ii) Eğitim ve Bunun Yarattığı Orta Sınıflar ve Bürokrasi
Bu açıklamalardan sonra eğitimle ilgili konulara geçebiliriz. Eğitim teknolojik gelişmeyle birlikte gelişmelidir. Bui birliktelik sağlanmadığında büyüme olmayabileceği gibi eşitsizlik de artar. Batı dünyasında ilk sanayi devrimi yaşandığında, bu devrimin yarattığı teknolojik gelişmeyle birlikte devletçe finanse edilen evrensel okullaşmanın da oluşması gereği zamanın reformcuları tarafından ileri sürülmüştür ve benimsenmiştir. Sonraki teknolojik gelişmeler de yüksek öğretimi getirmiştir. Böylece eğitimle yeniliklerin birlikte hareketi batı dünyasında büyük bir gelişme sağlamıştır. (bkz, The Economist, January 14th 2017:9)
Günümüzde gelişmiş dünyaya dijital devrim, 4. Sanayi devrimi egemen olmaktadır. Bu devrimde gerekli teknolojileri edinen, bilen, yaratan ülkeler gelişecektir. Bu teknoloji düzeyini edinmeni yolu kaliteli beşeri sermayeye sahip olmaktır. Bu sahipliği sağlayan da öğrenme, eğitimdir.
Bu yeni sanayi devriminin bir çok alanda, özellikle gerekli işçiliğin niteliği, yeni türleri, alanlarında ve eğitimde yeni durumlar yaratması çok olası görünüyor. Dolayısıyla bugün bu alanlarda bildiklerimiz çok değişebilecektir. Ben pek belirleyemediğim bu değişiklikleri göz ardı ederek bugünkü eğitim durum ve koşullarını özetlemekle başlayacağım.
Bilindiği gibi son zamanlarda dünyada ve Türkiye’de yenilikçi ve girişimci, STEM (Science, Technology, Engineering, Mathemetics) eğitim sistemi sunuluyor. Buna Art’ı (sanat) ekleyenler de var. Bu sistemin bugünlerde uygulanan eğitim sisteminin yerine geçmesi öneriliyor.
Bu konuda TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, Türkiye için şu önemli önerileri ileri sürüyor: (Cumhuriyet Gazetesi, 14 Haziran 2017; s.2) i) İstihdam ve kalkınma için STEM atağı şart. ii) Gelecek kuşaklardan geleneksel eğitim sistemiyle yeterli verim alma mümkün değil. iii) Yeni bir kuşağın iş hayatına katılmaya başladığı günümüzde iş yapma biçimleri de hızla değişiyor. iv) Dünyada iş tanımları hızla değişiyor. Buna bağlı olarak günümüzde var olan pek çok meslek yakın gelecekte bir anlam ifade etmeyecek.
Erol Bilecik şu sözleri de ekliyor: “Her zaman olduğu gibi bugün de iş dünyası olarak yenilikçi, araştırmacı ve sorgulayan bireylerin topluma kazandırılması için her türlü katkıda bulunmaya hazırız.”
Eğitim konusu bugün de çok kapsamlı ve çok boyutludur. Ben burada yazımın konusuyla ilgili eğitim olgularıyla yetineceğim. Yani referandumdaki “hayır” oyları ile ilgili gördüğüm öğrenim konularını açıklayacağım.
Bence eğitim tarihsel açıdan da bugün de çok önemli bir büyüme etkeni olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda 19. Yüzyıl reformları, askerlik, sağlık, bürokrasi alanlarında yüksek öğretim kurumları ile başlamıştır. Bürokrat yetiştirme alanında önemli bir eğitim kurumu olarak, 1859 yılında Mülkiye kurulmuştur. Yeni gördüğüm bir kitapta (Carter, V. Findley, Çeviren Gül, Çağalı Güven, Ekim 2016) anlatıldığı gibi imparatorlukta kalemiyeden mülkiyeye geçilmiştir. O zamanlarda Mülkiye’nin dışişleri bölümü mezunları Türkiye’nin batılılaşmasında belirleyici rol oynamıştır.
