomileri” deniliyor. Geleneksel söylemde bunlara “gelişmekte olan” veya “az gelişmiş ülkeler” denirdi. Ben, “çevre ekonomileri” terimini yeğliyorum. Tercih nedenim de şudur: Dünya ekonomisi emperyalist sistemin ekonomisidir. Bu sistemin ana özelliklerinden birisi kutuplaşmadır. Kutuplaşmanın iki ucu ve arada geçiş halindeki ülkeler ve ekonomiler vardır. Ama belirleyici özellik, egemen, güçlü bir merkez ile bağımlı çevre ekonomileri arasındaki kutuplaşmadır. Emperyalist sistemin özelliklerinden biri egemen, güçlü merkezin sermaye ihraç etmesidir. Bunu aşağı yukarı emperyalizmi ekonomik boyutlarıyla inceleyen bütün iktisatçılar vurgulamıştır. Sermayenin tekelleşmesi, finans sermeyenin öne geçmesi ve sermayenin ihraç edilmesi… İhraç, sistemin merkezinden çevresine doğru olur. Çevrede kapitalizm varsa, yerli kapitalistler sermayeyi ihraç da edebilir; ülkede de tutabilir. Ancak, çevre ekonomilerinin ana özelliği net sermaye ithal etmeleridir. O bakımdan Türkiye açık ve seçik bu konumdadır. Hangi yıla bakarsak bakalım, her yıl Türkiye’ye giren yabancı sermaye, Türkiyeli şirketlerin, bankaların ve bireylerin (rantiye diyelim) yurt dışına taşıdıkları sermayenin birkaç misli üstündedir. Kriz yılları haricinde, çünkü krizde tersine döner bu hareketler. Buna ilişkin çeşitli rakamlar verilebilir. Bu özelliğe bağlı ikinci bir göstergeye de bakabiliriz: Ödemeler dengesinin bir başka hesabı vardır. Faiz, kâr transferleri… Giren sermaye kâr faiz transferi yapmak ister, serbesti ister, engelleme istemez. Engelleme varsa girmez zaten. Türkiye’nin dışarıya yatırım yapan burjuvazisi de kar ve faiz gelirlerini ülke içine aktarmak ister. Bu sayılara bakın. Türkiye, son yıllarda her yıl 10 milyar doların üstünde, mesela 2015’de 14 milyar dolar civarında kar ve faiz transfer etmiştir ülke dışına. Aynı yıl, Türkiyeli aktörlerin ülke dışından aktardıkları faiz, kâr ise 4.5 milyar dolardır. Çünkü giren sermaye çıkan sermayeden fazla. Dolayısıyla Türkiye, sermaye girişlerine bir hayli bağımlı bir ekonomidir.
Bu ekonominin bir özelliği de sermaye ithalinin işlevsel olmasıdır. Niye? Sistematik olarak aşağı yukarı istisnasız kriz yıllarında bile Türkiye cari işlem açığı verdiği için. Bu açık ekonominin normal çalışması için dıştan gelen kaynağa ihtiyaç duyar. Dıştan gelen kaynak bu açığı kapatır. Biraz daha fazlasıyla kapatır. Gelir Türkiye’deki çeşitli yatırım araçlarına para bağlar. Borsaya bağlar, mevduata bağlar, bazen sabit sermayeye, sabit varlıklara, gayrimenkule veyahut borsadaki küçük yatırımlar dışında şirketleri satın alarak girer. Dolasıyla giren sermayenin işlevleri budur. Bakıyoruz rakamlara, Türkiye’de yabancı varlıkların milli gelire oranı yüzde 80’i aşmıştır.
– Yabancı sermaye yatırımlarının ekonominin krize girip girmemesinde tayin edici bir rolü var yani…
Türkiye’deki yabancıların finansal ve sabit varlıklarını toplayın, mesela son 10 yıla bakın, her yıl bu toplam oran olarak da artmaktadır. Yani Türkiye ekonomisinde giren sermaye şunu yapıyor: 1- Kar ve faiz elde edince dışarı transfer ediyor. Milli gelirin aşağı yukarı yüzde 2’si civarında dışarıya transfer ediliyor. 2- Transfer etmediği kar ve faizler Türkiye’deki varlıklarını artırıyor. Yani borsadaysa hisse senedini artırıyor, devlet tahviline para bağlamışsa faizlerini yeni tahvil alımına tahsis ediyor. Diyelim ki bir bankanın yüzde 60 hissesi ondadır. Kârlarıyla sermaye artırımını yapıyor. Türkiye ekonomisi finansal ve sabit servet bakımından giderek yabancılaşıyor. İlk soruya dönelim. Bir ekonomi cari açığının kapatılması gereksinimi dışında, yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişse, bu varlıkların çıkması veya yabancı sermaye akımının yavaşlaması, durması, hatta tersine dönmesi ciddi, olumsuz sonuçlar verir. En dramatik sonuç, sermaye girişlerinin çıkışa dönüşmesi sonunda neoliberal dönemde patlak veren 4 kriz olmuştur. 19 94, 1998-99, 2001, 2008 – 2009.. Bu 4 kriz dönemlerinde aynı olayı görüyoruz.
