Son yazıyı, 15 Temmuz ardından meydanları dolduran AKP’lilerin de Gezici olup olmadığını sorarak bitirmiştim. Böyle soruların ardından genellikle başlıca üç tepkiyle karşılaşılıyor.
Gezicilik bağlamında ele alırsak: İlki, ‘Dur bakalım ne demiş?’diyen, kendi görüşlerini de yazan ve önerilerde bulunup yumuşak ya da sert eleştirenlerin, aklı başında sözcükleri.
İkincisi, yazıyı ‘kazara’ okuyan ve Gezicilerden nefret edenlerin ‘Biz vatan evladıyız, çapulcu pislik değiliz’ serzenişi! Tabii ben sadeleştiriyorum, genellikle küfür tercih edenler var bu grupta. Koskoca yaşamı, yarısı küfür olan yaklaşık yüz sözcükle geçirmeye yeminli olanlar. Bunları boş verelim.
Üçüncü küme, Gezici ya da sempatizanı olup ‘AKP’li’ sıfatını görür görmez köpürenler. ‘Ne alakası var kardeşim, ne saçmalıyorsun?’ ile ‘Sen biraz tarih oku tarih, cahil herif’, arasında bir yerde olanlar. Yazı yazan insanların doğumlarından bir gün sonra yazmaya başladıklarını ‘varsaymaları’ bir yana, muhtemelen dünyayı Yılmaz Özdil ve muadillerinden öğrendikleri için bu haldeler. Olabilir, sonuçta yurttaşlar…
İşte tüm bu ve sayısız farklılığı olan ‘yurttaş kümeleri’, birlikte yaşıyor ve aynı merkezden kabul edilen yasalarca yönetilip onların uygulamalarına maruz kalıyor. Takdir edersiniz ki burada bir sorun var!
Sanırım her birimiz şu soruya yanıt vermek zorundayız: Eğer birlikte yaşanacaksa bu nasıl olacak? ‘Ayrı yaşamalıyız’ bir tercihtir. Peki, ama nasıl? ‘Birlikte yaşamalıyız’ bir diğer tercih. Nasıl?
Bu soruya verilecek en kestirme yanıt, ‘Oyunun temel kurallarını belirleyip ona uyarak’ olacaktır. Çok doğru, ancak sorun, hem o kurallar üzerine henüz bir mutabakat sağlanamamış olması hem de oyunun bildiğimiz kurallarının hızlı bir değişim geçirmesi. Bir kısmının işlevini yitirmesi ya da yitirmek üzere oluşu… Belli bir çağda, belli ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkan ve sürekli gelişen/değişen klasik demokrasinin ilkeleri anlamlarını yitirmeye başlıyorsa, aynı toprakta ve ulusal sınırlar içinde yaşayan bu denli farklı düşünce, etnik grup, dil, din, cins vs. nasıl birbirini boğazlamadan var olabilecek?
Gezi eylemleri esnasında beni en çok heyecanlandıran şeylerin başında ‘park forumları’ vardı. Günümüzde ‘yarı doğrudan demokrasi yöntemleri’ adı verilen araçlara benzer, ancak onlardan çok daha öte bir katılım biçimi. Özellikle büyük şehirlerin çok sayıda parkında yurttaş bir araya geldi ve önceki dünya örneklerinden alıntı bazı el kol hareketleriyle, ortak davranış biçimleriyle, dertleşti.
Toplantılarda söz veren kişileri saymazsak ‘hiyerarşi’ yoktu. Tanık olduğum tüm forumlarda hâkim olan, ‘Benim de bir sözüm var’ çığlığı idi. O sözün içeriğinin pek bir önemi yok. Hatta örneğin bizim semtin parkında, uzun süre sinema gösterimleri ve konserler gerçekleşti. Yurttaş, 12 Eylül faşizminden hayli zaman sonra yeniden yurttaş olduğunu hatırlayıp ses verdi. Üstelik bunu barışçıl yöntemlerle yaptı. Eğer devlet güçleri saldırmasa hiç kimsenin sağı solu dağıtma hevesi olduğunu zannetmiyorum. Ya da olanlar, azınlıktaydı. Bu nedenle, duvardan düşen gariban bir genç polis memuru dışında ölenler eylemlere katılanlardı.
