Taşradan gelmişim Gominizmin Merkezi Siyasal’a. Devrim mesaimizden fırsat buldukça sevdiğimiz hocaların derslerine giriyoruz. Ne de olsa Türkiye’de de yeni toplumu en devrimci sınıf proletarya kuracak, o halde Sosyal Ekonomi dersine de giriyorum, korsan falan yoksa. Konuları zevkli ama kitap biraz kalın. Ne olacak ki o yaşlarda daha zor klasikleri hatmetmişiz.
Fakültede bizim ekipte bir arkadaşımız var ki o da taşralı olmasına rağmen bizim gibi değil hareketleri. Üstten üstten konuşuyor. Sanırsın Stalin’in yeğeni! Ağzını işçi sınıfıyla açıyor, proletaryayla, enternasyonalizmle kapatıyor. Kim ne diyebilir? O zamanlar devrimciliğin amentüsü öyle.
Sınav döneminde Sosyal Ekonomi’den de sınava giriyoruz arkadaşlarla birlikte. Çıkışta soruyoruz tabii; hangi soruyu yaptın, şunun cevabı neydi? Bunların sonunda da hepimiz kabaca kaç alacağımızı hesap ediyoruz.
Stalin’in yeğeni dediğim arkadaş, biz iki sayfa doldurduysak, o en az 4-5 sayfa doldurmuş oluyor her sınavda. Bileği güçlü olan zarı iyi atar da sınavlarda nasıl olurun cevabını sınav sonuçları Öğrenci İşleri’nin camına asılınca öğreniyoruz.
Yirmi nedir arkadaş? Beş kağıt doldurup da, hele proletarya proletarya deyip de onların sorunlarıyla ilgili bir dersten yirmi almak nedir sahiden? Gülelim mi kızalım mı bir karar veremiyoruz arkadaşlarla.
Mücadelenin vitesinin yüksek olduğu yıllarda zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, devrim yapmak hevesimiz kursağımızda kalıyor ve 12 Eylül’de bozgun yılları başlıyor.
Bu futbol maçı değil ki hakem düdüğünü çaldı da maçı tatil etti veya harç bitti inşaat paydos… Yola devam etmek isteyenler kendi meşreplerince ağır aksak da olsa hayallerini diri tutmaya çalışıyorlar.
Operasyonlar, televizyona çıkarılan itirafçılar, Kızılay’a dikilen devrimci göstericiler derken cunta amatörlüğünü atıp darbesine mukayyet oluyor zamanla.
Darbenin ilk yılı sonrası solda kadro zayiatı büyük oluyor. İşte o günlerde bir haber alıyoruz ki bizim Stalin’in yeğeni ekipten ayrılıp yeni bir örgüt kurmuş. Hasbinallah! Ne diyeceğiz şimdi? Hayırlı, uğurlu olsun mu? Yoksa, bir kutu lokum mu götürsek diye mavrasını yapıyoruz ev arkadaşlarımızla.
Aradan bir ay falan geçiyor, yine bir haber geliyor. Bizim yeni örgüt lideri sabah yakalanmış, öğleden sonra tüm ekibini toplamışlar emniyete.
Bu haber üzerine ev arkadaşım Mişon diyor ki:
– Bu iş Sosyal Ekonomi’ye benzemez, onun bütünlemesi vardı!
***
Merkez Komite üyesi
12 Eylül’den sonra devrimcilerden bir kısmı okuldan atılmış, kimi hapis yatmış, kimi ucuz atlatıp bürokrat olmuş. Kamuya giremeyenler de kamu dışında rızıklarını aramanın peşine düşmüşler.
Epey bir zaman sonra yolum Ankara’ya düşüyor. Haliyle ilk gideceğim yer fakültenin lokali. Akşam yemeği saatinde girdiğim lokalde bakıyorum ki uzun bir masa ve muhabbet koyu. Masadakilerin çoğu genç bürokrat çocuklar, kıyafetlerinden belli. Masanın baş tarafında eski bir arkadaşımız. O da pek hasar almayıp bürokrat olanlardan. Onunla sarılıp öpüştükten sonra ben de masaya oturuyorum.
Masada iyi de içki tüketiliyor. Doksanlı yıllar, faili meçhullerde ülke olarak ligin üst sıralarında yer tutmak için devlet gayet iyi bir performans gösteriyor.
Bizim eski arkadaş gecenin ilerleyen saatlerinde Siyasal’da hatta Ankara’da devrimi nasıl örgütlediğini falan anlattıkça ben hafızamdan ve gözlerimden şüphelenmeye başlıyorum. Gençler saygılı ve hürmetli bakışlarla nasıl da güzel dinliyorlar.
Bir ara yanımda oturan genç kadehini benim su dolu kadehimle tokuştururken,
-Sizin eski Merkez Komite üyeniz çok yaman bir abimizmiş, diyor.