– Bugün itibariyle yabancı sermayenin kaçış eğilimi var mı?
2015’de dünya ekonomisinde FED’in yarattığı belirsizlikler nedeniyle sermaye akımlarında bir yavaşlama oldu. 2015’deki bu yavaşlama 2016’nın başında geçiştirildi. FED faiz artımını biraz erteleyeceğinin sinyallerini verdi. Dünya ekonomisinde ve sermaye hareketlerinde yeniden bir canlanma başladı. Canlanma Türkiye’yi de etkiledi. Fakat Türkiye’de iki olay ters dönmeye yol açtı. Birincisi 15 Temmuz.. Temmuz ayında ödemeler dengesi rakamları net sermaye çıkışını ortaya koyuyor. Ağustos’ta yabancı yorumcular darbe girişiminin ekonomik sonuçlarının geçiştirildiğini söyledi. Bir çalkantıdan geçen çevre ülkesinde, sıcak para yatırımcıları fiyatlar uygun seviyeye gelince ülkeye girme kararı verir. Timothy Ash,, Türkiye’yi yakından izleyen bir bankerdir. 17 – 25 Aralık çalkantısından 2-3 ay geçtikten sonra, şu ifade ona aittir: ‘Fiyatlar yeterince düştü, yani burnunuzu tıkayarak Türkiye’ye girmenin zamanıdır.’ Yani diyor ki, kötü kokulara aldırmayın. İnsan hakları, yolsuzluklar filan bizi ilgilendirmez. Mühim olan rahatlıkla borsadan hisse senedi alabiliyor muyuz? Bankalarda hesap açabiliyor muyuz? Devlet tahvillerini satın alabiliyor muyuz?… İkincisi kârlarımızı rahatlıkla çıkabiliyor muyuz? Mühim olan budur, diyor. Temmuz’dan sonra da aynı demeci verdi. Dedi ki: ‘ Darbe ortamı geçmiştir, kısa zamanda yine fiyatlar düşecek, girme k zamanı gelecektir. Devlet sağlamdır. Tahvilleri güvencelidir. Onun için problem yok’. Ağustos’ta da sermaye girişleri canlandı.
– Ne oldu Ağustos’tan sonra?
Öyle anlaşıldı ki siyasi iktidar, hükümet ve Cumhurbaşkanı, bir darbe girişiminin sınırlarını aşan bir söylem uygulama geliştiriyor. Eylül’ün 23’ünde, Moody’s, Türkiye’nin kredi puanını çöp düzeyine indirdi. Moody’s internet sitesinde açıkça şu ifade yer alıyor: ‘Hükümetin özel sektörde Gülen hareketiyle bağlantılı kurumlara dönük eylemleri, özel yatırımların korunması ve genel olarak yatırım ortamı üzerinde endişelere yol açarak ülkenin büyüme politikasını olumsuz etkileyebilir. Güvenlik riskleri ve iktidarın pekiştirme gereksinimine eklenen Anayasa değişikliği belirsizlikleri, kurumlarda zafiyete, dağınıklığa neden olabilecektir.’ Moody’s ‘in muhatabı kısa vadeli fon yöneten sıcak para yatırımcılarıdır. Moody’s ile birlikte yanında 3 derecelendirme kuruluşundan ikisi Türkiye’nin puanını yatırım yapılamaz konumuna getirirse, büyük kurumsal yatırımcıların o ülkeye yatırım yapmamaları gerekir. Bu temel bir ilkedir. Büyük yatırımcılar, fon yöneten dev yatırım şirketleri, uluslararası kurumlar, mesela Dünya Bankası gibi kuruluşlar, Harvard gibi büyük üniversiteler .. Fonları finans şirketleri, bankalar tarafından yönetilir. Yatırımın asıl sahibi olan bireyler, şirketler veya kurumlar sorumlu tutarlar onu. ‘Negatif puan almış bir ülkenin hisse senetlerini almaman gerekirdi.’ derler. Onun için Moody’s şunu söylüyor: ‘Ey yatırımları yöneten dev finansal kurumlar, Türkiye’de mülkiyet hakları güvence altında değildir. Ona göre dikkat edin.’