Yönetim olup bitenden hiçbir şey anlamadı. Aslında diğerleri de biraz boş baktı. O kadar anlamadılar ki, çaresizlik ve telaştan akla zarar yalanlara başvurdular, ‘tahayyül’ ettikleri ‘düşman’la mücadele için. Kabataş ve Cami’de içki yalanları, söz konusu zavallılığın sonuçlarıydı. Eh bu teknoloji/iletişim devrinde bir yalanı kaç gün devam ettirebilirsiniz? Nitekim olmadı.
Yalnızca tabanın sesini duyuran örgütlenme biçimi olan park forumları da değil, iletişimin ‘aracısız’ ve doludizgin kullanılması, eleştiri dilindeki hınzırlıklar, türlü sivil itaatsizlik örnekleri, farklılıkların yan yana durabilmesi, herkesin kendi basın mensubu oluşu ve hatta mobil canlı yayınların ortaya çıkışı, bilgi kirliliğine karşı kendiliğinden doğan tepki ve ayıklamada gösterilen başarı… Hatırlayın, o dönemde basın ne denli işlevsizleşti. Dolayısıyla basın patronları. Dolayısıyla tüm kirli ilişkileri. Bizi bir şeylerden haberdar ettiğini iddia eden ihaleci hergeleler, nasıl da önemsizleştiler iki günde.
15 Temmuz’dan sonraki ‘toplanmalar’ hiç kuşkusuz Gezi’ye benzemiyor ama belki bir nüve. Gezi’nin habercisi, Susurluk eylemleri, Cumhuriyet mitingleri ve kesinlikle Ankara Tekel direnişiydi. Cumhuriyet mitinglerinin çok değerli olduğunu düşünmüştüm. Hala aynı kanıdayım. Ancak o dönem, siyasal İslamcıların hacetinde boncuk arama faaliyeti sürdüren kimi aklı evveller çıkıp ‘darbe provası’ filan deyiverdi. Yaşamlarına sahip çıkan on binlerce yurttaş, ellerinde flamalarla Tandoğan’a yürürken, akıllarında darbe mi vardı? Pes. Organizasyonu yapanların bir ikisini tanıyorum, pek demokrasi çiçeği değiller. İyi hoş da milyonlarca insan saf mı? Ayrıca belki kaçırmış olabilirsiniz, o mitingler ‘çağrıcıları’ tarafından sonlandırıldı! Yani, kitlelerin hareketlenmesinden onlar da rahatsızlık duydu. Öyle ya, bugün sen çağırdın diye gelenler, beriki gün ne için sokağa çıkar bilinmez. Kendi kitlelerinden ürktüler!
Bugün meydanlara çıkan insanlar, herkesin tanık olduğu gibi ‘demokratik’ taleplerle çıkmadılar. Onları davet eden iradenin böyle bir derdi olmadığı gibi, büyük ölçüde emir komuta zinciri içinde davrandılar. Günleri belli, saatleri belli, ‘nöbet’e son verecekleri gün belli. Muhalif olmamanın tüm güzelliklerini yaşadılar. Adını ‘demokrasi nöbeti’ koyunca, etkinlik kendiliğinden demokratik içerik kazanmadığı gibi, ifadedeki ‘nöbet’ sözcüğü, demokrasinin önüne geçebiliyor. Buna mukabil, meydanda toplanmanın kendisi, ‘çoğulculuğa’ yol açabilecek bir durum. Niyetlerden ve atılan sloganlardan bağımsız olarak…
15 Temmuz’dan itibaren tüm bu örgütlenmede sosyal medyanın etkisini teslim edebiliriz. Yani yine, iletişim! Şunu düşünelim. Hani diyoruz ya, ‘Reis’e sadakat,’ ‘biat kültürü’ vs. Kabul, çok belirgin ipuçları var. Peki, Erdoğan daha birkaç hafta önce sosyal medyadan hoşlanmadığını, twitırı hiç sevmediğini ve kullanmadığını ‘tebliğ’ ettiğinde, sosyal medya hesabını kapatan kaç AKP’li olmuştur Türkiye’de? Özel ve kamusal yaşamlarında 20 yıl öncesine dönmeyi tercih eden tek bir AKP’li var mıdır? Sanmıyorum. Biraz daha önceye gidelim. Gezi eylemleri sırasında, ‘Tencere tava çalan komşunuzu ihbar edin’ buyurduğunda, kaç ihbar oldu? Yanlış bilmiyorsam bir ya da iki. Koskoca memlekette. Demek ki o AKP kitlesi birden delirip karakollara koşmadı. AKP seçmeninin, uymaya fazlasıyla gönüllü olduğu ve kesinlikle reddettiği ‘talepler’ üzerine düşünmeye değmez mi?