Bürokrasiden çok şikayet edilir, bu şikayetlerde önemli bir haklılık payı vardır. Ama bürokrasi Türk demokrasisine, toplumuna, ekonomisine önemli katkılar sağlamıştır. Türkiye’de Cumhuriyetin tek parti yönetimi döneminde eğitimliler, aydınlar kitlesi ve kültürü oluşmuştur. Bunlar CHP iktidarı döneminde yetişmişler ama Türkiye çok partili demokrasi rejimine yöneldiğinde Demokrat Partiyi de geniş ölçüde desteklemişlerdir. Bir memur, bürokrat çocuğu olan ben, 1950 yılında, 16 yaşında arkadaşlarımla birlikte DP’yi alkışlayan bir gösteri yaptığımızı anımsıyorum.
Demokrasiye aydınların, eğitimlilerin desteği Demokrat Parti’nin 1950’li yılların sonlarında demokrasiyi zora soktuğu dönemde de sürmüştür. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbe yıllarında da eğitimlilerin demokrasi savunuculuğu sürmüştür. Bu yazının sonuç kısmında yineleyeceğim gibi, bugün de aydınlar 16 Nisan 2017 referandumunda halkın, meclisin egemenliğini savunan tutum benimsemiş, çoğunlukla “hayır” oyu vermişlerdir.
Eğitimlilerin toplumlara katkıları bunlarla sınırlı değildir. Eğitimli kesimler toplum yaşamına; toplumun manevi, ahlaki niteliklerine; kültür ve sanatına sürekli katkı, iyileştirme kazandırırlar. Eğitimi yüksek insanlar toplum bireyleri için örnek oluştururlar. Bu konular bilinen şeylerdir. Ben burada bir önemli niteliğe dikkat çekmekle yetiniyorum. Bence sağlıklı, gelişmiş toplumlarda çoğunlukçu olmak temel bir özelliktir. Eğitim ve kentleşme de bu özelliği geliştirir. Çoğunlukçuluk, farklılık çoğunluktan çok ayrı bir durumdur.
Eğitimli kesimin, bürokrasinin ekonomilere katkıları eğitimle sağlanan bilgi yoluyla gerçekleşir. Bilgi eskiden beri temel bir iktisadi güçtür. Eğitimliler maaş ve ücretleriyle iktisadi yaşama güç ve zenginlik katarlar. Yakarıda da belirtildiği gibi, son zamanlarda ise dijital devrim döneminde bilginin ekonomiye katkısı çok artmış ve artmaktadır.
Bence bürokrasinin gelişmesi, eğitimli kesimin çoğalması Türkiye’de gelir dağılımının iyileşmesine de katkı getirmiştir. Çünkü eğitimli bürokrasi orta sınıfların oluşup gelişmesini sağlamıştır. Bu da Türkiye’de geçmişte gelir dağılımının bir ölçüde düzelmesine yol açmıştır. Bir ortak kitabımızda (Bulutay, Tezel, Yıldırım, 1974) 1960’lı yıllar sonrasında Türkiye’de gelir dağılımının eşitlik yönünde geliştiğini göstermiştik. (2) Ama bu iyileşme son zamanlarda, AKP iktidarı döneminde sürmemiştir. Oysa dışlanmışları temsil ettiği düşünülen AKP iktidarında eşitlikte iyileşme eğilimini sürmesi beklenirdi. Bu son durumu da çeşitli çalışma ve konuşmalarımda açıkladım.
İlgili diğer bir nokta Türkiye’de eğitim düzeyi sıralamasında lise altı ve üstü ayırımının referandumda kullanılan “evet”, “hayır” oyları yönünden önem taşımasıdır: “Evet” oyları lise altı öğretim düzeyinde, “hayır” oyları lise ve üstü öğrenim düzeyinde çoğunluktadır. Bu önemli bir olgudur, ama daha önemli olan bu olgunun altında yatan temel nedendir.
