İki önceki yazıyla başladığım ‘üniversite’ yazılarına devam…
Halihazırda yıkıntı olan bir yapı, yıkılamaz. Olsa olsa biraz daha hasar görür. Bir de restore edilmeye çalışılırken berbat edilen kalıntılar var. Şile’deki kaleden Sünger Bob yaratanların neden olduğu sonuç gibi.
YÖK Kanunu’nda değişiklikler içeren tasarının, üniversiteye zarar vereceği yönünde bir endişe var. Boş bir endişe. YÖK sisteminde‘üniversite’ adını hak eden bir üniversite olamayacağı için, aynı kurumsallığın başının altından çıkan herhangi bir değişiklik, yalnızca nitelikli kalıntıların işini biraz daha zorlaştırır, hepsi bu. Türkiye’de, üniversite olduğu iddiasındaki o nitelikli kalıntıların sayısı da üçü beşi geçmiyor.
YD (yardımcı doçentlik) adı verilen saçmalığın kaldırılması olumlu bir gelişme.
Öngörülen düzenlemenin bütünü ele alındığında, ‘her mahalleye bir bakkal’ ciddiyetiyle açılan taşra üniversitelerinin kadro sorununu çözmeyi ve ‘kadrolaşma’yı kolaylaştırarak her bir ‘yıkıntıyı da fethetme’yi amaçladığı düşünülebilir. Ben bu kanıdayım. Dil barajının düşürülmesi ve doçentlikte sözlünün kaldırılıp yalnızca dosya üzerinden karar verilebilmesine dair öneriler, ‘fethi’ hızlandırmaya yönelik. Çünkü o yıkıntılarda çalışmak için gerekli koşulları dahi sağlayamıyorlar. Eğer değişiklik önerisi geçerse, dosya üzerinden doçent olunacak ve her üniversite kendi doçentlik ölçütlerini belirleyecek. Elbette evvela Allah’ın, sonra YÖK’ün izniyle!
Şu anda YD kadrosunda bulunanlar ise ‘doktor öğretim görevlisi’ yapılacak.
Buna karşın, 12 Eylül yaratıklarından YD’nin kaldırılması, bir kez daha yinelemek gerekirse, olumlu bir adım. Rektörlerin elindeki işkence araçlarından biri alınıyor hiç olmazsa!
YD kadrosu 12 Eylül’ün marifetlerinden biri. Doktorluk ile doçentlik arasında, ders verebilmek ve biraz daha yüksek maaş alabilmek için yaratılmış, akademik değeri olmayan idari bir pozisyon. Ne yazık ki bu kadro, kimi zavallı, kompleksli yöneticilerin elinde bir işkence aracına dönüştü. Akademik değeri olmayan bu kadronun, adınıza ders açılması ve az da olsa maaş artışı dışında başlıca iki işlevi var: Oy hakkına sahip olursunuz ve mesela tıp fakültesindeyseniz, döner sermaye payı almaya başlarsınız.
Üniversite senatoları yıllarca olmadık ölçütler belirledi yardımcı doçentlik için. Çoğu ölçüt, belirleyenlerin sahip olmadığı, geçmişte yerine getirmediği türdendi! Fakülte yönetimleri ve rektörler, ‘oy hakkı olan’ bu kadroyu silah gibi kullandı. Önceki yazıda vurgulamaya çalıştığım gibi; sistem en alt basamağından en üste kadar saadet ve sadakat halkalarından oluşuyor ve o halkalardan biri sorun çıkardığında, zararlı halkaya gerekli dersi verebilmek için çeşitli araçlara gereksinim var. YD kadrosu bunlardan biriydi.