– Türkiye’nin yabancı sermaye yatırımları konusunda kredi derecelendirme kuruluşlarının rolü çok tartışılıyor. Bir yandan da AKP’nin 14 yıllık iktidarında ekonomide çok kötü bir hikaye de yaşanmaması ile bu durumun ilişkisi var mı?
Moody’s, Standard and Poor’s ve Fitch var. S&P’ye göre Türkiye yatırım yapılamaz konumdaydı, Fitch yatırım yapılabilir statüdeydi. Moody’s çöpe dönünce üçünden ikisinin Türkiye puanı negatif oldu. Bu tedirginlik IMF’de bile var. IMF Ana Sözleşmesi’nin 4. maddeye bağlı olarak üye ülkelere her yıl ekonomik rapor hazırlarlanır. Bu yıl gelen heyetin raporunda da benzer bir endişe var: ‘ Maliye hesaplarında onay ve açıklık gereklidir. Kamu özel ortaklık portföyüne bağlı güvenceler Maliye’nin yükümlülükleri de artmaktadır.’ Burada şöyle bir uyarı ortaya çıkıyor. Bizim ülkeye yatırım yapan finans çevreleri için en sağlam yatırım aracı devlet tahvilleridir. Yani, yüzde 9 – 10 civarında getiri getiren devlet tahvillerine para bağlarsanız, devletin batmayacağı kesin gözle algılanıyorsa, kamu hesapları fazla açık vermiyorsa, rahatlıkla yatırım yapabilirsiniz. Türkiye’nin AKP döneminde en çok itinayla izlediği politikalardan biri bütçe açıklarını frenlemek olmuştur. Bu doğrultudaki önlemlerin en önemlisi vergi yükünün, daha çok dolaylı vergilerle yüksek tutulmasıdır.
– Türkiye siyaseten, temel hak ve özgürlükler bakımından tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. 12 Eylül darbesi ile kıyaslanan bir haldeyiz. Nicel olarak ondan daha geniş bir kapsama alanına ulaştı belki de ihlaller. Siyaseten de bir parçalanmışlık var. Muhalefet bir araya gelemiyor ve bu iktidarın işini kolaylaştırıyor. Güçlü bir muhalefet de ortaya çıkarmıyor.
Bir kere, bugünkü ortam 12 Eylül’den daha ağır. Örnek olarak, üniversite… Ben, 12 Eylül’de 1402 sayılı kanun uyarınca, sıkıyönetim komutanının talimatı ve rektörlükten gelen bir yazıyla 23 .5 yıllık hizmet sonunda üniversiteden uzaklaştırıldım. Bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak şartıyla. Ancak özlük haklarım korunarak. 1.5 yıl dışardan SSK’ya prim yatırıp Emekli Sandığı’ndan emekli de olabildim. Şu anda üniversitelerden ve devlet memuriyetinden uzaklaştırılan kişilerin, 12 Eylül’de bize tanınan hukuki güvenceleri olduğunu zannetmiyorum. Meslektaşlarımızdan emeklilik dilekçesi verenlerin kabul edilmediği örnekleri de duydum. Sıkıyönetim döneminde idari yargıya başvurmak mümkündü. İdari yargı durumu yorumladı; yorumları değiştirdi; sıkıyönetim kalktıktan sonra, geri döndük. Şimdi bu tür güvenceler yok. Sayılar da çok arttı. 12 Eylül’de görevden uzaklaştırılan kamu personelinin sayıları bellidir. Kanun hükmünde kararnameler sıkıyönetim rejiminin ötesindedir. Keyfi gözaltıları da bir yana bırakıyorum.
