Prof. Dr. Taner Timur, 24 Haziran 2018 seçimlerine iki hafta kala, AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerinin sonuçlarının belli olduğu gün tuttuğu notları sosyal medya hesabından paylaştı. “2002 Ekim’inde emekli olup İstanbul’a nakli mekân ettiğimde günce tutmaya, siyasi gelişmeler hakkındaki izlenimlerimi yazmaya başlamıştım. 16 yıl sonra bu notlarda 3 Kasım 2002 seçimleriyle ilgili sayfaları okuyunca o günü yeniden yaşadım” diyerek tuttuğu notları sosyal medya hesabından paylaşan Prof. Dr. Taner Timur’un değerlendirmelerini okurlarımızın ilgisine sunuyoruz:
“3 Kasım 2002; Saat: 23 30.
Seçimler sükûnet içinde geçti; sonuçlar da ana hatlarıyla belli oldu. Bu sonuçlara göre oyların yaklaşık % 35’ini alan AKP tek başına iktidar oluyor. CHP ise % 20 civarında oyla Meclis’te muhalefeti temsil edecek. Diğer partilerden hiç biri barajı aşamadı ve Meclis’e temsilci gönderemeyecekler.
AKP ve CHP’nin ilk iki parti olacakları belliydi, ama diğer bütün partilerin Meclis dışı kalmaları büyük bir sürpriz oldu. Bu durumda aşağı yukarı tümü yenilenmiş ve içlerinde pek az kişinin kamuoyu tarafından tanındığı bir Meclis kısa bir süre sonra Devlet yönetimini devir alacak. Başbakan’ın kim olacağı da hala belli değil.
Bu durumda neler olabilir?
TV başında dört saattir sonuçları izliyorum ve yorumcuları dinliyorum. Kendi yorumumu yapmadan önce gelişmelerin kamuoyuna nasıl yansıtıldığını özetlemeye çalışacağım.
AKP Başkanı Tayyip Erdoğan’ın, sonuçlar belli olduktan sonra yaptığı ılımlı konuşmada, iki nokta dikkatimi çekti. Açıkça söylemese bile zaferi kişisel zaferi olarak görüyor ve bunun siyasal sonuçlarını çıkaracağı işaretini verdi. Yani Başbakan olmasa da iktidarı kontrol etmeye kararlı görünüyor. Kendisine Bakan olup olmayacağı sorulduğu vakit kaçamak bir yanıt verdi. İkincisi tabanını tahriklere kapılmama, taşkınlıklar yapmama konusunda ikaz etti. Bu arada T. Erdoğan Atatürk’e de ilginç bir gönderme yaptı. Dinleyicilere Atatürk’ün “Hakimiyet Milletindir” sözlerini hatırlattı. Bay T. Erdoğan iktidarını Atatürk’ün sözleriyle de Kemalistlerin gözünde meşru kılmaya çalışıyor. AKP lideri konuşmasında bir az heyecanlı, fakat kendinden emin görünüyordu.
Diğer partilerden sadece Ecevit ve Bahçeli konuştular; diğerlerinden bir ses çıkmadı. Ecevit, her zamankinden de bitkin bir şekilde, kendilerine yapılan komployu hatırlattı ve yeni iktidarı bekleyen güçlükleri anlattı. Bahçeli ise, herkesi şaşırtan bir şekilde, sonuçlarla ilgili bütün sorumluluğu üstlendiğini, 2003 başlarında yeni bir parti kurultayı toplayacağını ve yönetimi ona devredeceğini açıkladı. Yeni iktidara da başarılar diledi. Böylece sonuçlar karşısında en demokratik tutum, kamuoyunda en az demokratik olarak bilinen partinin liderinden geldi. TV yorumcuları bu davranışı diğer parti liderlerine “örnek” olarak sunmaktan geri kalmadılar. Fakat acaba seçimi sol bir parti kazansaydı, Bahçeli bu kadar “demokrat” olabilir miydi? MHP ülkücülerinin “Ya Allah Bismillah, Allah’u Ekber!” nidalarıyla gösteri yaptıklarını anımsayanlar, bu soruyu sormaktan kendilerini herhalde alamayacaklardır.
Siyaset adamları ve üniversite mensupları, yer yer karşılaşılabilecek zorluklara işaret etmekle birlikte “demokrasi” gerekleri üzerinde durdular; sadece % 35 oy oranıyla nerdeyse Anayasa’yı değiştirebilecek bir çoğunluk elde etmenin yaratacağı meşruiyet sorunlarına dikkati çektiler.