Bu neden ülkemizde orta okul düzeyi sonrasında, özellikle yoksul ve az gelirli öğrencilerin öğrenimlerine son vermeleridir. Bence bunu üç temel nedeni vardır: i) Öğrenciler lise ve üstü eğitim masraflarını karşılayamamaktadır. ii) Öğrenciler ailelerinin yetersiz gelirlerine katkı getirebilmek için çalışarak kazanma yoluna gitme zorunda kalmaktadırlar. iii) Erken evlenerek kendi evlerine bakma yükümlülüğü altına girmektedirler.
Bu konularla ilgili çok önemli eşitsizlik, yoksulluk ve eğitimsizlik sorunları vardır. Yoksul ailelerinin çocuklarını okula göndermesi çok zordur. Yoksulluğun en kötü sonuçlarından biri bu çocuk eğitimsizliğidir. İlgili diğer bir önemli konu yetersiz gelirli, genellikle gecekondularda ya da köylerde yaşayan ebeveynlerin, özellikle annelerin eğitim kısıtlılığı ya da yokluğudur. Bu anneler çok isteseler de çocuklarının eğitimine pek katkı getiremezler, çocuklarına eğitim ve kitap veremezler, yol gösteremezler. (3)
İlgili bir diğer konu okul öncesi öğrenimdir. Oysa bu öğrenim başkaları gibi benim de çok önemli bulduğum bir eğitim edinme yoludur. Sırası gelmişken, okul sonrası okumaların, yaşam deneyimlerinin de çok öğrettiği belirtilmelidir.
Okul öncesi öğrenim konusunda bazı alıntılarla devam etmek istiyorum.
Selçuk Şirin’in bir yazısına (Hürriyet Gazetesi, Aralık 2017) göre, insan beyni doğum sonrasındaki büyümesinin, gelişiminin yüzde 90’ını ilk 36 ayda bitirmektedir. Dolayısıyla beyin gelişimi için kritik dönem ilk üç yıldır. Bu üç yıllık dönem beynin eğitim için çok elverişli bir zaman dilimidir.
Yazı şöyle devam ediyor: Çocukların beyninin en hızlı geliştiği bu dönemde, çocuklarla kitaplar üzerinde diyalog kurmalıyız. Hart ve Risley bu konuda “20 milyon kelime farkı” adlı bir araştırma gerçekleştirdi. Araştırmaya göre, her gelir düzeyinde çocuklar, bir istisna dışında birbirlerine çok benziyorlar. Bu istisna çocukların duyduğu kelime sayısıdır.”… Varlıklı eğitimli aileler (söz konusu) üç yıl boyunca toplam 45 milyon kelime kullanıyor.” Orta eğitim ve gelire sahip ailelerde bu rakam 30 milyona, eğitim seviyesi düşük ailelerde 15 milyona düşüyor. (Bu araştırmayı içeren kitap yakında Türkçe’de de basılıyor.)
Bu farkın önemli etkisi sonraki yıllarda ortaya çıkıyor. “…Okul öncesi dönemde zeka dediğimiz şey aslında kelime hazinesinden ibarettir.” Kelime hazinesi geniş olan çocuk, okula arkadaşlarından birkaç adım önde başlıyor. “..Maalesef okullar bu farkı kapatmakta başarılı olmuyor. O nedenle alt gelir gruplarından gelen çocuklar zorlanırken üst gruptan gelen çocuklar rahatlıkla üniversiteye ulaşıyor.”
“Bu dönemdeki en önemli uğraş çocuklarla bir kitap aracılığıyla diyalog kurmak…Yeni doğan çocuk kelimeleri bilmiyor. O nedenle yapılması gereken, bir kitap aracılığıyla çocukla diyalog kurmak. Yani çocuğa kitap okumak değil, çocukla kitap okumak.”
Bu konuda Türkiye’deki durum pek iç açıcı değil. “Evlerinde çocuklarına kitap okuyanların oranı yüzde 20’lerde kalıyor… Bunun bir nedeni zihinsel gelişim için kitap okumanın önemi konusunda bilgi eksikliği. Bir diğer nedeni ise evlerdeki kitap eksikliği.”
