Özgecan Aslan’ın katledilmesinin ardından, Türkiye’de yıllardır ağır bir tablo sergileyen kadına ve LGBT bireylere yönelik eril şiddet en vahşi biçimiyle görünürlük kazandı. Bugün gelinen noktada sadece tekil bir olayı değil, bu tür olayların Türkiye toplumunda yarattığı etki ve sonuçları da kapsayan değerlendirmeler yaparak mücadelemize devam etmek zorundayız. Bugün apaçık bir tarihsel kırılma anı yaşıyoruz. Bu kırılma eşiğine varmamızda yıllardır verilen feminist mücadelenin sonucunda kadına şiddete dair duyarlılığın artmasının etkili olduğuna işaret etmeliyiz. Öte yandan son yıllarda siyasi iktidar ve ona yakın kesimlerden kaynaklanan cinsiyetçi söylemlere dair oluşan tepkilerden de söz edebiliriz. Bu vahşi cinayete dair ülke çapında başta kadınlar olmak üzere geniş çaplı bir tepkinin ortaya çıktığı bugün biz feministlerin üzerine özel bir siyasal sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğu, artan gücümüz ve kararlılığımızla, erkeklerin desteğini de alarak hayata geçirmeliyiz.
Ancak ne yazık ki Özgecan olayı gibi hunharca şiddet olaylarının, toplumu hızla bir ahlaki panik ortamına sürükleyebileceğini, bu ortamın bizzat iktidar tarafından da kışkırtılabildiğini görmekteyiz. Böyle bir ortamda son derece muhafazakar, intikamcı ve faşizan tepkilerin türeyebileceğini de hesaba katmak gerekiyor. Nitekim olayın hemen ardından hem sosyal medyada öne çıkan ağır şiddet dili hem de hükümet kaynaklı idam cezası ve hadım ederek cezalandırma tartışmalarını kaygıyla izliyoruz. Bu söylemle mücadele edebilmek için, bütün gücümüzle başta kadınlar, LGBT bireyler ve hatta erkeklere de yönelebilen cinsel şiddet sorununu radikal bir cinsiyet eşitliği perspektifinde ele alan feminist sözümüzü daha geniş kitlelere yaygınlaştırmak zorundayız. Bu amaçla, aşağıdaki eleştiri ve önerilerimizi kamuoyuna iletmeyi bir sorumluluk olarak görüyoruz.
Hükümet, yandaş çevreler ve kamuoyu idam ve hadım etmek gibi önerilerde bulunmaktan bir an önce vazgeçmelidir. Kadına karşı şiddet ve cinsel suçlar konusunda yanlış varsayımlara dayanan, sorunun çözümü olmadığı gibi toplumu şiddete kışkırtan bu eril şiddet dilinden bir an önce kurtulmak, çözüm odaklı bir kamusal tartışma için temel koşuldur. Başta feministler olarak tüm kesimlerin bu türden fikirlere karşı sesini yükseltmesini önemli buluyoruz.
Bugünkü ahlaki panik ortamında bizi bekleyen diğer bir tehlike, muhafazakar, cinsiyet ayrımcı, paternalist tavırların, yani kadınların ve özellikle kız çocuklar ve gençlerin üzerindeki denetimin artmasını savunan görüşlerin toplumda hakim olma riskidir. Bu bakımdan yine hükümet kaynaklı pembe otobüs gibi önerilerin hemen ortaya sürülmüş olması dikkat çekicidir. Bu ortamda kadın bedeninin metalaşmasına karşı çıkış adına “namus” kavramı merkezli beden ve cinsellik denetimi ve sansür çağrılarının yaygınlaşması çok muhtemeldir. Böylesi muhafazakar-paternalist-cinsiyetçi salvolara karşı, yaşamın her alanında karma sosyalliği, kadınların ve LGBT bireylerin kamusal görünürlüklerini, yaşam tarzı farklarının eşitliğini savunmalı, namus ve cinsellik denetimi ve sansürün baskıcılığını ifşa etmeliyiz.