Konuşan iş adamları da farklı bir tutum içinde değildiler. Sabancı’nın adeta memnun bir hali vardı; çoktandır özlediği istikrarlı hükümete kavuşmuş izlenimi veriyordu. Geçenlerde “tek parti iktidar olsun da isterse komünist partisi olsun!” diyen de kendisiydi. Anlaşılan onları da yola getireceğinden emindi. Eczacıbaşı biraz buruktu; fakat, Cem Boyner gibi, o da temkinli sözler söyledi. Yarın döviz kurlarında ve borsada neler olacağı ise, sadece iş adamlarının değil, herkesin tecessüs konusu haline gelmişti.
TV’de izleyebildiğim ve kısaca özetlediğim görüşler bana hayli yüzeysel göründüler. Programcılar, her zaman olduğu gibi, yine kimi bulmuşlarsa ekrana çıkarmışlar, konulara göre titiz bir seçim yapmamışlardı. Neticede olarak da seçim sonuçlarının gerçekçi bir analizi ve Türkiye’yi bekleyen tehlikeler tartışma konusu olmadı.
4 Kasım 2002
Bugün Fakültede arkadaşlarla hep seçim yorumları yaptık; yerli ve yabancı gazeteleri okudum. Neler bekliyor bizleri?
Ben seçim sonuçlarının belli olduğu ilk andan beri Türkiye’nin yepyeni ve çok çalkantılı bir döneme girdiği hissine kapıldım. Bugünkü görüşme ve tartışmalarım da bu hissimi ortadan kaldırmadı. Tersine güçlendirdi. Oysa genel kanı ülkede önemli bir değişiklik olmayacağı yönünde. Basında çıkan yorumların büyük kısmı bu temayı işliyor. Gayet nüanslı, yumuşak geçiş teorileri geliştiriliyor. Borsa ve döviz kurlarından da olumlu reaksiyonlar geldi.
AKP’nin oylarının bir kısmının protesto oyları olduğundan ben de bir kuşku duymuyorum. Belki de önemli bir kısmının. Fakat bunun belirleyici bir unsur olduğu düşüncesinde değilim. Gördüğüm kadarıyla, bu partiyi AKP yapan militan çekirdek, şimdiye kadar “ortalama Türk” olarak bellediğimiz insan tipinden bir hayli farklı bir profil oluşturuyor. Adım başında değilse de sık sık (özellikle İstanbul’da) rastladığım inançlı, kararlı, her şeyi bildiğini sanan, fakat çağ dışı, fanatik bir tip. Avrupa düşmanlığını kimi “Kemalist” ve milliyetçi yazarlardan öğrendiği argümanlarla da besleyen, fakat İslami tabana oturtan bir varlık. Son aylarda basında çıkan ve AB’ye karşı tutumu parti seçmenleri bazında sorgulayan bir anket, Avrupa karşıtlarının en çok yer aldığı partinin AKP (ve SP) olduğunu ortaya koyuyordu. MHP’yi de geride bırakmışlardı. Şimdi R.Tayyip Erdoğan’ın “AB ile entegrasyonu hızlandıracağım” demesi belki de sadece zaman kazanmak kaygısından doğuyor. Belki de ilerde “biz bu yolu da denedik, olmadı, istemediler!” demeye hak kazanmak istiyor. Bunları zaman gösterecek. Ayrıca bu konuda Parti’nin lider kadrosuyla taban arasında tam bir uyum olduğu kanısında da değilim. Lider kadrosunda demokratik ve laik bir uyum sağlayacak bir sürü bilgili ve tecrübeli eleman var elbette. Fakat bunların, toplumsal zorlamanın ve “demir çekirdek”in diyalektiğini tersine çevirmek istediklerini ve, isteseler bile, bu güce sahip olacaklarını sanmıyorum.
Bunların sınıfsal tabanı ne?
