On yılı aşkın bir süredir yükseköğretimde daha sonra ortaöğretim ve ilköğretimde örtünme yasağının kaldırılmasının; zorunlu eğitimi 12 yıla çıkardık diyerek kız çocukların dörder yıllık kesintili eğitimin kesintilerine yönlendirilmesinin ve son olarak “karma eğitimin kaldırılması”na dönük hamlelerin “özgürlük” adına tartışıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Tartışmaları izlerken, bu tartışmaların ve öne sürülen fikirlerin hem kişisel olarak hem de yıllardır bu ülkedeki eleştirel sol örgütlenmenin ve kadın örgütlenmesinin içinde mücadele eden biri olarak benim için ne anlama geldiğini sorup yanıtlamaya çalıştım. Dahası, bu tartışma ortamı içinde şu ya da bu şekilde yanıtlar belirmeye başlamadan “düzenleme” hızına yetişemediğimiz hükümetin oldubittileriyle yüz yüze kaldım. Aslında bu yazı oldubittiler ülkesinde yaşamanın verdiği kaygıları ve rahatsızlığı yüksek sesle ifade etmeyi ve sorulara bulduğum kısa yanıtı paylaşmayı hedefliyor: Türkiye Cumhuriyeti artık DİNCİ, GERİCİ, KADIN DÜŞMANI POLİTİKALARLA YÖNETİLMEKTEDİR!
- Örtünmek bir özgürlük müdür? Bu soruyu, eğer liberal öğreti ışığında yanıtlamaya kalkarsanız elbette örtünmek, din ve vicdan özgürlüğünün önemli bir parçası olarak görülür ve inançları gereği bireyin örtünmeyi tercih etmesi, bu nedenle ayrımcılıktan korunmayı talep etmesi son derece doğaldır. Ne var ki yüzyıllardır liberal öğretiyi köklü bir şekilde eleştiren sosyalist ve feminist bakış açısı, liberalizmin “özgürlükler” ve “rasyonel bireysel seçimler” olarak bizlere sunduğu pek çok şeyin aslında kapitalizmin ve erkek egemenliğinin yarattığı sömürüyü, eşitsizlikleri ve hiyerarşiyi gizleyen başarılı bir ideolojik söylem olduğuna dikkat çekiyor. Bizleri, “özgürlük” şemsiyesi altında toparlananlar arasındaki tahakkümü, eşitsizliği ve adaletsizliği” görmeye davet ediyor. Bu açıdan bakıldığında örtünme benim için, yüzyıllardır ahlak, namus ve saygınlık anlayışını kadın bedeni üzerinde kurduğu denetim üzerinden sağlayan ataerkilliğin en gerici ve tutucu yorumundan başka bir anlama gelmiyor. Böyle bir ahlak anlayışının egemen olduğu, son derece otoriter, baskıcı ve muhafazakâr aile yapısının bulunduğu bu ülkede “örtünmeyi” bir özgürlük olarak kavramak, devlet, asker, aile, popüler kültür ve dinin kadın bedeni üzerinden kurduğu denetimi görmezden gelip, bu alanda süren güç mücadelesinin kaldırdığı toz duman arasında yitip gitmek demektir. Tüm bu nedenlerle örtünmenin, bireysel ve toplumsal olarak kazanılması son derece güç ve değerli bir kavram olan “özgürlük” ile birlikte ele alınması olanaklı değildir. Tam tersine örtünme kadınların kendi bedenleri üzerindeki denetim hakkını reddedilemez ve sorgulanamaz bir toplumsal gerçeklik olan inanç üzerinden yok sayan ve kadınlara karşı yürütülen açık bir ayrımcılıktır. Çocukların henüz kendi cinsiyet kimliklerini kavrayamadıkları, cinselliğin ne anlama geldiğini bile bilmedikleri yaşlarda “dişi” ya da “erkek” olarak hem de son derece katı sınırlarla belirlenmiş cinsel kimliklere hapsedilmeleri ise yetişkinler dünyasındaki ideolojik anlam çatışmalarına çocukları kurban etmekten başka bir anlam taşımaz.