Su genzime kaçsa da başımı sallıyorum.
***
Gezilen gün ömürden sayılmaz
Bir gün sahafta rafları karıştırırken kalın bir kitap dikkatimi çekiyor. Dikkatimi çeken kitabın üzerinde benim eski patronun adının yazması. İsim benzerliği olmadığını kitabın sayfalarını karıştırınca anlıyorum.
Sahaftan bir sandalye rica ederek, bir kenara çekilip kitabın ilgimi çeken bölümlerini okumaya başlıyorum. Okudukça şaşırıyorum tabii. Çünkü benim tanıdığım patron hayat dolu, neşeli, muzip ve her yoldan anlayan biriydi. Kitapta ise öyle bir bir forma sokulmak istenmiş ki sanırsınız ki Koç, Eczacıbaşı anlatılıyor. Ki olsa olsa seküler bir Anadolu Kaplanı olurdu rahmetliden. Anlıyorum ki kitabı profesyonel bir biyografi yazarına yazdırmışlar. O da bu kadar yazmış işte.
Sahafın söylediği çayı içerken kitabın dışına çıkıp hayata daldım gitti.
Bir gün Maraş’tayız. Şubeyi denetledikten sonra benim makam otomobilimin şoförünü otobüsle gönderdik Adana’ya. Patron geçti direksiyona. Yolda giderken Ahır Dağı’nı seyrediyorum. Otomobili sürerken bana soruyor:
-Dünyada en güzel yer neresidir?
-Bilmem valla…
-Altında çeltik, üstünde keklik nerede varsa orasıdır. Burasıdır.
Hiç inanasım gelmiyor bu söze. Çünkü aklımda hep Maraş Katliamı var.
Şehir dışına çıktığımızda aracın iki yanındaki şirket logosunun üstüne koli bantıyla gazete yapıştırıyoruz. Sanki eyleme gidiyoruz! Biraz sonra anlıyorum; bu eylem başka eylem!
Rengârenk ampullerin yanıp söndüğü bir mekânın önünde duruyoruz. Kapının önünde arkadan destekli bir tahtanın üzerinde sarışınların fotoğrafları var. Bir yetkili açtığımız cama yaklaşınca patron soruyor:
– Sevengül burda mı? Bu hafta buraya gelecekti…
– İsmini değiştirmiştir abi, sen tipini tarif et.
Çalışma hayatım sayesinde biraz vakıf olduğum gece hayatında ilk kez bahçeli pavyon görüyorum. Hayat öğretiyor, diyorum.
Gece geç saatte mekândan aracımızla ayrılıyoruz. Araçtaki teybin sesini açarken,
-Gezilen gün ömürden sayılmaz, diyor.
Bu sözü yıllar sonra hatırladığım için mutlu oluyorum ve kitabı kapatıp sahaftan çıkıyorum. Ben onu bu sözüyle hatırlıyorum, kitap ne yazarsa yazsın.
***
Burası sanayi
Bölge Müdürlüğümüze bağlı bir şehrin sanayideki şubesine müdür dayandıramıyoruz. Gelen bir haftada kaçıyor. Şube müdürlerini, şirketin personel politikası gereği emeklilerden seçiyoruz ama artık olacak gibi değil. Şubedeki kuryeyi müdür yapıyorum. Çocuk çok çalışkan, dürüst ama kafadan biraz sorunlu. Hemen gidip, masasının üzerine, adını yazdırdığı kocaman bir müdür levhası yaptırıp koymuş. Ben de müdür olduğu için her gün kravat takmasını şart koşuyorum. Kısacık da olsa takıyor.
Şubenin iş kapasitesi vasattı. Yeni müdür hemencecik işi oynattı ve haklı olarak sekreter istedi benden. Şubenin kestiği fatura sayısına baktım, haklı. Sen bul, başlat, dedim.
Şubeye sekreter alındıktan kısa bir süre sonra müdür benden 50 NC kamyonet istedi, minibüs yetmiyormuş artık. Ciro artıyor ama bunun sebebini merak etmiyor da değilim. Bunun yanıtını almak için şubeye gidiyorum. Müdürün sıkıca sarılıp öpmesinden soluk alınca harıl harıl fatura kesen sekretere bakıyorum. Selam verip, hayırlı olsun deyip biraz konuşuyorum. Müdürün bulduğu bu kadar olur, deyip müdürle çay içiyorum.