Bu militan kesimin sınıfsal tabanını -kişisel gözlem ve okumalarıma dayanarak- şöyle betimleyebilirim: Bunları, en geniş ölçüde esnaf, çeşitli kategorilerden, daha çok da alt kademelerden tüccar ve iş adamı, bir miktar da işçiler oluşturuyor. En tehlikeli olarak da bu kadroların sürükledikleri ve gecekondu sakinlerinden (varoşlardan) işsiz ya da işini kaybetmiş, marjinalleşmiş bir lumpen takımı var ki, bunlar, özellikle bu seçim zaferinden sonra, tüm tahriklere kapılma istidatı gösterebilirler. R. Tayyip Erdoğan’ın seçim sonuçları belli olur olmaz yaptığı konuşmada sükunete davet ettiği grup herhalde bunlardı. “Sosyal patlama” denilince de ilk akla gelecek yığınlar bunlar oluyor.
AKP radikal öneriler içeren yeni bir programla ortaya çıkmadı. En ileri çıkış olarak borçların yeniden yapılanması için masaya oturmaktan söz etti. Yerel burjuvazi bunu da fazla ciddiye almış görünmüyor. Kısaca daha önceki koalisyonlara ite kalka bir yön vermeye çalışan iş çevreleri, bu işi çoğunluğa dayanan AKP’ye daha kolay yaptıracaklarını umuyormuş gibi bir hava içindeler. Son iki yıl içinde fakirleşmiş, hatta kısmen sefalete itilmiş bu gruplar yeni iktidardan her şeyden önce iktisadi düzelme bekliyorlar. R. T. Erdoğan da bunun bilincinde ve ilk işlerinin “aş, iş, ekmek” sağlamak olduğunu tekrarlayıp duruyor. Açıkçası, AKP’ye oy verenlerin talepleriyle geçen hafta Brezilya’da Lula’ya oy verenlerin talepleri hiç de farklı değil. Fakat arada büyük bir siyasal kültür ve bilinç farkı var. Lula radikal soldan geliyor ve dış zorunluluklar yüzünden programını çok yumuşatmış olsa bile kitleler tarafından devrimci fikirleri için seçildi. Brezilya’da seçimlere bütün adaylar “sol” etiketi altında girdiler. “Çağdaş sol biziz” dediler ve en solda olan Lula % 61,3 oyla seçildi.
Bizim siyasal kültürümüz hep sağ değerler üzerine kurulu. Halkın büyük kesimi “sosyalizm” sözcüğünden nefret ediyor; “sol” lafını bile duymak istemiyor. Ayrıca son yıllarda, çeşitli eziklikler içinde, ülke kamuoyu daha da sağa kaydı. AKP’nin oylarına MHP, SP, GP ve DYP’nin de oylarını eklersek aşırı sağa kayışın muhteşem haritası ortaya çıkmış olur. Böyle bir parlamentoyla AB’ye girişimizin hızlanacağını hayal etmek hiç de realist görünmüyor. Şu anda Batı’da İslam düşmanı bir hava esiyor. Her müslümana “potansiyel bir terörist” gözüyle bakılıyor. Amerikan basınında çıkan yazılara göre ABD Hükümeti “ılımlı müslüman”ı şirin gösteren kasetler yapıp bunları okullarda göstererek “dost” ve “müttefik”lerini (ABD resmi dilinde “client states”) kurtarmak istiyor. Türkiye de AB’ye yanaşma konusunda yapabileceğinin azamisini yapmışa benziyor. Uyum kanunlarını Meclis’ten geçiren azınlık hükümeti seçimlerde en büyük darbeyi yiyen iki parti oldu. Tabii başka ve daha önemli nedenler de bunda rol oynadılar.
Türkiye’deki gelişmelerde dış çevrelerin ağırlığı ne olacak? Seçimi nasıl değerlendirecek, nasıl bir tutum içine girecekler?
Türkiye’nin henüz içinden çıkamadığı derin kriz dış çevreleri ne yazık ki asıl tayin edici unsur konumuna getirdi. Onlar şimdi kaygılı bir bekleme sürecine girdiler. Kaygıları Türkiye’nin AB’ye girip girmeme sorunu olmaktan çok, kapılarında yeni bir “İslami Cumhuriyet” görme endişesi. Şeçimden hemen önce birçok önemli anglo-sakson yayın organı (W.Post; WSJ, FT, The Times) bu kaygılarını dile getirdiler. Wall Street Journal’ın başyazısındaki “Pazar günü yapılacak seçimlerin Türk siyasetinde son yirmi yılın en radikal alt üst oluşunu gerçekleştireceği tahmin ediliyor” şeklindeki öngörü doğrulandı. The Times ise “Batı’nın kucağından dini köktendinciliğe doğru İran tarzı bir kaçış şimdilik uzak bir ihtimal olsa da, bu seçim böyle bir ihtimali biraz daha yakınlaştıracak” diye yazdı. Seçimden sonra ise daha çok yatıştırıcı eğilim hakim. Hatta Le Monde yeni iktidarın İslam dünyasına örnek olabilecek bir laik uygulama içine girebileceğini bile yazdı. AKP iktidarının, demokrasiyle İslamı uzlaştırabilirse “Yakındoğu’da yeni bir dönemi başlatabileceğini” ileri sürdü. Sürmekle kalmadı, başyazısına “Türklere Oynuyoruz!” (“Notre Enjeu Turc”) şeklinde bir başlık attı. Türkiye’de bir panik havasının esmemesi, borsanın yükselmesi vb. bu tutumda etkili olmuştur sanıyorum. Batılı basın, ayrıca, “politically correct” konuşmayı iyi biliyor. Satırların arasını okumak gerek.