Kişisel olarak yıllarca bu kadronun nasıl kötüye kullanılabildiğine tanık oldum. YD kadroları, kime isteniyorsa ona çıkarıldı. Fakat akademi de elbette diğer kurum ya da kişiler gibi ‘Ben ahlaksızım’ demez. Türlü haksızlık ve ahlaksızlıklarını ‘idari’ ve ‘akademik’ formlar içinde gerçekleştirir. Siz, ihtiyacınız olan kadronun neden verilmediğini, yöneticilerinizin ne menem herifler olduğunu bilirsiniz kuşkusuz. Ancak ‘görünürdeki’ gerekçeler, hiç bir zaman ‘gerçek’ gerekçeyle örtüşmez. Yönetimle herhangi bir sorun yaşamayan, arayı her daim iyi tutanlar hiç bir sorun yaşamadan kadroya atanırken, sorunlu halkalar olmadık engellerle karşılaşır.
Elbette burada her kadro alanın ‘iş bilir’ olduğunu iddia etmiyorum. Söylemek istediğim, kadro zincirinin bir ‘iyi ilişkiler kurma’ hasleti gerektirdiği ve yönetim nezdinde ‘sorun çıkaran’ durumunda olanların işlerinin çok zor olduğu. Türkçesi: Ne kadar hak etmiş olursanız olun, yönetimi kızdırırsanız hayatınız çok zorlaşır.
Eğer ‘kurumsal şansınız’ yaver gitmezse yıllarca bir alt kadro olan ‘doktor asistanlık’ makamında ‘öğretim görevliliğine geçici görevlendirme’ adı verilen tuhaf sıfatla ders verir, sömürülürsünüz. Siz sömürülürken, aynı sömürüye maruz kalmayanların nasihatını dinlersiniz üstüne üstlük. İşte YD kadrosu, verilişiyle ve verilmeyişiyle, söz konusu sömürünün alameti farikalarından biri. Her düzeydeki kimi idarecilerin, genç akademisyenlere eziyet etme yollarından.
Size, yıllarca YD kadrosu beklemiş (kimi arkadaşlarıyla birlikte) ve yıllarca bu kadroyu beklerken derse de girip sömürüldüğü için, bu kadroyu beklemeyenlerce çok takdir edilmiş (!) biri olarak yazıyorum okuduğunuz satırları. Anlayacağınız, konuya dair başkasından örnek vermeye hiç ihtiyacım yok.
Adaletsizliğin nedeni çok basitti. O zamanın rektörü, şimdiki bay İbiş’in de bir dönem yardımcılığını yaptığı, Nusret Aras’tı. 2000 yılında rektör seçilmişti. 28 Şubat sürecinin sönümlenerek devam ettiği o yıllarda, bana kalırsa son derece sevimsiz bir insan olan bay Aras, yanına İbiş’i de alıp o Anıtkabir senin bu Çanakkale benim dolaşırdı. O zaman Beştepe yoktu, Anıtkabir defteri makbuldü. Türban yasaklarının vs. olduğu yıllardan söz ediyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi, o nitelikli kalıntılardan biri olan SBF’de bir kısım akademisyen (aynen diğer nitelikli kalıntılardaki birer avuç akademisyen gibi), söz konusu yasaklara karşı çıkardı.
Yine tahmin edebileceğiniz gibi, o günün üniversitesinde de yasaklar kabullenilmiş ve ortalama akademik personel her zaman olduğu gibi iktidardan yana tavır alıp sırtını o günün YÖK’üne dayamıştı. Tanıdığım solcuların bir kısmı da, üçkağıtçı oldukları için günün YÖK’ünü savunup sahip çıkıyordu. SBF’nin bir ‘solcu’ hocası YÖK üyesi olmuştu. Malum, ‘Kuruma sahip çıkmak lazım!’ Bir kez daha: İktidar ve YÖK kimin elindeyse, aslan akademik ortalama onun yanındadır. Kurumunu başka türlü koruyabileceğini düşünmez ve akademik özgürlük gibi bir derdi yoktur. Ezcümle, akademik ortalama kişiliksiz ve çıkarcıdır. Çıkarcıların bir kısmının hijyenik solculuktan ekmek yemiş ve yiyor oluşu, somut durumu değiştirmiyor. Ayrıca YÖK düzeninde, farklı bir ortalama yaratılması mümkün değil.