- Peki, bu ayrımcılığı yasaklarla ortadan kaldırmak, kadınların ve kız çocukların bedenleri ve kimlikleri üzerindeki erkek egemen güç mücadelesini açığa çıkarmak yine baskıcı ve otoriter yöntemlerle mümkün müdür? Bu soruyu yanıtlayabilmek için yine içinde bulunduğumuz eleştirel sol ve feminist yaklaşıma başvurmak gerekiyor ki muhafazakâr ve liberal ideolojilerin işbirliği içinde kazandığa güce ancak ideolojik mücadele yoluyla yanıt verilebileceğini anımsayalım. Türkiye’de, tarihsel olarak yaşadığımız deneyim gösterdi ki gözünü içinde bulunduğumuz toplumsal gerçekliklere kapatarak koyulan her türlü yasaklama ortaya hilkat garibeleri çıkararak bir şekilde geri tepti. Bu geri tepmenin en önemli nedenlerinden biri Türkiye’de solun çeşitli kanatlarının ideolojik mücadele alanını terk edip ya küçük örgütçüklerine kapanmayı tercih etmesi, ya fırsat buldukça güçlenen otoriter devletçi anlayışın kanatları altına sığınması ya da liberal özgürlükler söyleminin rüzgârına kapılmasıdır. Tarihsel olarak yaşadığımız kimi önemli aşamaları anımsamakta yarar var. “Karma eğitim”e her zaman karşı çıkan ve kızlarla erkeklerin ayrı eğitim alması gerektiğini savunan muhafazakâr-İslamcı anlayış; 12 Mart’ın ardından çıkarılan Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan “karma eğitim” ilkesini “ideolojik bir fırsat” olarak görüp imam hatip okullarına kız öğrencilerin alınmasını sağlamıştır (Bu, Şevket Kazan’ın Danıştay’a açtığı bir dava sayesinde gerçekleşmiştir) . İzleyen 25 yıl içinde Türkiye’de imam hatip okulları hızla kız okulları haline gelmiştir. 28 Şubat sonrası bu okulların orta kısımlarının kapatılması ile ortaya çıkan boşluk, hızla gelişen muhafazakâr, İslamcı sermeyenin açtığı okullar, dershaneler, kurslar ve cemaat örgütlenmeleri aracılığı ile kolaylıkla kapatılmıştır. Yani Türkiye’de laik ve karma eğitim ilkesi, 1970’lerden başlayarak ve 12 Eylül askeri rejimi ile tırmanarak ihlal edilmiştir. Bugün, okullarıyla, güçlü sermayesiyle, kurslarıyla ve kazandığı “çoğunlukçu yasal meşruiyet ile” karşımızda son derece güçlü bir şekilde duran İslamcı-muhafazakâr erkek egemenliğine karşı söyleyecek sözümüz kalmadı mı? Kız çocuklarının yarısının ilköğretimden ortaöğretime geçişte eğitim hakkından vazgeçmek zorunda bırakıldığı, aile ve “mahalle” baskısı altında kadınların ve kızların yoğun şiddete maruz kaldıkları, gerçekte erkeklerle kadınların, kadın saygınlığı zedelenmeden bir araya gelebildiği toplumsal alanların son derece sınırlı olduğu, üniversite çağındaki her on genç kızdan ancak birinin yükseköğretim görebildiği, çalışabilecek durumdaki her on kadından ancak ikisinin işgücü piyasasında yer bulabildiği bir ülkede yaşadığımızı her fırsatta yinelemek zorunda değil miyiz? Evet, bütün bu gerçekleri tek tek toplumdaki tüm kesimlere açıklamak, anlatmak, yaymak ve bilinçleri kuşatılmışlıktan özgürleştirmek zorundayız. Peki bu önemli ideolojik mücadeleyi nerede vereceğiz, Fethullah Ocaklarında mı? Dergâhlarda mı? Yoksa kadın bedenini ve kimliğini teşhir ederek para kazanan egemen medyada mı?
- Bizler, eleştirel, sorgulayıcı ve çağdaş eğitim sistemini savunuyorsak, gelecek kuşakları, muhafazakâr-liberal güç birliğine teslim etmek istemiyorsak, eğitim ve düşün emekçileri olarak durup nerede bulunmamız gerektiğini yeniden sorgulamamız gerekiyor. Yani öncelikle çağdaş eğitimin olmazsa olmazı olan laikliği ve karma eğitim ilkesini savunmamız, 18 yaşına gelinceye değin çocukların örtünmesine ve kurumsal din eğitimi almalarına karşı çıkmamız, imam hatip okullarında kız çocukların eğitimine son verilmesini talep etmemiz, zorunlu din derslerine karşı çıkmamız, kız çocukların, nitelikli ve meslek sahibi olmalarını sağlayacak eğitim almaları için desteklenmelerini savunmamız gerekiyor. Eğitimin hızla piyasalaşmasına ve sermayenin egemenliğine girmesine karşı çıkmamız gerekiyor. Kadınların ve kız çocukların bedeni üzerinde devlet, okul, aile, toplum, medya vb üzerinden kapatma ya da teşhir yoluyla kurulan denetime açıkça karşı çıkmamız ve bunların birer “özgürlük” olduğu kandırmacasını teşhir etmemiz gerekiyor. YÖK Yasası’nın şu ya da bu dönemde üniversite yönetimlerine sağladığı baskıcı ve otoriter yetkilere karşı çıkmamız, akademik özgürlükleri ve ifade özgürlüğünü savunmamız gerekiyor. Yani gerçek bir ideolojik mücadele vermemiz gerekiyor. İdeolojik mücadele havada asılı değildir, ancak yaşamın içinde anlam yaratabiliyorsa vardır. Demem o ki, tartışma listeleri ve birbirimizden çok tüm eğitim emekçileri olarak okullarımız, öğrencilerimiz, aileleri, çevremiz bizi beklemekte. .
- Kuşkusuz bu konuda yazılabilecek, tartışılabilecek daha pek çok şey var. Ama zaman oldubitti zamanı! Peki öyleyse neyi bekliyoruz?