Ben Türkiye’nin, AB’nin bugünkü koşulları içinde, hiçbir zaman AB’ye tam üye olacağını düşünemedim. Bu seçimlerle bu umut tamamen ortadan kalktı gibi geliyor. Yalnız burada bir parantez açıp bir şey eklemek isterim. Zaman zaman yine bu konuda kendimi sorgulamaktan da geri kalmıyorum: Acaba ben Avrupa’yı hep en ileri düzeydeki örnekleriyle (Fransa, İngiltere vb) düşünüp, kendi durumumuz hakkında haksızlık mı ediyorum? Bu yüzden bu konuda Türkiye’yi iyi tanıyan ve AB’ye girmesini de çok isteyen bir Alman’ın Radikal’de (28 Ekim) okuduğum şu sözleri dikkatimi çekti. Aynen aktarıyorum:
“Ben Portekiz’in üyelik sürecinde o ülkedeydim. Potekiz’de gerçekten farklı bir durum vardı. Portekizlilerin tümü kriterlerin gerekli olduğuna inanmışlar ve bunları yerine getirmek için uğraşıyorlardı. Olay ve fark buydu. Kriterlere inanıp, onların arkasında durmalısınız. Portekiz’de bu işi nasıl yaptıklarını biliyor musunuz? O zaman Kopenhag kriterleri değil, Maastricht kriterleri vardı. Her gün gazetelerin ilk sayfalarında ‘hedeflerimiz bunlar, şu kadarını yerine getirdik, işte geride kaldığımız hedefler’ diye listeler yayımlıyorlardı. Hükümetin de bu işin ardında olduğunu ve bu işe inandığını görebiliyordunuz.”
Bunları söyleyen Mercedes Benz Türk A.Ş. Direktörler Kurulu Başkanı Dr. Till Becker. Mutlaka doğru bir gözlemdir diyemeyiz elbette. Fakat herhalde dikkate alınacak bir ses!
Hiç de iyimser olmadığımı söylüyorum, ama, ileriye dönük bu teşhisimin gerçekleşmesini aslında hiç de arzu etmiyorum. Elbette “ortodoks” bir AB’ci değilim. AB’ye, bugünkü haliyle, büyük sermayenin, tutucu güçlerin egemen olduğunu görmemek büyük bir saflık olur. Fakat Amerikan İmparatorluğu’nun dünya egemenliğini her gün biraz daha (ve pervasızca) pekiştirdiği günümüzde buna iyi kötü karşı çıkabilecek demokratik güçler de ancak Avrupa’da bulunuyor. Bu bakımdan, AB’ye girme ve girmeme ötesinde, bence mutlaka Avrupa düşmanlığından kaçınılmalıdır. Türkiye gibi demokratik güçlerin çok zayıf olduğu bir ülkede, bu, sosyalizme de, “Sol Kemalizm”e de kesinlikle aykırı olur.
ABD ve dünya egemenliği demişken gazetelerde yer alan şu bilgiyi de aktarayım: Bush yönetimi önümüzdeki yıl için askeri kredileri % 12 artırarak son yirmi yılın en büyük artışını sağladı. 2003 yılı Pentagon bütçesi 355 milyar dolar olarak bağlandı. Dünyayı bekleyen felaket işte bu rakamda yatıyor. Genel bir krize doğru sürüklenen dünyada Amerikan emperyalizmi askeri kozunu sonuna kadar oynamaya kararlı görünüyor. Bizi de, hiç bir ihtilafımız olmayan bir ülkeye karşı savaşa sokmaya çalışıyor.”