Bugün hükümetin üzerine düşen görev, cezalandırıcı ve muhafazakar önerilerle ahlaki panik ortamı yaratmak, bu olgudan kendi otoriter gündemini ve güvenlik söylemini beslemek için yararlanmak ya da sık sık yaptıkları gibi feministler üzerinden tüm kadınlara karşı toplumu kışkırtmak değil, acilen kadına şiddet konusunu en yüksek öncelikli konu olarak gündeme alarak siyasi kararlılık göstermektir. Meclisi ve hükümeti kadın katliamına karşı alınacak özel ve acil önlemler konusunda, yıllardır mücadele veren kadın örgütlerinin taleplerini ve önerilerini ciddiye almaya ve gerekli kararlılığı göstermeye davet ediyoruz. Eğer hükümet, artan şiddet olaylarından birinci dereceden sorumlu tutulmak istemiyorsa, hızla çözüm konusunda sorumluluk almalıdır. Meclis, hükümet ve yargı çevreleri yasa, uygulama ve yargı pratiklerindeki şiddeti besleyen ya da hoş gören uygulamalardan ya da yetersizliklerden birinci elden sorumludurlar. Yöneticileri, Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu kadına yönelik şiddetle mücadelede çok önemli bir aşama olan İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerini tam olarak yerine getirmeye çağırıyoruz.
Öte yandan muhalif güçlere, sivil topluma, bizim de bir parçası olduğumuz kadın hareketine, feministlere, LGBT harekete, insan hakları örgütlerine ve cinsiyet eşitliği mücadelesine destek veren ilgili tüm kamouyuna da büyük görevler ve sorumluluklar düşüyor. Son yıllarda otoriterliğini ve muhafazakar baskıları artırmakla meşgul olan siyasi iktidarın bu konudaki sınırları ancak güçlü ve net bir eşitlik ve özgürlük söylemi ve talepleriyle sınanabilir, zorlanabilir. Burada hepimize düşen görev, toplumsal cinsiyet eşitliğini öncelikli ve stratejik bir konu ve kadın hareketini özerk bir aktör haline getirecek biçimde barış, demokrasi ve adalet talebini hep birlikte yükseltmektir. Kadına karşı şiddeti, hem genel toplumsal cinsiyet eşitliği sorunlarıyla hem de ülkenin barış ve demokrasi sorunuyla birlikte değerlendiren bir bakış açısının belirginleşmesini çok önemsiyoruz. Bize göre bu hedef, bugün ülkemizin en güncel ve en acil hedefi haline gelmiştir.
Üniversiteye ve bizim de bir parçası olduğumuz eğitim camiasına da özel bir sorumluluk düştüğünün farkındayız. Çocuklara ve gençlere böyle bir toplumsal kırılma ve dönüşüm anlarında özel bir ilgiyle yaklaşmak gerekiyor. Mevcut eğitim sistemi ve kültürel ortamın körüklediği cinsiyet bazlı korku, kaygı, öfke ve düşmanlık duyguları yerine, cinsiyet eşitliğinin çok merkezi olduğu bir eşitlik, özgürlük ve saygı temelinde akıl fikir, eleştirel düşünce ve kişisel gelişim kapasitesi ve kolektif dönüşüm coşkusu yaratmak için daha fazla çaba sarf etmeliyiz. Bunun için bir yandan mevcut otoriter ve muhafazakar dayatmalara karşı çıkmak hem de alternatif bilgi, bilinçlilik, farkındalık ve yaşam tarzlarının güçlenmesi için çabalamak gerekiyor.
Son olarak hepinizi selamlıyor, bu büyük mücadelede dayanışma içinde olmaktan duyduğumuz mutluluğu belirtiyoruz.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ KADIN SORUNLARI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ (KASAUM)