Ben Selçuk Şirin’in bu görüşlerine katılıyorum. Ama sondaki nedenler konusuna ekleme yapmak istiyorum: Ebeveynlerin, özellikle babaların meslekleri ve ait oldukları sektörler de kitap okuma düzeyini etkilemektedir. Şu genel olguları da belirtmek istiyorum: Zeka, eğitim, gelir eşitsizlikleri yaşamın ilk yıllarında başlamaktadır, dolayısıyla okul öncesi eğitim çok önemlidir.
Burada söz konusu olan normal aile terbiyesidir. Yukarıdaki açıklamalarda aileler bu terbiyeyi verirken kitaba önem verilmelidir denilmektedir. Kendileri de eğitimsiz ya da yetersiz derecelerde eğitimsiz ebeveynler özellikle anneler bu eğitimi vermede zorlanacaklardır.
Burada Türkiye’de okul öncesi eğitimde önemli aşamaların gerçekleştiğini de belirtmek istiyorum. Milli Eğitim Bakanlığının yeni yayınlanan bir kitabına (Milli Eğitim Bakanlığı, 2016-2017:49) göre, 2016/2017 öğretim yılında okul öncesi eğitim (resmi ve özel) sayıları şöyledir: “Okul/kurum/sınıf 29293; öğrenci sayısı toplam 1326123, erkek 693179, kadın 632944; öğretmen sayısı toplam 77109, erkek 4429, kadın 72680; derslik 72970.”
Bu sayılar şunları göstermektedir. i) Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 17.20’dir. ii) Erkek öğrenci sayısı kadın öğrenci sayısını az bir farkla aşmaktadır. iii) Öğretmen sayısında ise kadın sayısı erkek sayısını çok üstündedir. Kadın ve erkek istihdamındaki bu durum, toplumsal cinsiyet ayırımında, eşitsizliğinde gördüğüm, kadınlar lehine olan en çarpıcı olgudur. iv) Türkiye’de okul öncesi öğrenim ve eğitimde azımsanmayacak kadar bir düzeye erişilmiştir.
Son noktaya, okul öncesi eğitimin azımsanmayacak bir düzeye yükselmiş olduğu görüşüne ters bir olguya da dikkat çekmek gerekir. Bu olgu, Selçuk Şirin’in sonraki bir yazısında (Hürriyet Gazetesi, 24 Aralık 2017, s.7) yer alıyor. Yazı iki kısımdan oluşuyor. Yazının alt kısmını başlığı şöyle: “Okul öncesinde ısrar ediyorum!” Bu başlık altında iki grafik yer alıyor. İlk grafikte özetle şu görüş gösteriliyor: “Eğitimde geri dönüşü engelleyecek en verimli yatırım okul öncesine yapılan yatırımdır.” Aynı alt kısımda ikinci bir grafik daha var. Yazar bu grafik için şöyle yazıyor: “Gördüğümüz gibi öncelik olması gereken okul öncesine en az kaynağı harcıyoruz.” Grafikte okul öncesi yatırımı en düşük yatırım (1673) değerinde iken, yatırım imam hatip liselerinde en yüksek değerine (12.707) çıkıyor.
Yazının üst kısmında özetle şu görüşler bulunuyor: “Toplumsal güven artık ekonomik bir kavram. Yılmaz Esmer hocanın yürüttüğü Dünya Değerler Araştırması’na göre, Türkiye kişiler arası güvenin en zayıf olduğu ülkelerden birisi. Halkın sadece yüzde 12’si başkalarına güveniyor. Bu oran İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde yüzde 70’in üzerinde.”
“…İnsanları farklılıklarıyla huzur içinde bir arada tutabilmenin yolu toplumsal güveni inşa etmekten geçiyor.” Bir ülkeyi ekonomik olarak şaha kaldırmanın yolu o ülkede toplumsal güveni inşa etmekten geçiyor. “ Kişi başı milli geliri (dolar olarak), 10 yıldır yerinde sayan bir ülke olarak ekonomimizi geliştirmek istiyorsak yapmamız gereken en ucuz yatırım toplumsal güveni artırmak olabilir… İnsanların birbirine itimadı dediğimiz kavram sonuçta bir eko-sistem meselesi.”