Daha önce de yazmıştım. İstanbul’un en dindar, muhafazakâr semtinde büyüdüğüm için, çok iyi bildiğim insanlardan söz ediyorum. Son derece dindar bir çevrede yaş aldığı için laik olan biri olarak, ömrüm boyunca dinin siyasallaşmasına mutlak karşı çıkıp hep şunu diledim: Benim semtimin insanları, mutlu, özgür yaşasın ve inançları, yaşamları, sınıfsal konumları, kılık kıyafetleri nedeniyle horlanmasınlar, eşit yurttaş kabul edilsinler ama kesinlikle ‘tek başına’ iktidar olmasınlar! Hala aynı kanıdayım. Aslına bakarsanız bu tek başına iktidar meselesi, Türkiye’nin siyasal kültürü ve hukuk sistemi içerisinde her ideoloji açısından sorun çıkarma potansiyeli taşıyor. Başka yazının konusu olsun…
Eğer çoğulculuktan söz edilecekse ve tercihimiz birlikte yaşamaktan yanaysa, o zaman milyonlarca insanın nasıl sosyalleşeceği ve emir komuta zinciri dışındaki mitingler ile nasıl hak mücadelesi vereceği üzerine düşünmeliyiz. Bu boş hayalcilik değil, aksine zorunluluk. Siyasal İslamcı bir parti, elbette bundan böyle de siyasal İslamcı olmaya ve dini ideolojisini hâkim kılmaya çalışacak. Olmadık düşler görmeye gerek yok. Ancak bu bakış bizleri, hak mücadelesinin ancak hak mücadelesi içinde ve sosyalleşerek öğrenilebileceğini görmekten alıkoymamalı.
Bu kısmı basit bir iki soruyla bitireyim: Sizce Türkiye’de, bir haksızlık karşısında tepki göstermek, örneğin eyleme katılmak isteyip içinde yaşadığı muhitin boğucu baskısıyla bunu yapamayan, ürken, hatta ‘okuldan alınacağını’ düşünen kaç dindar genç vardır? Yok mudur? Sizce şu anda tüm dindar gençler çok mutlu ve umutlu mu? Ya da milyonlarca AKP seçmeni, gözaltında ölen bir öğretmene mezar yeri bulunamamasından büyük zevk almışlar mıdır dersiniz?
Dönelim kapitalizmin vardığı aşama ve Gezi ilişkisine. Bir önceki yazıda, emekli anayasa hukuku profesörü ve Marksist düşünce insanı Cem Eroğul’un, Birgün’deki söyleşini önermiştim. Konumuz açısından şu sözlerini çok önemsiyorum:
“…Dünya çok önemli bir değişim sürecine girmiş bulunuyor. Aşağı yukarı 500 yıldır devam eden kapitalizmin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Nesnel olarak gelmiş bulunuyoruz, kapitalizmin artık nefesi tükendi, bu düzenin devam etmesine imkân yok. Kâr peşinde koşarak çarkı döndürmek mümkün değil artık. Bugün üretim güçlerinin eriştiği bu verimlilik düzeyinde, 7 milyar insanın asgari ihtiyaçlarını, zorunlu çalışma olmadan, ücretli emek olmadan karşılama imkânı mevcut. Sadece gönüllüler, dünyada bilmem kaç milyon insan, “Ben çalışmak istiyorum” desin yeter. Emek verimliliği öylesine büyüdü ki, artık üretim güçlerini geliştirmek için, kâr etme dürtüsünü kullanarak işçi emek gücünden artı-değer yaratma çağı bitti. Marx bunu Grundrisse’de söylüyor: “Bilimin üretimde kullanılmasıyla üretim güçlerinde öylesine muazzam bir ilerleme sağlanacak ki” diyor; “O noktadan sonra artık işçiyi sömürerek artı-değer yaratmak anlamsız hale gelecek. O zaman da kapitalizmin nesnel dayanağı kalmayacak.” Artık