Her neyse, işte o devrin Nusret Aras’ı, SBF’deki bir grup asistan ve hoca kendisine muhalif olduğu için kin duyardı bizlere. Aras’a maruz kalan bir kaç kişi de Hukuk, Dil Tarih ve İLEF’teydi. Diğer fakülteleri bilmiyorum. O bir grup asistan ve hocaya çile çektirmek için elinden geleni yaptı. Yıllarca kadro verilmedi. Kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi buradaki ‘bay Aras’ bir örnek yalnızca. Siz bu adın yerine istediğinizi koyun. Ha bir de unutmadan; hani şu demokratik olduğu varsayılan ‘hayır bloku’ var ya Türkiye’de, işte bu adamlar o blokun mensubu! Vah zavallı memleket…
Konu açılmışken, bay Nusret Aras tıp profesörüydü. Bir üniversitede tıp fakültesi varsa, yandı gülüm keten helva! Malum, İbiş de tıpçı. Çok kalabalık olduklarından, eğer kendi içlerinde bir bölünme yaşanmazsa genellikle tıpçı aday rektör oluyor. Ardından işin yoksa bir tıp hocasına, kendi bilim alanıyla sosyal bilim alanları, yayın tipleri arasındaki farkları anlat bakalım! Deveye hendek atlatmak çok daha kolaydır. Öyle atama ve yükseltme ilkeleri getirirler ki sosyal bilimci/hukukçu için hiç bir şey ifade etmez. Bir tıpçıya, örneğin anayasacıların ya da sosyologların, tarihçilerin, sekiz kişi bir araya gelerek yayın yapma gibi bir alışkanlıkları olmadığını, ayrıca alan nitelikleri farklı olduğundan ‘sayteyşın endeksteki’ dergilerde yayın yapma hedefinin anlamlı olmadığını anlatamazsınız. Özellikle tıp ve mühendislik alanlarında (az sayıdaki istisna kusuruma bakmasın) çalışanların her konuyu bildiklerine dair salakça bir inanışları vardır ne yazık ki ve bu durum üniversitedeki diğer branşlar açısından ciddi sorunlara neden olur.
Yedi sekiz yazarlı üç beş sayfalık makalelerle yabancı dilde tıp dergilerinde yayın yapan meslek erbabı ile ‘sosyal bilim’ ve ‘bilim dili’ üzerine bir polemiğe girdiniz mi ömrünüz boyunca? Biz girdik. Denemeyin. Yapmayın. Kıymayın kendinize. Yayın koşulları ve yabancı dide yayın konular ayrı bir yazı konusu olacak…
Özet ve sonuç, muhterem okuyucu:
YD’nin kaldırılması iyi olur. Sayın rektörlerin elindeki bir eziyet aracı alınır. Kendilerini ‘sayın rektör’ gibi hissetmeye devam etmeleri için başka araçlar verilir!
‘Nitelikli kalıntılar’ bu işten çok fazla zarar görmez.
100’ün üzerindeki ‘niteliksiz yıkıntı’ ise şimdikinden daha kötü olmaz.
Yıllarca, ‘yabancı dilde yayını’ kurumlarının prestiji için önkoşul kabul eden sayın rektörler, dil puanının düşürülüyor oluşuna kesinlikle itiraz etmez ve hatta alkışlar. Çünkü YÖK sistemi yaranma, çıkarcılık ve iş bilirlik ilkeleri üzerine kuruludur. Rektörler altlarındakini ezerken, YÖK ve iktidara sevimli görünmek zorundadır. Başka türlü var olamazlar.
Görüldüğü üzere, fazla dert edecek bir şey yok. Hem kabul etmek gerekir, Sünger Bob’a benzetilen kalenin sevimli bir yanı da var…
Devam edecek…
(diken.com.tr’den alınmıştır.)