Okullara geçmeden, aşağıda döneceğim Türk eğitiminde çok değerli ama sürdürülememiş Köy Enstitülerine değinmek istiyorum. Bunlar başarıyla devam ettirilebilseydi köylülerimiz ve tarım kesimi bugünlere kıyasla çok daha başarılı olurdu. Bu konuda yaşamakta olan iki yaşlı Köy Enstitüsü mezununun bu yazımın konusuyla ilgili şu görüşünü gazetede okudum. Şöyle söylüyorlardı: “Köy Enstitüleri devam etseydi referandumda ‘hayır’ olasılığı yüzde 95 olurdu.”
Bilindiği gibi Türkiye’de çeşitli okullar vardır. Okulların alanları da meslekleri de farklıdır. Eskiden de var olan özel okullar son zamanlarda daha da artmıştır. Burada Nuran Çakmakçı tarafından hazırlanan “Fen liseliler mutsuz” başlıklı bir yazıdan da (Hürriyet Gazetesi, 27 Haziran 2017 Salı, s.18) bazı alıntılar yapmak istiyorum: Yazıya göre, “fen, mesleki ve teknik, Anadolu gibi sekiz farklı lise türünde yapılan okul memnuniyet araştırmasına göre en mutsuz öğrenciler fen liselerinde okuyanlar.” “En yüksek okul doyumu ise, meslek liselilere ait.” “Araştırmada dikkat çeken bir sonuç da, okul öncesi eğitim alanları okul doyumlarının anlamlı düzeyde yüksek çıkması.” (Esra Ülkar).
Aynı yazıda, Prof. Dr. M. Engin Deniz’in şu görüşleri de yer alıyor: “Okulların müfredat programları incelendiğinde fen liselerinin yoğun olduğu, başarı odaklı bir bakış açısıyla da ders dışı etkinliklere minimum yer verildiği görüldü. Bunun tersine, mesleki liselerde müfredat kapsamında akademik derslerin yanı sıra atölye ve uygulama dersleri de bulunuyor. Bunlarda akran etkileşimi yoğun.” Profesöre göre, “Ayrıca liselerde müfredat dışında kalan sosyal, sanatsal, sportif faaliyetlere; sosyalleşme ihtiyaçlarını karşılayan ve gencin tüm yönleriyle kendini tanımasına olanak sağlayan etkinlikleri yer verilmeli.”
Daha önemli olarak okullarda yetişen öğrenciler arasında büyük fark ve eşitsizliklerin var olmasıdır. Konunun uzmanı olan bir profesörün (Hasan Şimşek, 2016:17) görüşüne göre, “sosyo-ekonomik köken (kır-kent, varsıl-yoksul, varoş-merkez, kadın-erkek) eğitim sisteminin kendisini yansıtmaktadır.” Bu konuda (Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Statü (ESKS)) endeksi vardır. Bu endekste en yüksek eğitim kalitesine erişmiş yüzde 25’lik öğrenci kesimi ile en alttaki yüzde 25’lik kesim arasında bir başarı uçurumu vardır. Sayın Şimşek’in bu son tümcesi Türkiye eğitiminde fırsat eşitliğini bulunmadığını göstermektedir.
Aşağıda verilerle göstereceğimiz gibi, burada çok bilinen bir olguyu da belirtmek istiyorum. Türkiye’de kadınlar bir çok alanda geri kalmışlardır. İstihdam oranları çok düşük, işsizlik oranları yüksektir. Girişimci oranları yüzde 8’dir. Dolayısıyla kadınlar fırsat eşitliği olanağına sahip olmaktan çok uzaktadırlar. Bu olguya engelli yurttaşların istihdam oranlarının çok düşük olduğu gerçeği de eklenmelidir.