dayanağı kalmadı gerçekten; kapitalizmin sonuna gelindi. Ama tabii sömürü düzeni kendiliğinden yıkılmayacak. İnsanlık bu gereği yerine getirmezse, barbarlık ve çok yaygın faşizmler olacak… Köklü iklim değişikliği olduğu gibi, toplumsal yaşamda da çok köklü bir düzen değişikliğinin arifesindeyiz. Bunu görürsünüz ya da görmezsiniz… Tarihe bakıyorum, büyük tarihsel değişikliklerin hep habercileri olmuştur. Giordano Bruno’yu dinciler 1600 yılında yaktılar. Neyi savunuyordu Bruno? Aklın üstünlüğünü ve tabiat bilimlerini. Dinciler onu bu düşünceleri nedeniyle yaktılar, ama yakılmadan daha dört yıl önce Descartes doğmuştu bile! Arkasından arka arkaya Aydınlanmacılar geldi ve o gelenek aldı yürüdü. Yakanlar yaktıklarıyla kaldı; buna karşılık, tabiat bilimleri ve akılcılık üstünlüğünü kurdu. Aradan geçti 150 yıl, sadece tabiat bilimleri değil, siyasi düzen de insan aklına uygun olmalıdır diyenler çıktı ortaya. Kim çıktı? Özellikle Locke çıktı, Voltaire çıktı, Rousseau çıktı, Diderot çıktı, d’Alembert çıktı… En uzun yaşayanı (Diderot) 1784’te öldü. Beş yıl sonra tarihin en büyük devrimlerinden biri patladı. Bunu hiçbiri göremedi ama yeni bir çağ gerçekten de geldi. Marx da işte böyle bir değişimin, aslında, daha da köklü bir dönüşümün habercisi. Bence de kesinlikle dünya buna gebe. Dolayısıyla Türkiye’deki mücadeleyi de genel konjonktür içine oturtmasını bilmek lazım. Gezi Direnişi bunun habercisiydi. Ne yaptı Gezi; temsili demokrasi kurumlarına sırtını çevirdi. “Siyasi parti istemem” dedi, “sendika istemem” dedi. Gezi’nin yarattığı ivmeyi, milletvekili seçtirmek için kullanmak istediler. Geziciler, “Bunlar neden bahsediyor?” diye şaşkın şaşkın bakmaya başladı. Çünkü, devletin ve temsili demokrasinin ötesine geçmişti artık bu çocuklar…”
Tüm bunların yazının başlığıyla ne ilgisi var? Rahmetli hocamız, TİP yöneticisi ve milletvekili, iktisatçı Prof. Sadun Aren’in 80. doğum gününü SBF’de kutlamıştık. Hoca çok hoş bir konuşma yapmıştı. Bir yerde (daha sonra ‘Puslu Camın Arkasında’ adlı özyaşam öyküsünde de benzer bir örnek veriyor), yazının başlığındaki ifadeyi sarf etmişti. Marx der ki, “Toplumlar üstesinden gelemeyecekleri sorunları gündeme getirmezler.” Sadun Hoca, bu sözün anlamını başlıktaki matrak örnekle anlatmaya çalışmıştı. Cebeci’deki genç Nicole Kidman’a âşık olup yanıp tutuşmaz, ulaşabileceğine aşk duyar.
Yaşam bu kadar hızla akarken, bizi nefes alamaz hale getiren sorunlarımız, aynı zamanda çözüm araçlarına sahip olduğumuz sorunlar. Yoksa onları ‘sorunumuz’ diyerek tanımlamazdık. Örneğin günümüzde ‘Ankara Belediyesi neden Ay’a seyahat düzenlemiyor’ nevi bir derdimiz yok. Ancak, sorunların ne olduğunu ve nasıl teşhis edilmesi gerektiğini, dünyada olup biteni anlayan var, anlamayan var. Anlasalar da anlamasalar da hayat akıyor ve küflenmiş yöntemler hiç kimseyi mutlu etmiyor, edemez. Bu kadar açık.
Yeni bir şeyler söylemeye çalışmalıyız. Hiç olmazsa, bir şeyler söylemeliyiz…
(diken.com.tr’den alınmıştır.)