“Kriz gelir Erdoğan gider” beklentisi yanlıştır. Krizler iktidarları otomatik olarak değiştirmez; hatta halk sınıflarının örgütsüz, zayıf olduğu, işsizliğin, sefaletin yaygınlaştığı ortamlarda baskıcı rejimleri güçlendirebilir. “İnsan insanın kurdu” olabilir. Komşular rakip görülür; ihbarcılık yaygınlaşır. Emperyalizme umut bağlamak şaşkınlıktır. Mülkiyet haklarının güvence altında olması yeter; uluslararası sermayenin bir demokrasi önceliği yoktur. Önemli olan her aşamada artan baskılara karşı mücadele etmektir.
Trump’ın gelişi ile AKP’nin iktidara gelişi arasında da benzerlik vardır. 2001 krizini IMF tarafından yöneten bir siyasi iktidara halk sınıflarının tepkisi, hatta nefreti sonunda, DSP, ANAP, MHP koalisyonu, 2002 seçimlerinde DYP ile birlikte parlamentodan tasfiye edildi. Trump’ı da iktidara getiren etken Amerikan halkının küreselleşemeye tepkisidir. Bu benzerlikler, iki siyasetçiyi birbirine niçin yakınlaştırmasın?
Böyle bir ortam kapsamlı, kolektif muhalefeti gerektirir. Türkiye’nin bu uygulamalara karşı direnecek muhalefet çevresini birleştirebilecek iki tema var: Birincisi, İslamcı faşizme geçişin kritik eşiği olan Başkanlık sistemine ödünsüz muhalefet, ikincisi ise Cumhuriyet değerlerini (başta laikliği) savunmak…
Bu ortak muhalefet hedefinde birleşebilecek çevrelerde, milliyetçi ve liberal iki uç var. Değindiğim ortak hedeflerde birleşmeleri mümkün; ancak anlaşamayacakları geniş bir alan da var. ,
CHP sonuna kadar ve ödünsüz cumhuriyet değerlerinin savunmasını yaparsa, Başkanlık rejimine ödünsüz karşı çıkarsa fiilen birleştirici bir etki yaratabilir. Ancak, lider kadrosunu ağır bir baskı altında tutan, “olası saldırılara karşı peşin savunma alma” saplantısından, kompleksinden arınmak şartıyla. Örneğin, laikliğe karşı her ihlali, kadın aklarına yönelen tüm gerici saldırıları “anayasaya, insan haklarına aykırılık” nedenleriyle kamuoyuna, adliyeye taşıyacak bir militan pozisyonu benimsemesi, kendisine felce uğratan patolojik çekingenliği aşması şartıyla… Sonuna kadar Cumhuriyetçi değerleri savunmak bugünün koşullarında demokrasiyi savunmanın ön-koşulu olacaktır.
Örneğin CHP, herhalde, KCK uygulamalarında terör bahanesiyle milletvekillerine, seçilmiş yerel yöneticilere dönük saldırıların, çok daha kapsamlı bir dizi saldırının provası olduğunu; dolayısıyla bu uygulamalara karşı çıkmanın bir öz-savunma öğesi taşıdığını fark etmiştir. Bu algılama, CHP’yi komplekssiz olarak insan hakları ihlallerine karşı mücadele platformuna çekecektir; çekmektedir.
– Kendi rezervlerini bir kenara bırakırlarsa, bir demokrasi cephesinde bir araya gelmek mümkün olur mu?
Böyle bir cephenin uçlarının, ortak hedefe dönük mücadele içinde ,kendi öz programlarını askıya almaları beklenir diye düşünüyorum.
– Çözüm önerimiz nedir? Toplum bununla nasıl mücadele edecek?
Başkanlık rejimine giden her adımı bütün yöntemlerle önlemeye çalışması lazım muhaliflerin. Samimi kanaatimi söyleyeyim. Başkanlık rejimine geçtiği andan itibaren faşizme geçiş tamamlanmıştır. Geriye dönüş yoktur. İktidarı değiştirmek imkansızdır. Bunu Latin Amerika’da gördük. Paraguay’dan başlayarak Küba’ya, yakın dönemde Peru’ya bakınız… Türkiye de bu örnekleri izler. Geriye dönüş yoktur. Başkanlık rejimine geçişin önlenmesi kritik bir kazanımdır. Bu öncelik Cumhuriyetçi bir muhalefetin ekstrem uçları dahil, herkesi birleştirebilir. Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının da, siyasi İslamcılığa angaje olanların dışında herkesi birleştirmesi gerekir. HDP için önemsiz midir acaba? HDP’nin farklılığını yaratan o değil mi?
Söyleşinin tamamı için: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/636814/_Turkiye_nin_ihtiyaci_kolektif_muhalefet_.html