Diğer olumsuz, önemli bir olgu Türkiye’de eğitim düzeyinin son yıllarda düşüyor olmasıdır. Bilindiği gibi OECD’nin PISA adlı çalışmaları vardır. Bu çalışmalarda 15 yaşındaki çocuklara eğitim testleri uygulanır. Üç yılda bir yapılan bu testlerin ilki 2003 yılında, son test 2015 yılında yapılmıştır. Böylece bugüne kadar beş yılda test yapılmıştır. Testler fen bilimleri, matematik, kendi dilinde okuduğunu anlama konularındadır. Türkiye’de 2003 yılındaki başarı düzeyi 2006 yılında elde edilememiş, 2003 yılı başarısına 2015 yılında da varılamamıştır. Bu testlerdeki başarı düzeylerinin OECD ülkeleri içindeki sıralamasında Türkiye hep en alt sıralarda yer almıştır.
Eğitim konusundaki bu açıklamaların temel nedeni 16 Nisan 2017 referandumunda daha yüksek derecede eğitimlilerin daha yüksek oranda “hayır” oyu vermeleridir. Bu durum Fransa merkezli araştırma kuruluşu IPSOS tarafından referandum sonrasında yapılan anketlerde de ortaya çıkmıştır. (Bkz., Cumhuriyet Gazetesi, 20 Nisan 2017, Perşembe, s.5) Ankete göre Türkiye’de “evet” oylarının payı şöyledir: “İlkokul düzeyinde yüzde 70 olan ‘evet’ oranı ortaokul düzeyinde yüzde 57’ye, lise düzeyinde yüzde 42’ye, üniversite düzeyinde ise yüzde 30’a düşüyor.” Dolayısıyla “hayır” oyları lise ve üstü eğitimlilerde yüzde 50’yi aşarken, lise altı eğitimlilerde yüzde 50’nin altında kalıyor.
Bu verileri doğrulayan bir örnek de şudur: Bazı illerde “evet” oyları çoğunlukta iken, aynı illerin üniversite sandıklarında “hayır” oyları daha yüksek. Kayseri ve Konya illerinde böyle bir durum var. Esasında bütün illerin ilçelerinde de benzer farklılıklar vardır.
————-
(2) Türkiye “State Planning Organization (SPO)’nun “Millenium Development Goals Report, Turkey, 2010, s.16)” adlı yayınında Türkiye’nin bölgelerinde 2006, 2007 yıllarında gelir dağılımları ve Gini katsayıları veriliyor. Gini katsayıları 0.32 ile 0.43 arasında değişiyor. Eşitliğe en yakın bölgeler Batı Marmara ve Orta Anadolu. Eşitsizliğin, büyük farklılıklar olmamasına karşın Akdeniz, Ege, Kuzey Doğu Anadolu, Orta Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu bölgelerinde biraz daha büyük olduğu görülüyor.
Burada, Cumhuriyet gazetesinde (17 Aralık 2017, s.9) yer alan Türkiye’de son yıllarda gelir dağılımına ait bir haberden kısa alıntılar yapmak istiyorum. Haberde, ünlü kitabından çok yararlanmış olduğum T. Piketty ve arkadaşlarının Türkiye gelir dağılımı alanındaki verileri aktarılıyor: “Verilere göre 2007’de en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay yüzde 17.4 iken, en alttaki yüzde 50’nin payı yüzde 16.3 civarındaydı.” 2016 yılına gelindiğinde ise Türkiye’de en zengin yüzde 1’in payı yüzde 23.4 olurken, en yoksul yüzde 50’nin payı yüzde 14.6 oldu.
Haberde şu bilgiler de bulunuyor: “Sosyal refahın önemsendiği Kuzey Avrupa ortalama Gini katsayısı 0.25 seviyelerinde.” Türkiye’de Gini katsayısı 2014 yılında 0.391 seviyesine kadar gerilemişti. Fakat takip eden iki yılda bozulma derinleşti.
(3)Burada pek bilinmeyen ya da anlatılmayan ilgili bir olaya dikkat çekmek istiyorum: Trabzon’da ortaokulda, yetenekleri benden az olmayan köylü arkadaşlarım tatillerden, arada evlerine gidişlerinden sonra okul, okuma, öğrenme hakkında çok daha düşük bir değerlendirmeyle dönerlerdi. Bir süre sonra da okulu terk ederlerdi. Evlerinin yoksul, eğitimsiz ortamında okumaktan, eğitimden soğurlardı.
Yarın: İç Göçler ve Kentleşme