Bu sırada şubenin önünde kuyruk oluştu. Sanki sanayinin bütün çırakları ellerinde birer paket sekreterin önünde hizaya geçmişler. Müdür yüzümdeki şaşkınlığı anlayıp kubarıyor. Tam çayımı yudumlarken arkadan “şakkk!” diye bir ses geliyor. İrkilip sekreterin masasına bakıyorum, ne olduğunu anlayamıyorum. Yalnız sekreterin önündeki çırak kuyruğunda bu sesle birlikte bir dalgalanma oluyor. Biraz sonra yine bir “şakkk!”. Yine bir dalgalanma… Dayanamayıp müdüre soruyorum. Müdür sekreteri işaret edip elini göğsüne götürerek lastiği çekip bırakma işareti yapıyor. Daha sonra iyice şaşırmış yüzüme bakarak:
-Burası sanayi müdürüm! diyor. Ben de müdüre:
-Brooke Shields doğulmaz, olunur demek! diyorum. Bu kez de müdür bana şaşkın şaşkın bakıyor.
***
O öyledir
Bölge Müdürlüğümüzde altı ayda bir şube müdürleri toplantısı yapıyoruz. O gün daha erken gidiyorum bölgeye.
Bir taşra şube müdürüm benden önce gelmiş. Odama davet ederek çay eşliğinde sohbet ediyoruz. Arada bir gelen telefonlara bakarken o da elindeki gazeteyi okuyor. Bir ara fark ediyorum ki elinde gazeteyi ters tutuyor, önemsemiyorum. Benimle aynı gazeteyi okumuyor ama gazete okumasına seviniyorum. Müdür bey emekli, firma sahibi de öyle istiyor zaten.
Yıllar sonra İstanbul’da fakülte arkadaşımla karşılaşıp sohbet ediyoruz. Senin memleketine de şube açtık, müdürü de ben buldum, bankadan emekliymiş, deyince
-Kimmiş ki? diye soruyor.
Müdürün adını söyleyince arkadaşım bir duraklıyor ve Sizde bir sürü evrak işi var, nasıl yapıyor onları diye merak içinde soruyor.
-Bankada evrak memuruymuş zaten…
-He babam; öyleydi, evrakçıydı. Bankanın dekontlarını, ekstrelerini şehirdeki alıcıların adres sırasına göre dizip eline verirler, o da o sıraya göre dağıtırdı. Çünkü okuma yazması yoktu hemşerimin!
-Yav, müdür bey hep gazete okuyordu…
-O öyledir, elinde hep günlük gazeteyle gezer. En fazla resimlerine bakar!
***
Şiir de yaz arada bir
Üniversite yıllarımda şiirle haşır neşir olmamın sonucunda iki şiir kitabım oldu.
Daha sonraları öyküyle de uğraşmaya başlayınca Bir Dakikalık Hikâyeler kitabımı Siyasal’dan beri arkadaşım olan eski ev arkadaşıma imzalayıp kargoyla gönderdim.
Bir hafta sonra beni telefonla arayınca, nasıl buldun hikâyelerimi, diye sordum.
-Okudum ama benim işime yaramaz! Sen eskisi gibi şiir de yaz arada bir. Senin şiirlerinle epey kalbe girdim! Biliyorsun sanat halk içindir!
***
Raporlar
Sema yabancı bir firmada işe girmişti. Firma çok disiplinli; toplantılar, eğitimler falan çok yoğun… Ama çalışanların koşulları da gayet iyi.
Başlarında bir Bölge Müdürü var. Önceleri sadece toplantılar yapılırdı bölge müdürlüğünde. O toplantılarda Sema neler söylemişse, işle ilgili sık sık yazılı raporlar istenmeye başlandı Bölge Müdürü tarafından. Neymiş, Genel Müdürlük istiyormuş.
İşten geliyor, gündüz çalıştığı yetmiyor, gece de işle ilgili bir şeyler okuyup notlar alıyor ve sonunda oturup konu hakkında birkaç sayfayı Scrikss kalemle özenle yazıp bölge müdürüne götürüyor. Bu iş artık rutine bindi, devam ediyor. Hatta Bölge Müdürü çok beğendiği için bir Scrikss kalem de kendisine hediye etti. Ben de kendi kendime söylenip duruyorum yabancı şirketlere.
Yıl sonuna doğru Sema’nın bağlı olduğu Bölge Müdürlüğü çok başarılı olduğu için Genel Müdür kalkıp İstanbul’dan yemeğe gelmiş.
Eşlerle birlikte lüks bir otelde yemeğe gidildi. Ben de gittim ve Genel Müdürün karşısına düştüm masada ve yanımda da Bölge Müdürü.
Genel Müdür kırık Türkçesiyle bölgeyi ve çalışanlarını övüp herkesle kadeh kaldırdı.
Bir ara Bölge Müdürüne eğilerek “Rakibinin ne zaman adım atacağını atmadan bileceksin,” dedi ve peşinden, “Gönderdiğiniz raporlar çok mükemmel, teşekkür ederim,” deyince biz Sema’yla önce birbirimize sonra da Bölge Müdürüne baktık. Yapacak ne vardı ki kadehlerimizi Bölge Müdürünün şerefine kaldırmaktan başka!